eminekamci@hotmail.com
Açık kahverengi saçlarını toplamış, üzerinde siyah montuyla, açık alanda, gülümsüyor.
Koyu yeşil bir zeminde büyük ve kırçıllı yeşil bir yaprak var.
YAZAN: Emine KAMÇI

İki gün boyunca korku, kaygı ve tedirginlikle boğuştuktan sonra artık elle tutulur bir şeyler yapmaya karar verdim. Bu böyle devam edemezdi. Tüm yaşananlara karşın ayağa kalkmalı, bir işin ucundan tutmalıydım artık.
Birçok İzmirliye göre daha şanslıydım ama böyle şanslı olmak da beni hiç rahatlatmıyor, çaresiz bırakıyordu üstelik. Çaresizliğimse benim kadar şanslı olmayanlardan yanaydı. Dilim varmadığı halde kullanmam gereken o sözcükten bahsetmeliydim zorunlu olarak. Dehşet! Ancak bununla açıklanabilirdi. İki gün önce sarsılmaya başladığımda yanımda hiç kimse yoktu. Önce, basit, kısa bir salınma zannederek baştan hiç umursamamış, sakince bitmesini beklemiştim Ne var ki hiç de beklendiği gibi olmamıştı. Sarsıldıkça sarsıldı; bitecek gibi değildi. Sonunda durdu ve hemen telefona sarıldım. Çocuklarımı aramaktı niyetim ilk olarak.
Allahtan onlara ulaşmak hiç de zor olmadı. Ben farkında değildim ama onlarla konuşurken de sarsılıyormuşuz. Bunu sonradan öğrendim. Zor saatlerdi. Dahası, iki gün böylesi sıkıntı ve sancılarla geçti. Başımızdaki salgın hastalık yüzünden aylardır uyku sorunları yaşıyorduk zaten. Bu dehşetli günler de eklenince uykusuzluklarımız da katmerlenmişti. Zaman zaman uykuya da dalsak bu kez kâbuslar bırakmıyordu yakamızı.
İlk gece yine uyumakta zorlanmış, sabaha karşı biraz dalmıştım. Düşümde birisi elime bir çanta veriyordu. İçindeyse kocaman yuvarlak ekmek kek benzeri bir şey vardı İşin ilginç yanı, ekmeğin içinden ses geliyordu. Yanımda ayakta duran büyük oğlum “anne, bu kardeşimin sesi!” diyor. Bense hemen onun adını seslenmeye başlıyorum. Bir süre sonra ekmeğin içindeki ses kesiliyor. Bu kez de kötü bir şey hissetmiş gibi boğazım yırtılırcasına küçük oğlumun adını haykırıyorum. Hiç ses gelmiyor. Bağıra bağıra uyanıyorum. Bir kez de bu yaşadıklarımdan sarsılıyorum.
Böylece dehşetli iki günü ardımda bırakıp evimin balkonuna çıkıyorum. Serdiğim çamaşırların kurumuş olanlarını toplamaya koyulurken bir yandan da sokağı dinliyorum. Ara sıra küçük taşıtlar, motosikletler geçip gidiyor. Birden sokağın ucundan gelen gevrekçinin sesini işitince, bazı şeylerin farkına varmaya başlıyorum. Herkes gibi o da işini yapmaya devam ediyor. Peki, öyleyse, bana ne oluyordu? İki gün boyunca yeterince korktum, zırıl zırıl ağladım da üstelik. Artık her şeyi bir yana bırakıp yaşamın bir yerinden tutunmalıydım ben de. Üzülmek, korkmak, ağlamak, tedirginlik göstermek insani duygulardı kuşkusuz; bunlar yadsınamazdı ya yaşam da beklemezdi kimseyi.
Öyleyse hareket zamanıydı. Kızarak ya da konuşarak iterek kakarak birilerine dokunma zamanıydı şimdi. Elden her ne geliyorsa yapılmalıydı artık.
Ben de en azından bilgisayarımın başına oturabilmeyi becerebilmiştim. Sanırım gerisini de getirebilirdim. Ben, bununla başlamıştım. Başkaları da başka şeylerle başlayabilirdi. Eli kolu bağlayıp oturmak olmazdı. Önemli olan bir şey yapmak değil miydi? Bizler de öyle yapacaktık.
Zaten aylardır yaşamış olduğumuz salgın, bizi yeterince geriletmiş, durdurmuştu. Onun yarattığı boşluklar, travmalar, kayıplar öyle çoktu ki durmak olmazdı; sorunlar katmerlenmişken çaresizler çare beklerken hem de hiç olmazdı artık.
Kış mevsimini yaşadığımızdan yapmak istediklerimiz sınırlıydı ama durmak olmazdı; sürmeliydi bu uğraş bahara dek, yaza dek.
Zorlu bir kışın ardından eski zaman gelin örneği, nazlanarak süzülerek o gelmişti sonunda.
İlk sıcağı görür görmez fidanlar yeşermiş, ağaçlar donanmıştı çiçekle. Bir kelebek bir kuş olmuştu yürekler. Dahası can gelmişti bedenlerimize.
Ya sonra; rüzgârlar esmiş, yağmurlar yağmıştı ardından. Yeşil fidanlar küsmüş, süslü ağaçlar, gelinliğinden sıyrılmıştı. Gerideyse soğuk bir çıplaklık kalmıştı. Hep birlikte aldanmıştık.
Böylesine boynu bükük, çırılçıplak beklerken sıcacık bir örtüyle ısındı bedenimiz. Acınası halimizi kuşatan bir eldi bu. Güneşin, dahası ilkbaharın eliydi. Nazlansa da ayak sürüse de gelmişti sonunda. Bizleri böylesine ısıtan bu denli kuşatan o eller, hastalıklı yaşantımızı da şifalandırabilir miydi acaba?
Tam da yaralarımız sarıldı şifalandık derken İzmir depreminden iki yıl sonra yeni bir felaket kara bir örtü gibi yurdumuzun üzerine ansızın sımsıkı kapanmıştı. İki şiddetli sarsıntıyla birçok ilimiz yıkılmış, binlerce insan göçük altında kalmıştı. Bizim şanslılığımız onlarınkine göre tartışılmaz bir durumdu. Onlara dair kaygılarımız, korkularımız, dahası utancımız vardı. Soluk alışımızdan, sıcak yerde barınışımızdan, yiyip içmemizden utanıyor, suçluluk duyuyorduk.
Bu arada, kendimiz için de korkuyor, kaygılanıyorduk çünkü aynı felaketin bizim için de geçerli olduğunu biliyor ve bu tehlikeli durumu istemesek de bekliyor olmanın psikolojisi içindeydik.
Örneğin, her duşa girişimizde, adım adım giysilerimizden kurtulurken gelecek sarsıntının tedirginliğini yaşamadığımızı hangimiz söyleyebilirdi?
İşte yine kötü bir başlangıçtaydık.
Tüm gidenlerin ardından, yeni fiziksel ve psikolojik travmalar, sarılmayı bekleyen yaralar; yeniden inşa edilmesi gereken barınaklar; doğaldır ki bunların hepsi yapılacak yardımlarla dayanışmayla olasıydı.
Tüm yardımların yerini bulması umuduyla, dertlerimizin, sorunlarımızın azaldığı güzel günlerde buluşmak dileğiyle.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.