yaylaboztas@yahoo.com
Kısa ve beyaz saçları, kolyesi ve mavi gözleriyle uzaklara bakıyor.
Çimenlik, doğal bir ortamda karşılıklı iki tahta bankın ortasında, tahta dikdörtgen bir masanın olduğu siyah beyaz fotoğraf.
YAZAN: Yayla BOZTAŞ

Sokağa çıktığımda gözlerimin değdiği her görüntü beni mutsuz ediyor artık. Oysa coşkum, anlayışım, duyarlığım, benim en önemli niteliklerim değil miydi?
Aralık ayında manavlarda çilek, Mart’ta karpuz görmek beni sevindirmiyor. Özlemle bekleyemediğim her şey için üzüntü duyuyorum. Özleyemez, bekleyemez olmak, bir şeyin burnumda tütüyor olmaması elimden alınmış bir hak gibi geliyor bana.
Taze fasulye Mayıs’ta göstermeli yüzünü. Turfandayla bir mevsime daha ulaşmanın muştusunu yaşamalı insan. Hiç eksilmiyor ki tezgâhlardan, onun da burunlarda tütmesi yasaklandı…
Kiraz mevsimi yok artık. Bütün kirazlar mevsimsiz şimdi. Oysa Sait Faik “Kiraz Mevsiminin sevişme vakti olduğunu” söylememiş miydi? O zaman sevişmeler de vakitsiz. Onun için mi sevgiyi küstürüyor sevgililer, şimdi telefonlarda ruhsuz iletiler, emojili sevgi sözcükleri.
İnsanları, canlıları, doğayı bu denli seven ben, kentten kaçıp bir ormanda yaşamak istiyorsam bir nedeni var diye düşünüyorum. Beni ben mi değiştirdim?
Kulağına yapışmış telefonu, kulakları sağır eden gürültüsüyle araba kullanan, havalı yeni yetme delikanlı için, “Gençtir, arayışları var, her şeyi denemek hakkıdır,” diye anlayış gösteremiyorum. Neden?
Kaldırımlarda karşılaştığım insanlara neden hep ben yol veriyorum? Yaşlıyı, çocukluyu, engelliyi anlıyorum da telefonuna yapışmış genç kızlar, delikanlılar neden üstüme üstüme geliyor? Çekilmesem çarpışacağım onlarla. Gözleri mi kör, izanları mı yok? Yoksa ben insan olarak saygıyı hiç mi hak etmiyorum?
Durakta beklerken izmaritini aymazlıkla yere atan süslü kadına, yüreğini incitecek sözler söylemek benim insancıl yapımla ne kadar ters…
Kara çarşaftan bakan, sinsi gözler içime paslı bıçaklar gibi saplanıyor. Bir göz, bir burun olarak gördüğüm bu kadınlar için “Kocalarının baskısı, ne yapsınlar?” diye düşünmek asla geçmiyor içimden.
Doğum çatlaklı göbeği, giydiği daracık bluzundan pırtlayan; poposunun çatalı görünen, çocuğunun elinden tutmuş genç anneye “Sen bir annesin, hiç yakışmamış” dersem çok ileri gitmiş olur muyum? Tutucu yaftasını yapıştırmayın bana ne olur.
Garip memleketimin güzelim doğasını kirleten, çıkarları için ağaçlarını yakan, hayvanlarını acımasızca katleden insanlardan, tarihi eserlerini betonlarla örten, niteliksiz, görgüsüz, yetkisiz yetkililerden nefret edişim yeni değil, ama şimdiye kadar onları betonlara gömmek kadar kıyıcı düşünmemiştim.
Emeklerine katkı olsun diye alışveriş yaptığım, gözlerinin güzelliğini överek gönlünü aldığım bazı satıcı kadınların köylü kurnazlığından, fırsatçılıklarından, duygularımı sömürmesinden yoruldum.
Evimin hemen karşısına dükkân açan, kokularıyla, arabesk müziğiyle beni balkonumda oturtmayan köfteci için “Kazancı bol olsun” yerine “İnşallah iş yapamaz, kapanır!” diyen ben miyim?
Deniz kenarında çekirdek “çitletip” çöp dağı oluşturan, güzel çimenlerin üzerinde, yayılıp karnını doyuran, atıklarını, karpuz kabuklarını, boş şişelerini bırakan görgüsüz insanları çöpleriyle birlikte siyah poşetlere doldurmalı. Her yanlış davranışı yapıp haklı gibi kafa tutan magandaları ise ormandaki hemcinsleri ile -ayılara yazık olsa da- yaşamaya mahkûm etmeli.
Kendimden, kıyıcı, acımasız düşüncelerimden utanıyorum. Kuşatılmış beynimin, acıyan yüreğimin, sonsuz anlayış ve sevgimin yok oluşuna üzülüyorum.
Kaybolan, uyum sağlayamayan, çağ dışı kalan benim galiba. Yazık oldu bana…

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.