YAZAN: Emine KAMÇI
Birazcık keyfim kaçsa anneciğim hemen bana, “Benim küstüm çiçeğim, soldu yine, küstü yine!” derdi.
Yıllar sonra bugün yine keyfim kaçtı, soldu yüzüm, küstüm yine, annemin deyimiyle.
Soldum solmasına da oysa ben daha da fazla solmak, solup da bir yaprak gibi kurumak, sonra da un ufak olup dört bir yana savrulmak istiyordum. Fakat bunu neden istediğimi sorsalar, yanıtını da bilmiyordum.
Bildiğim bir şey vardı ki yakında buradan, bu evden çıkıp gideceğimdi. Sürekli düşlediğim, gözümde canlandırdığım, dört bir yanı parmaklıklı pencerelerle çevrelenmiş o eve. Bunları düşünürken de içimin burkulmasına, gözlerimin dolmasına engel olamadan derin üzüntü yaşıyordum.
Bu üzüntü de neyin nesiydi? Bu sonu kendim de istememiş miydim?
Takılıp siyah kedimin peşine, arka balkonun aşağısındaki bahçeme indim. Hala “bahçeme” diyordum. Artık bu sözcükten bir şekilde kurtulmalıydım. Yakında benim olmaktan çıkacaktı nasıl olsa. Her neyse, ıslak demir basamaklardan o minik adımları takip ederek nemli yapraklarla kaplı zemine dikkatlice indim. Gerçekten kimi şeyler ıslak kimileriyse nemliydi. Çünkü durmadan yağmur yağıyor, hiçbir şeyin kurumasına izin vermiyordu.
Nice zamandır bu bahçeye, beyaz bir kedi dadanmış, bizim kedimizi de bir hayli korkutmuştu. Bu yüzden zavallı kedicik artık bahçeye yalnız başına inmek istemez olmuştu. İşte bugün de yine merdivenin başında mızıldandığını görünce onunla inmeye karar vererek ardından gitmiştim.
Aşağısı bana çok kasvetli gelmişti. Belki gerçekten öyleydi belki de içimi yakan ayrılık ateşinden öyle görünmüştü. Her ne olursa olsun, öyleydi işte. Bahçedeki iki masanın üzeri de tıpkı zemin gibi ıslak yapraklarla kaplıydı. Yalnızca masalar mı? Bahçedeki sandalyeler, koltuklar da öyleydi.
Aylardır nasıl da ihmal etmiştim burayı. Ağaçlardan dökülen yaprakları süpürmemiş, masaları, sandalyeleri yıkayıp temizlememiştim. Oysaki önceleri hiç böyle yapmaz, kışın soğuğu da olsa, mutlaka onları yıkayıp arındırırdım.
Demek ki annemin “küstüm çiçeği” tüm bahçe elemanlarına da küsmüştü. Küsmüş müydüm gerçekten? Hayır, aslında küsmemiştim de bir kaçıştı benimkisi yalnızca. Evet, kaçıyordum ben onlardan. Onlarla yüz yüze gelmekten, onlara veda etmekten korkuyordum. Dahası, utanıyordum da onlardan. Onca emek verdiğim, suladığım, diplerini tazelediğim ağaçlarım; erik ağacım, küçük zeytin ağaçlarım, çiçeği burnunda zerdali ağacım, diğer yandaki, dört bir yanı sarmış olan üzüm asmam, hanımelim, “madem bizi bırakacaktın da neden bu boya getirdin?” diyecek evlatlar gibi bana hesap sormalarından korkuyordum aslında.
Bundan sonra ne yapacaktı bu küstüm çiçeği? Zamanla açacak mıydı çiçekleri? Her açıldığında soğuk bir el gelip minik yapraklarına dokunarak küstürür müydü onu yeniden.
Birazcık keyfim kaçsa anneciğim hemen bana, “Benim küstüm çiçeğim, soldu yine, küstü yine!” derdi.
Yıllar sonra bugün yine keyfim kaçtı, soldu yüzüm, küstüm yine, annemin deyimiyle.
Soldum solmasına da oysa ben daha da fazla solmak, solup da bir yaprak gibi kurumak, sonra da un ufak olup dört bir yana savrulmak istiyordum. Fakat bunu neden istediğimi sorsalar, yanıtını da bilmiyordum.
Bildiğim bir şey vardı ki yakında buradan, bu evden çıkıp gideceğimdi. Sürekli düşlediğim, gözümde canlandırdığım, dört bir yanı parmaklıklı pencerelerle çevrelenmiş o eve. Bunları düşünürken de içimin burkulmasına, gözlerimin dolmasına engel olamadan derin üzüntü yaşıyordum.
Bu üzüntü de neyin nesiydi? Bu sonu kendim de istememiş miydim?
Takılıp siyah kedimin peşine, arka balkonun aşağısındaki bahçeme indim. Hala “bahçeme” diyordum. Artık bu sözcükten bir şekilde kurtulmalıydım. Yakında benim olmaktan çıkacaktı nasıl olsa. Her neyse, ıslak demir basamaklardan o minik adımları takip ederek nemli yapraklarla kaplı zemine dikkatlice indim. Gerçekten kimi şeyler ıslak kimileriyse nemliydi. Çünkü durmadan yağmur yağıyor, hiçbir şeyin kurumasına izin vermiyordu.
Nice zamandır bu bahçeye, beyaz bir kedi dadanmış, bizim kedimizi de bir hayli korkutmuştu. Bu yüzden zavallı kedicik artık bahçeye yalnız başına inmek istemez olmuştu. İşte bugün de yine merdivenin başında mızıldandığını görünce onunla inmeye karar vererek ardından gitmiştim.
Aşağısı bana çok kasvetli gelmişti. Belki gerçekten öyleydi belki de içimi yakan ayrılık ateşinden öyle görünmüştü. Her ne olursa olsun, öyleydi işte. Bahçedeki iki masanın üzeri de tıpkı zemin gibi ıslak yapraklarla kaplıydı. Yalnızca masalar mı? Bahçedeki sandalyeler, koltuklar da öyleydi.
Aylardır nasıl da ihmal etmiştim burayı. Ağaçlardan dökülen yaprakları süpürmemiş, masaları, sandalyeleri yıkayıp temizlememiştim. Oysaki önceleri hiç böyle yapmaz, kışın soğuğu da olsa, mutlaka onları yıkayıp arındırırdım.
Demek ki annemin “küstüm çiçeği” tüm bahçe elemanlarına da küsmüştü. Küsmüş müydüm gerçekten? Hayır, aslında küsmemiştim de bir kaçıştı benimkisi yalnızca. Evet, kaçıyordum ben onlardan. Onlarla yüz yüze gelmekten, onlara veda etmekten korkuyordum. Dahası, utanıyordum da onlardan. Onca emek verdiğim, suladığım, diplerini tazelediğim ağaçlarım; erik ağacım, küçük zeytin ağaçlarım, çiçeği burnunda zerdali ağacım, diğer yandaki, dört bir yanı sarmış olan üzüm asmam, hanımelim, “madem bizi bırakacaktın da neden bu boya getirdin?” diyecek evlatlar gibi bana hesap sormalarından korkuyordum aslında.
Bundan sonra ne yapacaktı bu küstüm çiçeği? Zamanla açacak mıydı çiçekleri? Her açıldığında soğuk bir el gelip minik yapraklarına dokunarak küstürür müydü onu yeniden.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.