Ezgisi zor anlaşılan incecik bir keman sesi, vapurun köpürttüğü suların fısıltısı ve iştahla konuşan insanların sesleri arasından hayal gibi ulaşıyor kulaklarıma.
Kemanı çalan adam, altmışlı yaşlarında. Memur ya da işçi emeklisi, belki de esnaf. Öyle bir görünümün altında kalıyor müziği. İki üç sürtüyor arşesini kemanın tellerine. Müziğin içinde olan, birçok şarkıyı hemen tanıyabilenler bile çalınan müzikten tanıdık bir ezgi yakalayamıyorlar. İki üç notalık bir ezgiyi tam yakaladım derken kaybediyorlar.
Adamın müziği kulaklara ulaşmıyor ama plastik bir kupa anında uzanıyor insanların önüne. Bazıları müziğin ayrımında bile değil. Uzatılan kaba anlamsız bakarken adamın boğazını sıkar gibi tuttuğu kemanı görünce anlıyorlar ki adam müzik satıyor. Hiç görmemiş gibi konuşmasına devam edenler çoğunlukta. Uzanan eli boş bırakmak istemeyen bir iki kişinin attığı paranın madeni sesi, plastiğin içinde boğuk bir tık olarak kalıyor.
Aklımdan ne çok düşünce gelip geçiyor. Adam için de müzik için de üzülüyorum. Arşeyi tellere sürüp ezkaza bir iki ezgiyi yakalayan adam; müzikten para kazanmaya çalışırken işin kolayına mı kaçıyor; yoksa ne denli zor bir işe giriştiğinin ayrımında mı değil? Ona kızmalı mıyım, yoksa üzülmeli miyim? Oysa ben her sokak çalgıcısına sevgimi veririm birkaç kuruşumla ama bu adamın bu denli kolaya kaçışı neşemi söndürüyor. Müzikten başka umarı olmayışına ise üzülüyorum.
Hele keman, o zarif kıvrımları, kuğu boynu, incecik beliyle keman… Nice virtüözlerin elinde okşanan, en hüzünlü, neşeli, coşkulu sesleri çıkaran kemanın, sanki o kalabalığın kendisine bakışından utanmış gibi gözleri yerde. Yüreğinden en acı ezgiler geçiyor ama arşeyi tutan elde iş yok. “Paganini’nin, Franz Liszt’in, David Oistrakh’ın elinde olmak vardı. Böyle vapur köşelerinde,” ip takılıp gezdirilen maymunlar gibiyim,” diyor sanki.
Tabii kemanın yerine geçen benim yüreğim. Her şeyden anlam çıkaran, dert üreten ben, kalkmış kemana üzülüyorum! Dert arayan dert bulur. Ben şimdi içine yalnızca iki teklik atıldı diye plastik kupa için de hüzünlenirim.
Ah ben, ah! Çöpe atılan fotoğraf, koltuk, yatak, yorganlara; her geçtiğimde balkonunda otururken gördüğüm yaşlı kadını artık göremediğime, evine “Sahibinden satılık” diye ilan asılmasına; sevilirken terk edilen kedi ve köpeklere, erken baharda açıp soğukta çiçekleri donan ağaçlara, dallar dolusu meyveleri toplanmadan bırakılan turunç ve narlara da çok üzülürüm.
Yakılan ormanlar, kirletilen denizler, kıyıya kadar sokulan, beyazı kirlenmiş, balıkçılardan balık dilenen pelikanlar… Hepsi bana hüzün, üzüntü, mutsuzluk…
Bugün kaç kişi öldü? Kaç kadın şiddete uğradı? Batan botta ölenlerin kaçı çocuktu? Evinde ölü bulunan yaşlı kadının gerçekten kimsesi yok muydu?
Yıllarca insanlara yuva olan, içinde sevinçler yaşanan, bebekler doğan, çocuk kahkahaları çınlayan evlerin bir iki gün içinde yerle bir edilen, taş yığınlarının önünden geçerken nasıl da ezilir duygularım! Ya boşaltılan evde pencere önünde bırakılan, günden güne yeşili solan çiçekli saksılara duyduğum yakınlık… Hani korkmasam, “gidip alsam, getirip yaşatsam şu garip çiçeği!” derim de başaramam, girilmesi yasak apartmana giremem.
Sokağa çıktığımda gözlemlediğim her olay yaşantıma yeni bir düşünce, hüzün ve çaresizlik veriyor.
Tabii ki ben yalnız değilim. Benim kadar çabuk ezilen bir yüreğe, hiç susmayan bir vicdana sahip birçok insan bu kırılganlığı yaşıyor. Hepimizin işi zor.
Yine de sayımızın artmasını, vicdanımızın hiç susmamasını diliyorum.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.