fdemir48@yahoo.com
Açık sarı saçlarını toplamış, kâküllerini yana taramış, açık yeşil çerçeveli gözlüğü var. İçten gülümsüyor.
Atatürk ve yaşlı bir kadın birbirlerine gülümseyerek bakıyorlar. Atatürk’ün saçları kısa ve açık renkli, kalın bir palto giymiş. Kadın başörtüsü takıyor ve yüzünde sıcak bir ifade var. İkisi de birbirlerine yakın duruyorlar. Arka plan bulanık ve açık renk tonlarında.
YAZAN: Filiz GÜLMEZ

Her tarafım ağrıyor. Bütün kemiklerim sızlıyor. Aman, doktor deme bana Allah aşkına! Hepsi de para tuzağı. Oktay Bey'e gittim, gitmez miyim? Ne yapacak Oktay Bey, benimkisi yaşlılıktan. Adım gibi biliyorum işte. Yaşlılık. Kulaklarım da duymuyor. Hep o Belediye Hastanesindeki kör olasıca doktorun yüzünden. Kulağımı yıkayacağım diye patlattı kulak zarımı. Ya işte öyle, şimdi sağ kulağım hiç duymuyor. Sol kulağım biraz duyuyor. Efendim? Biraz hızlı söyle yavrum. Sağ kulağıma bağırma duymaz dedim ya. Hah, sol kulağıma bağır. Yok, canım kızım, gözlerim de iyi görmüyor. Gözümün biri hele hiç görmüyor. Bak, bu gözümü elimle kapatayım. Öbür gözümle göremiyorum, ameliyat da yapmıyorlar. Doktor Oktay Bey: "Sağlam gözün radar gibi, sana yeter de artar bile. Ameliyat olup da başına iş mi açacaksın bu yaştan sonra demişti son gittiğimde. İstersen idare etme... Kör topal yaşayıp gidiyorum şunun şurasında da her şeyi unutuyorum be kızım. Çoğu zaman babanı bile tanımadığım oluyor. Yaşlı bir adam dolaşıyor buralarda. Ablana sordum geçende. "Babam," dedi. Yok, kızım yok, o adam yaşlı, baban gençti, dedim. Babanı tanımaz mıyım? Bak işte, o adam. Karşıda oturuyor ya. Ne yapıyor o? Gözlerim uzağı iyi seçemiyor ki, göreyim iyice. Sen de mi babam diyorsun? Ama o çok yaşlı yavrum. Vah vah! Çok üzüldüm. Ne olmuş öyle, çok yaşlanmış. Gençliğinde çok çektirdi bana, yine de pek acıdım vallahi. Bilmez misin ne huysuzdu.
Bilirsin tabi. Durmadan söylenirdi, her şeye kızardı. Size de karışırdı unuttun mu? Giyiminize kuşamınıza, erkek arkadaşlarınıza kızardı. Babanızın korkusundan bir yere gidemezdiniz. Ne, ben de mi kızardım? Yok, yavrum ben evhamlıydım, geç kaldınız mı merak ederdim. Yoksa erkek arkadaşmış, gezmişsiniz, tozmuşsunuz karışmazdım. Evham bana rahmetli anneciğimden geçmiş. O da evhamlıydı. Bir yere göndermezdi, başıma bir şey gelecek diye ödü kopardı.
Ne diyordum, ha, babanı konuşuyorduk değil mi? Beybabam verdi beni buna. Çok saygılıymış, efendiymiş. Sanki ondan başka efendi yoktu dünyada. Rahmetli beybabama çok kızarım. Bir, beni bu adama verdi; bir de okutmadı kızım, okutmadı. Oysa ne imkânlar vardı elinin altında. Kafa işte, kız kısmı okuyup da ne olacakmış? Sen mebussun, o dönemde mebus demek ne demek bilir misin? Atatürk'ün silah arkadaşı olmak da var işin içinde. Eğer okutsaydı, Atatürk beni Avrupa'ya da gönderirdi. O günü hiç unutmam. Atıf Bey'deki evimizi bilir misin? Bilirsin tabi. O gün, annem gezmeye gitmişti. Ben, haminnemle evdeyim. Bir de bana bakan Arap Dadı var. Adı Nezaket, Nezaket Kalfa derdik ona. E, o zamanlar dadılarla el bebek gül bebek büyüttü anneciğim. Bu adam kıymetimi bilmedi. Evimiz iki kattı, yamaçta, konak gibi. O semtin en güzel eviydi. Önünde iki tarafında birer mermer sütun bulunan bir merdiven vardı. Bak unutmamışım, gördün mü? Çocukluğumu unutmuyorum zaten, o günler hep kafamın içinde. Üst katta ağabeyimler otururdu. Alt katta ben, annem, babam bir de haminnem, ne güzel kadındı, seksen beş yaşında öldü, ama yüzünde bir kırışıklık yoktu kızım. Ben de ona benzemişim, yüzümde pek kırışıklık yok değil mi? Ne de olsa Rumeliliyiz, derdi annem. Oraların havasından mı, suyundan mı, Rumeli kadınları pek güzel olurmuş. Baban da pek severdi haminnemi.
Nerede kalmıştım be yavrum? Aman pek unutuyorum vallahi! Ha, o günü diyordum. Annem gezmeye gitmişti. Biz haminnemle evdeydik. Ben mi kaç yaşındaydım? On bir on iki yaşlarında ya varım ya yoğum. İlkokulu bitirmiştim herhalde. Bir öğleden sonraydı. Kapımızın önünde bir araba durdu. Üstü açık, resmi bir araba. O zamanlar, öyle çok araba yoktu ki, tek tük. İçinden bir zabit indi, yanında da sivil bir adam. Bir de ne görelim, Atatürk değil mi gelen? Haminnem de ben de çok heyecanlandık. Şimdi biz ne yapacağız, diye kara kara düşündük. Atatürk'ü içeri buyur etsek, evde kimse yok. O'nu ağırlamak gerekir. Evde, yemek de yok. Haminnem:" Ben yaşlı bir kadınım, koca Atatürk'ü nasıl ağırlarım? Biz en iyisi saklanalım, kapıyı açmayalım," dedi. Hiç, Atatürk evimize gelir de içeri buyur edilmez mi? Ne bileyim kızım, cahillik işte. Kim bilir haminnem korktu mu, şaşırdı mı, anlayamadım.
Bugünmüş gibi hatırımda. Atatürk, merdivenleri çıktı, yanındaki subaya: "Burası kimin evi?" diye sordu. Subay da: "Mustafa Zeki Bey'in evi efendim." deyince Atatürk de:
"Kapıyı çalın bakalım, Mustafa Beye misafir olalım." demez mi? Öyle deyince haminnem iyice heyecanlandı. Bizi görmesinler diye ikimiz de yere yattık. Saklandık aklımız sıra. Kapıyı ısrarla çaldılar. Kapı açılmayınca, dönüp gittiler. Atatürk, arabaya bindikten sonra bizim eve uzun uzun baktı. Kim bilir, çıkan olur diye mi, yoksa evimiz çevredekilerden farklı olduğu için mi, bilmem artık. O gün, büyük bir fırsatı kendi ellerimizle kaçırmıştık. Bunu yıllar sonra daha iyi anladım yavrum. Koskocaman Atatürk, kapına kadar gelsin de içeri buyur etme. Eski insanlar hem cahildi hem de şimdikiler gibi düşünemiyorlardı. Bak duvardaki şu resim var ya, işte o resimdeki yaşımdaydım, küçük bir çocuktum. Haminnemin sözüne uydum. Arkadaki ağabeyim. Aramızda on yaş vardı. Onu, genç yaşta evlendirdi babam. Onun için hep üzülmüşümdür. Yengem, öbür ağabeyimle evliydi. O ağabeyim genç yaşta ölünce amcamızın kızı, yabancıya gitmesin diye tuttu, bu ağabeyimle evlendirdi. Canım ağabeyciğim, her şeye rağmen neşeliydi, çok da muzipti. Aramızda çok yaş farkı vardı, dedim ya o yüzden beni hep kandırırdı. Bayramlarda babamın memleketlileri, mebus arkadaşları ziyarete gelirlerdi. Biz el öperdik, onlar da bize para verirlerdi. Ben metal paraları severdim. Kesenin içine koyardım, çıkardıkları ses hoşuma giderdi. Kâğıt paralar daha değerliydi tabi; ama ben onun farkında değildim. Metal paralarla oynamak hoşuma gittiği için kâğıt para verdiklerinde almazdım. Ağabeyim karşıma geçer: "Al kız, al kız! diye işaret eder, sonra da paraları elimden alırdı. Bak, resimde benim yanımda oturan Kerim Bey. Babamın arkadaşıydı. Çok bonkördü. Bana bir sürü para verirdi her gelişinde. Çok da hünerliydi. Zati Sungur gibiydi. Atıf Beydeki evin bahçesinde, yaz geceleri bizi toplar, gösteriler yapardı. Ha, ne diyorlar ona? Efendim? İllüzyon mu? Evet, o işte. Bir gün, bahçedeki çardakta bir sürü üzüm salkımı. Ama nasıl, görenlerin ağzı sulanır. Kerim Bey: "Haydi beyler, çıkarın çakılarınızı, birer salkım üzüm kesin kendinize, deyince herkes çakılara davranır. "Durun beyler, dikkat edin, burunlarınızı kesmeyin." deyince bir de ne görsünler, beylerin elleri burunlarında değil mi? Ne bileyim, doğru mu değil mi, annem anlatırdı.
Ah kızım ah, çocukluğum çok iyi geçti. Hangi birini anlatayım sana. Anneciğimin sağlığında her şey güzeldi. Evimizden misafir eksik olmazdı. Hele İstanbul'dayken daha güzel günlerimiz olmuştu. Çengelköy'de oturuyorduk. Beybabam, o zamanlar zabitti. Kuleli Lisesi'nde müdür. İtibarımız orada da iyiydi. Hani, İstanbul'dayken, oturduğumuz evi size göstermiştim. Rahmetli beybabam evin önündeki o uçsuz bucaksız bahçede, bir zamanlar gazino işletmeye kalktı. Eğlenceye meraklıydı rahmetli. Tabi yürütemedi, batırdı. Elindekilerin kıymetini bilemedi vesselam.
Ha, yavrum ne anlatıyordum ben? Efendim? Atatürk'ün evimize gelişini mi? Sahi mi, yok canım Atatürk bize mi gelmiş? Ne zaman? E, sen azıcık ucundan anlat bakayım, belki o zaman hatırlarım. Atatürk'le arkadaşları bize gelmişler öyle mi? Ha tamam tamam, biz iki aptal, haminnemle ikimiz, Atatürk'ü içeriye alma ya çekindiydik ya. Hiç unutur muyum yavrum? Beybabam ne mi dedi? Ne demedi ki, dur bak anlatayım. Akşam, beybabam eve gelince, korka korka ona durumu anlattık. Çok kızdı:
"insan kahveye haber göndermez mi? Hemen gelirdim evde yemek olmasın varsın. Ankara'nın en lüks lokantalarını eve taşırdım." Haminneme söylendi durdu: "Hadi çocuk küçük, akıl etmeyebilir, ama anne sen ne diye korkarsın? Atatürk, evine gelir de kabul etmez mi insan?" Dedim ya yavrum, eski insanlar cahilmiş. Atatürk gibi büyük bir adam evlerine gelir de içeriye buyur etmeye çekinirler. Sonradan kendime de kızdım. Hâlâ da kızarım. Neden dışarı çıkıp da Atatürk'ü içeri buyur etmedim? Neden Atatürk'e: "Paşam, beni okutun, babam okutmuyor." demedim. Ah, cahillik işte! Ne diyeyim. O günü hiç unutmam, hep kafama vurur dururum.
Bak, o adam yine geldi. Hep böyle dolaşıp duruyor buralarda. Yok, yavrum baban değil, o başka biri. Elli beş yıllık eşimi tanımaz mıyım? O, gençti, yakışıklıydı hakkını yemeyelim. Şimdi çok ihtiyarlamış. Acıdım vallahi, ne de olsa onunla yarım asrı birlikte geçirdik. Ah yavrum, ah! Yaşlılık çok zormuş. Gençlik gibi var mı? Ben neydim gençken, dünyaya meydan okurdum. Yorulmak ne bilmezdim. Evden Ulus a kadar yürürdüm. Şimdi salondan tuvalete gitmekte zorlanıyorum. Gençlik başkaymış, ama kıymetini bilemedim. Didişmeyle, koşuşturmayla geçti gitti işte. Şimdi ne yapsan da çare yok. İyi yaşadıysan, o yanına kâr kalır, o kadar, iyi yaşamadıysan o zaman yaşlılık iyice dert olur insana. Çünkü seni avutacak güzel anıların da olmaz. Benden söylemesi, gençliğinin kıymetini bil, hayatı yaşayabildiğin kadar iyi yaşa; ileride seni avutacak güzel anıların olsun... Anıların da seni yormasın.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.