Düşünürler, sanatçılar, yazın kuramcıları çağlar boyunca gerçeğin ne olduğunu sormuşlar; insanın dışında, insandan bağımsız bir gerçeklik var mıdır? Algıladıklarımız gerçeğin kendisi mi, yoksa gölgesi mi? Türlü varsayımlar ileri sürülmüştür. Ancak doğal ve deneysel bilimlerin geniş ölçüde gelişmesine karşın günümüzde de gerçek ve gerçeklik kavramının sınırları kesin olarak çizilmiş değildir. Bu bağlamda sözlüklerde gerçek ve gerçeklik kavramları: "Tam anlamıyla var olan, varlığı yadsınmayan, olgu durumunda olan/uydurma, yakıştırma ya da yalan olmayan/aslına uygun özellikler taşıyan/ doğayı tüm benzerlik ve özellikleriyle yansıtan." diye tanımlanmış.
Sanatsal ve yazınsal yaratımlar yönünden de gerçek, yaratıcılığın ana kaynağı sayılmıştır. Bu doğrultuda dış dünyadan alınan öğelerin yeni bir evren yaratacak biçimde yeniden düzenlenmesiyle bir sanat yapıtı ortaya çıkmaktadır. Gerçeği ve gerçekliği arayışı, insan evladını sonunda şu yargıya vardırmıştır: Duygular da tutkular da kişilik dokusu da yaşanılan somut gerçeklerden doğmaktadır.
Descartes ve Bacon gibi düşünürlerin çabaları da sanatçıların bu yönelimini daha da güçlendirmiştir. Nasıl bir toplumsal konum içerisindedir insan? Sınıfsal ilişkilerin, sınıfsal çatışmaların neresinde durmaktadır? Bu sorular sanatçıyı, gerçekçiliğin çözümlemesine zorlamış, ister istemez sanatçı, insanı çevresiyle birlikte algılamaya ve çözümlemeye başlamıştır. Bu da gerçekçiliğe giden yolda önemli bir adım olmuştur.
Düşünsel akımların gelişmesi, doğal ve deneysel bilimlerdeki açılımlar gerçekçiliğe giden yolda zaman zaman dönemeçler oluşturmuştur. XVIII. yüzyılda Fransız İhtilali ve ihtilal sonrası feodalizmin çöküntüye uğraması, insanlığın düşünce ve duyarlılığında yeni açılımlara yer vermiş, insanın çevresiyle bir bütün olduğu gerçeği daha iyi kavranmıştır.
Gerçekçiliğin yaratıcı bir yöntem olması, XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonraya rastlar. Feodalizm yıkılmış, ulusal kurtuluş devinimleri başlamıştır tüm Avrupa'da. Fabrikalar, işletmeler giderek artmış, anamalcılığın koşulları yırtıcı bir hal almıştır. Anamalcı düzenin bencilleştirdiği, birbirine yabancılaştırdığı bireyler, katmanlar arasındaki çelişkiler, çatışmalar keskinleşerek toplumsal bir rahatsızlık, tedirginlik başlamıştır. Bu ortama tepki, bir başkaldırı olarak Romantizm ortaya çıkmıştır. Ernest Fischer ‘Sanatın Gerekliliği’nde " Kapitalist burjuva düzenine, iş hayatı ve kazancın bayağılığına karşı bir ayaklanma hareketiydi," der, ne ki yaşananların, gözlemlenenlerin nedenselliğini açıklamaktan uzak duygusal bir başkaldırıydı. Romantikler, anamalcılığın insanı tüketen, boşlukta bırakan, posasını çıkartan yırtıcı koşullarını görüyorlar, ancak bunun ardında yatan toplumsal gerçeği, gerçekleri çözümleyici bir yöntemle algılayamıyorlardı. İnsanı toplumsal çevresi içinde algılama ve yansıtma ilkesine yaslanan gerçekçiler, romantiklerin tersine insanın insanla ve toplumla ilişkisindeki sorunsalın nedenlerinin kökenine, çevreye iniyorlardı. Bu bağlamda dış dünyanın araştırılması, insanın dış dünyadan koparılmadan yansıtılması gerçekçiliği- realizmin romantizmden ayrılan en başat yanlarından biridir.
Gerçekçiliğin çıkış noktası tarihsel ve toplumsal bütünün doğrultusunda yaşama yönelmesi, bir yazarın içinde yaşadığı, soluduğu dünyayı eleştirel bir gözle ele alması ve yansıtmasıdır. Bu yansıtımın yönü ve nitelikleri değişiklikler göstermiş, bu nedenle eleştirmenler, yazın kuramcıları gerçekçiliği kimi türler altında toplamışlardır. On dokuzuncu yüzyıldaki gerçekçi yönelmeler eleştirel gerçekçilik, geleneksel gerçekçilik gibi terimlerle adlandırılmıştır. Eleştirel Gerçekçilikten başlayalım:
XIX. yüzyıldaki gelişmelerin, bilimsel ilerlemelerin, insan düşüncesindeki bu büyük açılımdaki payı yadsınamaz.Gerçekçilikte Auguste Comte'un (1798-1857) kurduğu, Hippolyte Taine'nin uyguladığı pozitivizmin etkisi vardır. Comte, bilimin deneysel yönteminin her alanda uygulanabileceğini göstermiştir. Gerçekçiliğin yaratıcı bir yönteme dönüşmesini hazırlayanlardan Hippolyte Taine; "Veriler ister özdeksel, ister tinsel olsun her zaman bir nedene dayanır. Sindirimin, kaslardaki devinimin, vücut ısısının,kendine özgü nedenleri olduğu gibi, tutkunun, yürekliliğin,doğru sözlülüğün de nedenleri vardır." demiştir. XIX. yüzyılın ortalarında, önce Fransa'da doğan gerçekçilik akımı yansıtma ilkesine dayanır. Bu doğrultuda bu akımın temsilcileri için sanat eseri bir aynaya benzetilebilir. Stendhal şöyle der: "Yol boyunca gezdirilen bir aynadır roman. …Bir bakarsın göklerin maviliğini, bir bakarsın yolun irili ufaklı çukurunda birikmiş çamuru görürsün. Sonra da kalkıp heybesinde bu aynayı taşıyanı ahlaksızlıkla mı suçlayacaksınız?... Böyle çamurlu çukuru bulunan yola, suyun akmasını, kokmasını, çamur çukurları meydana getirmesini önlemeyen temizlik müfettişine çatın…" Ancak bu yansıtımın gerçeği olduğu gibi "kopya etmek" anlamını içermediğini savunanlar olduğu gibi, yazarın tümüyle yansız davranması gerektiğini savunanlar vardır. Gerçekçi yazar bir fotoğraf sanatçısı gibi objektife takılan iyi kötü her şeyi yansıtmaktadır. Bunu yaparken de olayın geçtiği yeri, çevreyi çok iyi gözlemleyerek betimler.
Ancak bu betimleyişte sanat yapma endişesi taşımaz; amacı hem olayın hem de insanın olaylar ve çevre içinde daha iyi algılanmasını sağlamaktır. Gyorgy Lukacs, ’Avrupa Gerçekçiliği’ adlı yapıtında şöyle der: "Flaubert (kendi öğrencisi olan) genç Maupassant'a, bir ağacı, onu bütün ağaçlardan ayıran özellikleri keşfedene kadar gözlemlenmesi;ancak ondan sonra o belli ağacın biricik niteliğini uygun bir biçimde dile getirecek sözcükleri aramasını, söylerdi." Bu bağlamda hiç kuşku yok ki gerçekçi romanda gözlemleme de bir gerekliliktir.
Gerçekçi romanda yazar kişiliğini belli etmez. Turguenief'e göre:"Realizm, romancı ile kişiler arasındaki göbek bağını kesmiştir." Yazar bilim insanı kadar tarafsız olmalıdır. Zola ve Flaubert'in de üzerinde ısrarla durduğu tarafsızlık, gerçekçi romanda yöntem anlayışının önemli bir öğesidir. Balzac da Eugenie Grandet, Goriot Baba gibi yapıtlarında yaşadığı dönemi nesnel bir doğrulukla yansıtmıştır. Töreleri, görenekleri, alışkanlıkları, hukuk kurumlarını, süslü salonları, tefecilerin odalarını, ayaktakımının yaşadığı yerleri, kırsal kesimin töre ve ahlakını eleştirel bir yaklaşımla güzelduyusal doku içinde yansıtmıştır. Onun gibi eleştirel tutumu ve gerçekçiliğin yöntemini sürdüren yazarlar arasında Stendhal de vardır. Çizdiği tipler bireysellikleri, sınıfsal katmanları yönünden birbirinden ayrılık gösterir. (Julien Sorel, Mösyö de Renal gibi) Stendhal dış dünyayı insan açısından bir savaş alanı olarak görür.Yoksullarla varsılların arasında sürüp giden savaşın ayrımına varmıştır. Tüm eleştirel gerçekçilerin ortak yanıdır bu da. Kırmızı ve Siyah'ta insanla çevresinin ilişkileri açısından duyguların, tutkuların çözümlemesine girişir. Savaşı, sevgiyi, kiliseye karşı duyulan nefreti açık bir biçimde sergiler.
Eleştirel gerçekçiliğin Fransız edebiyatında diğer önemli ismi Gustave Flaubert'dir. Madame Bovary adlı romanında kentsoylu yaşam düzeninin insanı nasıl tükettiğini eleştirel bir tutumla yansıtmıştır. Balzac ve Stendhal’den ayrı bir tutumla toplumun anatomisini çizme yerine, toplumsal yapının etkisiyle oluşan insanlık durumlarına eğilmiş, gerçekçiliğin başat ilkesi olan tipleştirme ve yaşam çözümlemesine bağlı kalmıştır. Romanın kahramanı Emma ve Charles Bovary’yi unutamıyorsak; onların acılarını, düşlerini, pişmanlıklarınıkırılan onurlarını, kalabalık içindeki yalnızlıklarını okurken bugün de duyabiliyorsak, bunların ustaca tipleştirilmesindendir. Duygusal Eğitim, Üç Hikâye, Salambgibi yapıtlarında da bu özellikler görülmektedir. 19. yüzyıl Fransız kadınının kıstırılmış hayatını, evlilik müessesesinin insan doğasına aykırılığını, toplumsal değer yargılarının ve ahlak anlayışının ikiyüzlülüğünü ele alır.
Emma Bovary, okuduğu romanların etkisiyle aristokrasiye ve büyük burjuvaziye hayranlık duyan, aristokrasinin bir parçası olmayı hayal eden ve buna ulaşmak için, çabalayan, bu sınıfa giremese de en azından onlara yakın olmayı arzulayan bir kadındır. Bir üst sınıfa dâhil olabilmesinin tek yolunu o sınıftan erkeklerle birlikte olmakta bulmuştur. Paris'teki eğlence gecelerinde boy gösteren Emma Bovary'nin tükenişini ve arsenik içerek yaşamına son verişini gerçekçi bir yöntemle anlatır. Bu bağlamda "Flaubert, romanındaki her detayı gerçeklerle yoğurmaya çok önem vermiştir. Gerçekten de karısının sadakatsizliği sebebiyle perişan bir halde ölen Normandiyalı bir kasaba doktorunun yaşamış olduğu, Yonville kasabasının ise Honfleur yakınlarındaki Ry olduğu bilinmektedir. Bunun yanı sıra Dr. Lariveire’i tanınmış bir doktor olan babasını örnek alarak yaratmıştır. Emma’nın öldüğünü anlatan manzarayı yazarken küçükken yaşadıkları hastanenin pencerelerinden otopsilerin yapıldığı yerde gördüklerini yazdığı ve hatta Emma’nın intiharını anlatabilmek için kendisini arseniğin tadına bakacak kadar yoğun bir çalışmaya verdiği ve bu yüzden hasta olduğu söylenir.” Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, gerçekçilik (realizm) akımının ilk ve en önemli örneklerindendir. Konusunu gerçek yaşamdan alan bu roman, bir dramdır; kentsoylu yaşamın batağında, romantik düşlerin peşinde koşan bir kadının dramı. Doyumsuz tutkuların ağında mutluluk hayalleri kuran Emma Bovary, gördüğü bayağılık ve ihanetle yıkılır. Asla yaşayamayacağı bir aşk için, şöhretini ve gururunu ayaklar altına alır, hayatını feda eder. Var olduğunu sandığı büyük insani duygular ve değerler, küçük çıkarlar ve para karşısında tuz-buz olur. Sonunda aşk acılarıyla kıvranarak romantik düşlerini yitirir, her şeyden duyduğu korku ve pişmanlık içinde hayatına son verir. Evet, Madam Bovary kadın ruhunun (aşk) acılarını eşsiz bir güçle anlatan güçlü bir romandır.
Eleştirel gerçekçilik ayrıca, toplumdaki çatışma ve çelişkileri de yansıtır. Bu çelişki ve çatışkıların nereden kaynaklandığını araştırır. Fransız yazınında eleştirel gerçekçiliğin bu yönünü derinleştiren akımın büyük işçilerinden biri olan Guy de Maupassant'tır. (1850-1893) Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Gibi Kuvvetli adlı romanlarında ve kimi öykülerinde çok değişik katmanlardan seçtiği tiplerle bürokratlardan, para düşkünü açgözlü küçük kent soylulara, para babalarından kaldırım yosmalarına, genelev işleticilerine kadar kişileri yansıtır. B. Suchkov'un dediği gibi, Maupassant'tın yapıtlarının alt yapısını oluşturan temel gözlem; "anamalcı düzen ve kentsoylu yaşamın maddi çıkar kaygısını körüklediği, insanı insansal özelliklerinden soyduğu ve hayvanlaştırdığı"dır.
İngiliz yazınında Charles Dickens İnsan kişiliğini oluşturan çizgilerden birini sivriltme, yoğunlaştırma yolunu izlemiştir. İki Şehrin Hikâyesi, Oliver Twist, David Copperfild de olduğu gibi. Sınıfsal çatışmalara eğilmiş, O. Tiwist'te varsıllarla yoksullar arasındaki dengesizliğe ayna tutmuştur. Yine George Eliot (Romala, Silas Marner. İnsan ilişkilerinin altında yatan nedenleri göstermeye çalışır.), Thomas Hardy(Çılgın Kalabalıktan Uzak, Yerlinin Dönüşü gibi yapıtlarında insan gerçeğini aydınlatmaya çalışır), Charlotte Bronte (Jane Eyre, Rüzgârlı Bayır da olduğu gibi insanların tutkularını sevgiyle dengelemeye çalışır.), Herman Melvill (Moby Dick=Beyaz Balina eleştirel gerçekçiliğin bütün tutum ve yöntemini örneklendirir.) eleştirel gerçekçiliğin Avrupa'daki önemli temsilcileri arasında yer alırlar.
Eleştirel gerçekçiliğin Rusya'da gelişimini değişik yazınsal türlerle gözlemleyebiliriz. Nikolay Gogol'un yergi üzerine kurulu güldürüsü Müfettiş, toprak köleliğinin egemen olduğu Çarlık Rusya'sına tutulan bir ayna niteliği taşıyan "Ölü Canlar"akımın başarılı örnekleridir. Eleştirel gerçekçiliğin doruk adlarından biri de Tolstoy'dur. Çarlığın çöküşünü yönlendiren nedenleri romanlarında vurgulamıştır. G. Lukacks'ın belirtimiyle Tolstoy;" 1861'den 1905'e kadar süren köylü ayaklanmasının sanatçısıdır. Bütün yaşamı boyunca yazdıklarında, sömürülen köylüler görülür ya da görülmez, ama daima var olan baş oyuncudur."Savaş ve Barış, Anna Karanina, Ölümden sonra dirilme,İvan İlyiç'in Ölümü gibi yapıtlarında yaşamın akışı keskin bir gözlem gücüyle değerlendirmiş,töresel çürümüşlükleri, köylü dünyasının küçük ayrıntılarını destansı bir dille yansıtmıştır. Ayrıca A.Çehov şiirsel gerçekçilik denilen gerçekçiliğin başka bir türünde ürünler vermiştir. Kişileri toplumsal çevreleri içinde bunaltan, onların yaşamlarını zehirleyen etkenleri olayların yırtıcılığına ve acımasızlığına sığınmadan göstermiştir. Vanya Dayı, Martı, Vişne Bahçesi gibi oyunlarında ve öykülerinde insana karşı sonsuz bir acıma, insanı ezen, tüketen koşullara da yergiyle yaklaşır.
Eleştirel gerçekçiliğin belirli özelliklerinden biri de insanın iç dünyasına eğilmesi, bu dünyayı, içinde bulunduğu toplumsal çevrenin insanın iç dünyasını nasıl etkilediğini, nasıl biçimlendirdiğini özenli bir çözümleyişle yansıtmasıdır. Bunu en iyi uygulayan romancı Dostoyevski'dir. (1822-1881)"İnsan zihninin ve ruhunun anatomisini çıkarıp, insan bilincinin en gizli kalmış bölgelerine uzanmış bir yazardır."Suç ve Ceza, Karamazof Kardeşler, Budala, Ezilenler, İnsancıklar…"adlı romanlarında insanın toplumsal boyutuyla ruhsal boyutunu birlikte vermeye çalışmıştır. Dostoyevski, Suç ve Ceza'da kardeşi Sonya'yı hırpalar, döver ve eve para getirmesi için zorlar. Giderek ailenin geçimi için Sonya fahişelik yapmak zorunda kalmıştır. Gerçekçi yazarlar kadınların, toplumdaki bozulma ve çürümelerden en çok etkilenen ve zarar görenler olduklarını yapıtlarında yansıtmışlardır.
KAYNAKLAR
György Lukacs: Gerçekçiliğin Tarihi, Çeviren: Cevat Çapan, Payel Yayınevi,1979
Mehmet H. Doğan, Yüz Soruda Estetik, Gerçek Yayınevi
Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları
Türk Dili Yazın Akımları Özel Sayısı
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.