gulserenmungan@gmail.com
Uzun, kızıl-kahverengi saçlı ve saçları arkaya doğru toplanmış. Yüzünde hafif bir makyaj bulunuyor; gözlerinde eyeliner ve pembe tonlarında bir ruj sürülmüş. Gülümsüyor. Üzerinde çiçek desenli bir bluz ve boynunda renkli taşlardan oluşan gösterişli bir kolye var. Sol kulağında sarkık bir küpe takılı. Arka planda cam bir pencere ve dışarıda ağaçlar görünüyor.
Alevler içinde bir ev. Çatı kısmından yoğun alevler ve dumanlar yükseliyor. Yangın çok şiddetli ve üst kat tamamen yanıyor. Evin önünde küçük bir bahçe ve beyaz bir kapı var. Arka planda ağaçlar seçiliyor. Yangın alanında görünür şekilde kimse yok.
YAZAN: Gülseren MUNGAN

Güneş yüzünü gösteriyor artık. Dağ lâleleri açtı. Hem de papatyalar… Yaylalar süt ve kekik kokuyor. Koyunların, keçilerin sesi yankılanıyor vadilerde. Taşlar ısınıyor. Toprak gözünü açtı. Kuşlar ötüşüyor, sular çağıldıyor. Kısacası; dağlar uyandı. Kardelenlerin zamanı geçti, umarsız gittiler.
Beyaz, yerini rengârenkliğe bıraktı…
Umursamıyor Fehime güneşi falan. İçinde bin yılan kımıldıyor sanki. Bir yüksek dağlara bakıyor, bir alçak ovaya. Tam ortasında yılgınlığın. Yedi ay kış boğmuş umudunu, şimdi de göç etme korkusu… Gidin demesi kolay. Nereye gider, ne yapar, neyle geçinirler? Bir at arabasına dolduracaklar kendilerini. Her şeylerini… Zaten iki göz odada ne olur ki? Sığışırlar bir at arabasına geçer giderler. Bir oğlu, bir kızı, bir de kendi. Kim arar, kim sorar onları?
Gözü, tülbendinin oyalarında, dalgın Fehime… Oyalardan birini alıp ağzına, ısırıyor, farkında değil. Yeni yaşam kolay mı? Ya Adana ya Mersin’e; pamuk toplamaya, ya da fındığa gidecekler. Artık işçi başı nereye derse…
“Ana! Ana!”
Kızı bu seslenen, telaşlanıyor. Pencereden uzatıyor başını:
“Ne var, ne oldu? Ne var?”
Her an korkunun âlâsı içlerindeki. Her an bir şeyler olacak gibi. Her an, gök karışacak, yerle vuruşacak gibi. Kurşun, yağmura sarılıp başlarına yağacak gibi… Diken üstünde bir yaşamın eteğindeler. Koşarak geliyor çocuk:
“Ana, ana! Medo yukarı çıktı,” diyor telâşla.
Yüreğini ağzına getiren şey bu demek. Çocuk işte…
Medo, kızının keçisi. Yavrulamak üzere. Birkaç koyun, birkaç keçileri var. Evlerine yakın, daha çok arpa ekili kıraç bir tarlaları, birkaç asmalık üzümleri. Her şeyleri işte böyle birkaç, birkaç… Çok şeyleri hiç yok. Hayalleri bile azıcık: Bir öğretmen, bir sağlık ocağı, yol, su…
Kızının sesi soluğu kesiliyor. Merakla evden çıkıyor Fehime. Kızı Medine ortalarda yok. Keçisinin peşinden gitmiş belli ki. O da arkasından seğirtiyor. Patikayı lâstik terliklerle çıkmakta zorlanıyor ama kızını bulmak zorunda çünkü her yer tuzak dolu.
Kocası mayına bastı iki yıl önce, ayağı koptu. İyileşemedi. Kangren mi ne diyorlar, ondan oldu işte. Yitirdi kocasını. Oğlu Ferhat var iyi ki. On dördünde. Her işe o koşuyor. Oğlu, dünya iyisi bir insanoğlu. Yok, bir melâike sanki.
Fehime, kızının peşinden patikadan aşağıya sarkıyor şimdi. Medine yok ortalarda.
“Medinee, Medinee…Neredesin kızcağızım? Bilmez misin oralar tehlikeli?”
Sesi yankılanıyor dağlarda ama kızı yanıt vermiyor.” Döner nasılsa Medo’yu bulunca,” diyor içinden. Geri dönmeli. Birkaç güne yola çıkacaklar. Yolluk hazırlayacak, yolda aç kalmasın çocukları. Hayvanları götürüp kasaba verecekler daha. Onları götürmek zor.
Geri döndüğünde, iki jandarma erini kapıda bekler buluyor Fehime. Korkuyor.
“Bu evin eri kim?” diyor biri.
“Çağır gelsin!” diyor öteki.
“Benim erim yok kardaşım. Ne diyeceksen bana de.”
“Yarın bu köy boşalmış olacak, bilesiniz.”
Bu kez şaşırıyor Fehime:
“Etmeyin!” diyor. Biz daha gidecek yer bulamadık. Haber bekleriz Adana’dan. Daha birkaç günümüz var, öyle dediydiniz.
“Durum değişti. Emir böyle. Yarın öğlene köy boşalmış olacak. Sakın kalan malan olmasın; çünkü boşalan köyler yakılacak. Haberiniz ola.”
“Ne, ateşe mi vereceksiniz? Elli hanenin ellisini de mi?”
“Hepsini, emir böyle.”
“Ya diğerleri?”
“Hepsine söylendi. Bir siz kaldıydınız. Hadi kolay gele.”
“Emir kulu onlar, “diye geçiriyor içinden arkalarından bakarken Fehime. Çöküyor kapının önüne, alıyor başını ellerinin arasına. Sonra, dizlerinin üzerine kapanıyor. Saatler geçiyor sanki… Bir el dokunuyor omzuna, irkiliyor. Oğlu Ferhat bu. Soran gözlerle bakıyor ona. Nice sessiz gelmiş böyle? Sarılıp koluna oğlunun, bırakıyor gözyaşlarını. Artık ağlıyor Fehime. Sonunda ağlayabiliyor. Hep güçlü olmak kolay mı? Hiç konuşmuyor oğlu. Belli sıra dışı bir şey olmuş. Bekliyor.
“Oğlum…” diyor zar zor kaygılı bir ses tonuyla. “Oğlum, jandarma geldi. Yarın gidecekmişiz. En geç öğleye çıkacakmışız. Evlerimizi yakacaklar. Nereye gitsek dönemeyeceğiz. Daha haber de gelmedi Adana’dan,” der demez yeniden boşalıyor gözyaşları acıyla…
“Ağlama,” diyor oğlu. “Hele hazırlanalım biz, emi anam? Ağlama sen.”
“Medine’yi bul ay oğlum. Medo’nun peşinden gitti.”
“Tamam anam, meraklanma sen.”
Sakinleşiyor biraz Fehime. Koyunların çıngırak sesleri, keçilerin melemesi geliyor kulağına.
Bir hoş oluyor. Tülbendinin ucuyla siliyor gözlerini, oğlunun arkasından bakıyor. “Tanrı, seni ve kızımı korusun,” diyor içinden. Umarsızlar. Yapacak bir şey yok, gidecekler. İstemiyorlar ama gidecekler.
Eve giriyor. Evin her yanında anılar var. Onlara dokunuyor bir bir… Duvardaki birkaç eski fotoğrafı okşuyor. Kocasının sesi çınlıyor kulaklarında: “Fehime, hele gel otur bir şey diyecem sana.”
“Ne sevecen adamdı,” diye geçiriyor içinden.” İyiler hep mi erken gider?” Hıçkırıkları boğazına düğümleniyor. Yeni anılar edinecek gücü yok. Kızı daha sekizinde, okulun yüzünü bile görmemiş. Okutmak istiyor onu, hem de çok istiyor. Oğlu desen; ilkokul üçten sonra, okul kapandı diye okuyamamış. Perişanlık diz boyu… Köyün on üç genci nerededir, bilinmiyor. Dağlarda mı, hapiste mi, yoksa öldüler mi?
Gidecekler. Mecbur gidecekler… Gidip de dönmesinler diye köylerini ateşe verecekler baksana. Bardakları, işe yaramaz temiz bez parçalarına sarıyor, üç-beş parça giyeceği bohçalıyor, yatak-yorganı sarmalıyor. Dönenip duruyor kendince evin içinde. Yüreğinde bir yangınla, bir düş âleminde sanki Fehime. Çocukları gelse artık! Sarılsa onlara, kekik bulaşmış üst-başlarını koklasa, son kez sağsa hayvanlarını.
“Medine, n’apıyorsun burada sen?”
“Bak abi, Medo yavruladı.”
“Sahi, yavrulamış. İyi, hadi onları alalım da eve gidelim. Hem diğerlerini de toplarız giderken. Anam bizi bekler. Hadi bacım.”
Fehime dağlara küskündür aslında. Kocasını, daha nicelerini alan dağlara… Lâkin gidecekler ya hazırdır barışmaya. Gözleri yoldadır. Çocukları, hayvanları da toplar gelir şimdi. Yiyecek bir şeyler hazırlamaya durur. Yarın hepten yanacak evinin duvarlarına, tandırına dokunur.
Ve o ses! İçini daha önce de yakan ses! Dağları delen, en çok günahsızları alan ses!
“Booommm!”
Biliyor bu sesi Fehime. Patlayan mayın sesini biliyor. Sıyırıp tülbendini, atıyor patikaya kendini. Ancak, “Çocuklarımmm!” diyebiliyor…

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.