Bir televizyon stüdyosunda çekilmiş sahne. Ortada bir adam, takım elbise giymiş ve kravat takmış bir şekilde duruyor. Önünde, şeffaf bir küre içinde bir nesne var. Arka planda, üzerinde 1'den 60'a kadar sıralanmış sayılar bulunan bir pano. Panonun bazı bölümleri kırmızı renkle işaretlenmiş. Ekranın sağ alt köşesinde "TV1" logosu.

YAZAN: Fatma Işık KAYA (Fadime)



 Ben çocukken çok salaktım.



Edip Akbayram’ın ismini Edi zannederdim. Yani o, benim için Edi Pakbayramdı. Ablama, “Nasıl olup da koca bir günü canın sıkılmadan evde oturarak geçiriyorsun?” demiştim. Büyüyünce insanın canı sokakta oynamak istemez ki cevabını vermişti. Uzunca bir süre büyüyüp büyümediğimi anlamak için kendime, “Canım sokakta oynamayı istiyor mu?” diye sormuştum. Annem erkeğin cinsel organını pipi kadınınkini kutu olarak tanımlamıştı. O zamanlar TRT’de Cenk Koray’ın sunduğu Tele Kutu diye bir yarışma vardı. Yarışmacılar, “Hayır Cenk Bey, ben kutumu açmak istiyorum.” deyince koşarak odadan kaçardım.



Sabahları kalktığımda aklımın hala yerinde olup olmadığını anlamak için 2+2, 3+4 gibi toplama işlemleri yapardım. Sonuçlar doğru olunca da çok sevinirdim. Dedemle parka gittiğimiz bir gün TRT’ciler çekim için oradaydı. Beni oynarken çektiler. Yayın günü bizim aile, jeneriğinde gözüktüğüm çocuk programını izlemek için televizyon başına geçti. Kendimi ekranda görünce, “Beni niye parkta unuttunuz?” diye gözyaşlarına boğulmuştum.



Geri vites kavramım yoktu. Şoför, kolunu koltuğa atıp arkaya doğru bakınca araba otomatikman geri geri gidiyor zannederdim. Benden büyük kuzenlerim dondurmacıların dondurma külahlarının sivri kısmıyla kulaklarını karıştırdığını söylemişti, inanmıştım. Hala daha külahların sivri kısımlarını yemem, çöpe atarım. Babaannem bir gün gelirse, sevdiğim dizilerin olmadığı bir gün gelsin istiyordum.



Ağabeyimle Karaoğlancılık oynardık. O Karaoğlan olurdu, beni de Bizans askeri yapardı. Sonra evire çevire döverdi. Çok mühim bir şey yaptığımı sandığım için canım yansa bile hiç sesimi çıkarmazdım. Yeşil ve siyah zeytinin ayrı ağaçlarda yetiştiğini sanırdım. Bulmacalardaki “annenin erkek kardeşi” kısmına dayımın beş harfli ismini sığdırmaya çalışırdım.



Anaokulunda patates baskısı yapmayı öğrenmiştik. O kadar hoşuma gitmişti ki, evde duvarlara, masa örtülerine filan basmıştım. Ancak sanat merakım annemin yeni aldığı beyaz eteğe patatesi yapıştırmamla son bulmuştu. Hem gönlünü almak hem de el koyduğu patateslerime kavuşmak için dâhiyane bir fikirle öğretmenimin yanına gittim. Annem yazısını patatese oydurttum. Sevinçle eve gelerek soyundum. Renkli boyalara batırdığım patatesi vücudumun her tarafına bastım. Sonra da annemin karşısına geçtim. Beni o halde görünce ağlamaya başlamıştı.



Madonna ile Maradona’yı kardeş zannederdim. Kendi kendime, “Bunların babası ne şanslı be. Bir çocuğu futbolun kralı, biri müziğin kraliçesi derdim.” Birinden özür dilediğim zaman, Allah’ın bana bir özür vereceğini sanırdım. Sakat olacağımı düşünüp hemen dilediğim özrü geri alırdım.



Kurban bayramında toplanan derilerden uçak yapıldığını sanırdım. Uçakların dış yüzeyi bu derilerle kaplandığı için Türk Hava Kurumu’nun topladığını düşünüyordum. Uçak kaçırma filmlerinde silahla ateş edildiğinde “Ayyy! Deri delindi!” derdim.



“Gil” diye konuşanları fakir zannederdim. Annem banyodan çıktıktan sonra babamın söylediği, “Sıhhatler olsun.” lafını “Saatler olsun.” diye anlardım. Bunun da “Banyoda amma çok kaldın.” gibi bir şey demek olduğunu sanıp, babamın anneme kızdığını düşünürdüm. Annemin buna karşın niye sadece, “Sağ ol.” dediğini merak ederdim. “Ne kibar kadın.” derdim."



Cem Yılmaz.



Benim çocukluğumdaki salaklıklarımın yanında Cem Yılmaz’ın yaptıklarına salaklık mı denir yaa? Okuyunca neler hissedeceksiniz çok merak ediyorum.



Doğma, büyüme, yaşlanma kavramım yoktu. İnsanların hep bulundukları yaşlarda olduklarına ve daima öyle kalacaklarına inanırdım. Rahmetli annem bebekliğimi anlattığında, "Ben hiç bebek olmadım ki" demiştim. Babamla çocukluklarından söz ettiklerinde çok yadırgar, onları oldukları halleriyle ama boyları minicik olarak canlandırabilirdim hayâlimde.



Gökyüzünü camdan sanırdım. İyice yükselsek parmağımızla tik tik tik vuracağımızı düşünür, kuşların, uçakların nasıl olup da çarparak tuzla buz etmediklerine şaşar kalırdım.



Van'daydık. Cevdet Sunay gelecek" dediler. Tüm çocuklar başımızı göğe kaldırıp Cumhurbaşkanı'nı getirecek uçağı beklemeye başladık. Uçağı Cevdet Sunay kullanıyor sanmış, alçaktan uçacağına ve onu çok yakından göreceğime inanmıştım.



Bizim evde yaşanan her olayın komşu evlerde de aynı şekilde yaşandığını düşünürdüm.



Dedem vefat ettiğinde R harfini söyleyemeyen arkadaşım Selma'nın; "Üzülme. Allah sana bi tane daha dede veyiy." sözüne inanmış ama bir türlü akıl erdirememiştim yeni bir dedenin nasıl geleceğine. Nedense aileme de soramamış, günlerce kafamda evirip çevirip durmuş, bir sonuca varamayarak unutup gitmiştim.



Peygamberimizi sinekkaydı traşlı, modern saç kesimli, takım elbiseli olarak canlandırırdım gözümde.



Babam Atatürk ve kurtuluş savaşımızı anlattığında Ata'mızın "Düşmaan. Gel sana bir şey söyleyeceğim." diyerek kandırıp, hepsini teker teker öldürdüğünü, bu olayların asfalt yolların ortasında yaşandığını sanmıştım uzun bir süre. 



Biz iki kardeşiz. İkimizin arasında bir kız kardeşim oldu. Babamın görevi dolayısıyla bulunduğumuz Van'dan anneannemlerin yaşadığı İzmir'e gelmiştik Annemin ve bebeğin sağlığı için. Doktorların ihmali yüzünden onu kaybettik. Çok üzüldük ve sarsıldık elbette. Türk milleti herşeyi bir şekilde dine ve Allah'a havale ederek teselli arar. "Allah verdi, Allah aldı." dedi ailem. Benim gözümün önüne uzun elbiseli, orta uzunlukta, hafif dalgalı saçlı bir kadının kucağına aldığı çıplak bebeği götürmesi gelirdi.



Yüzünü bile göremediğim kız kardeşimi kaybettikten bir yıl sonra annem bana dünyalar tatlısı bir oğlan kardeş armağan etti. Bebeğin karnından nasıl çıktığını sorduğumda rahmetli annem: "Karnım açıldı, ebe bebeği çıkardı, sonra ilâç koydu, kapandı" demişti. Çocuk aklımla inanmıştım tabii. Annemin karnının klozet kapağı gibi açılıp kapandığını düşünmüştüm iyi mi?



O yıllarda radyoda sabahın erken saatlerinde Halk Hikâyeleri adlı bir program olur, efsaneler ya da çokeskilerden gerçek yaşanmışlıklar kısa oyunlar hâlinde yayınlanırdı. Onlardan birinde çocuğu olmayan bir kadına kocası oyuncak bebek alıyor ve kadının sonsuz sevgisi sonucu bebek canlanıyordu. Ben de oyuncak bebeklerimden ya da hayvanlarımdan biri canlansın diye her gece uyumadan önce dua etmeye başlamıştım.



Boş ilâç kutularından birini elimde tutup, onun sihirli olması için de hayli dua etmişliğim vardır. Kutu sihirli olunca, bir güzel ovuşturacağım, içinden balerinlerin giydiği tütüler gibi kabarık kırmızı ya da mavi elbiseli, mini minnacık bir peri kızı çıkacak, elindeki minicik sihirli değneği ile bir dokunuşta ne istersem yerine getirecekti.



Babam bana bir düdük almıştı. Uzun, alt kısmında da akordeon gibi, bir yerlere hafifçe vurunca ses çıkaran parçası vardı. O sesi duymaya bayıldığımdan oraya buraya vururken düdük kırılmış, ikiye ayrılan parçaların uçlarına dokununca elime yapışkan bir şey gelmişti. O günden sonra insanların da bir yerleri kırıldığında, kırılan yerin tıpkı düdüğüm gibi ikiye ayrıldığını ve ayrılan yerlerde yapışkan bir şeyler hatta daha da ileri giderek bunun bir çeşit bal olduğunu düşünmeye başlamıştım.



Gelelim yanlış anladığım sözlere.



Zeki Müren Zeki Miren'di.



Dışişleri bakanlığı değil dı şişleri bakanlığıydı. Aklıma örgü şişleri gelirdi.



Radyoda spiker sayın dinleyiciler derdi. Ben "Sangini niyniyciler" anlardım.



Kur'an okunurken: "Eüzübillahimine şeytanirracim" sözü



"Eüzübillahimineşşeyguvanguvadin"di.



Babam her yemekten sonra; "Allah bereket versin. Allah olmayanlara da versin" derdi.



Ben ise; "Allah bereket versin. Allah'ım mennara da versin" anlardım.



Bir de şarkıların, türkülerin sözlerini yanlış anlamam vardı ki evlere şenlik.



"Al şu mumu eline yak demedim mi?"



"Kasaturayı beline tak demedim mi?"



"Akşama yolun uzak kal demedim mi?"



Türküsünün sözleri:



"Al çubuğu eline, at demedim mi?"



"Tasasurayı beline tak demedim mi?"



"Akşama yolunuza kal demedim mi?" idi. 



Babama "tasasura ne demek" diye de sormuştum.



Çok sevdiğim mehter marşı.



 "Sen böyle yürürken tuğla, sancakla,"



"Türk'ün savaşları geliyor akla."



Benim anladığım:



"Sen söyle, lülünde kuvak vakvakvak",



"Üstün savaşların resi dovaştan."



Yörük Ali türküsünün "Yörük de Ali'yi sorarsan Efelerin seçmesi" sözleri, "Görünce Ali'yi ne dersin?"di. 



"Gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın" benim kulaklarımda; "gözleri aşka gülen tazesi üt dalısın" olarak yankılanırdı.



Şarkının devamındaki "Sensiz elem bana yar", "sen size lembana yar"dı.  



Bir reklam cıngılı vardı. Güney sanayii. O Güney pazarıydı.



Bir kumaş reklamının cıngılı:



"Evli, bekâr nişanlı, herkese Tavşanlı."



"Sevdim mişen mişende, herkese Perşembe." idi.  



"Ata'm sen rahat uyu,



Yolcusuyuz biz hürriyetin.



Ata'm sen rahat uyu,



Bekçisiyiz cumhuriyetin." diyen o güzelim marşı;



"Ata'm senhatuyu" diye bas bas bağırarak söylerdim.



Cem Yılmaz yazımı okusa "Beterin beteri var. Haline şükret dostum." şarkısını büyük bir mutlulukla, keyifle seslendirmez mi bu şartlarda? 



Elinizi vicdanınıza koyup söyleyin. Çocukken hangimiz daha salakmışız? 



18-Eylül-2024-Çarşamba

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.