Ege’nin, eski ahşap evleriyle ünlü o küçük kasabasında güzel anıları biriktirdiğimi düşünürüm hep. Kapalı, fazlaca dışa açılmayan, bu nedenle de geleneklerine sıkı sıkıya bağlı insanlarıyla birlikte olmak kimi zaman beni bunaltmış olsa da komşuluğun değerini bilen, acılı günleri hep birlikte günlerce paylaşabilen bu insanlara çoklukla sıcak duygular beslemişimdir
Üç katlı ahşap binanın en üst katındaki ‘köşk oda’da yeni evlenmiş, genç bir gelinin heyecanı, utangaçlığı ve acemiliğinin yanı sıra sevecenliğiyle bir hafta geçirmiştim. Eşimin evlenmemiş bekâr yaşlı teyzelerinin bana hem kızları gibi hem de kardeşlerinin gelini olarak kucak açmalarıyla çok mutlu olmuştum.
Büyük şehirlerde büyümüş, öğrenim görmüş ve ilk kez bir kasabada yeni akrabalarımla birlikteydim. Mahalleden ve kasabanın farklı yerlerinden tanıdıkları beni görmeye gelmişlerdi. Her gün teyzelerimin evi gelin görmeye gelenlerle dolup taşıyordu. Onlar gelmeden önce takılarımı takmam, güzel giysilerimi giymem, makyaj yapmam bekleniyordu. Öğrencilikten yeni çıkmış henüz genç kızlık alışkanlıklarını bırakmamış biri olarak her gün süslü yapma bebekler gibi giyinip, takıp takıştırmak bana ters geliyordu. Bir gün büyük teyze beni karşısına alarak: “Hep aynı giysileri giyiyorsun, başka elbisen yok mu?” diye sorunca: “Evet teyzeciğim bunlardan başka elbisem yok, ne yapayım oğlunuz bana elbise almıyor,” deyiverdim en şirin ve saf duruşumu takınarak. Teyze kızdı, “İbii! Olur mu hiç? Neden almıyormuş bakayım,ben sorarım ona.” Allahtan küçük teyze daha anlayışlıydı, eh biraz da politik bir yaklaşımla: ”Sen karışma abla, nesi varmış giysilerinin.” diye ablasına çıkışmıştı da beni kurtarmıştı.
Evin geniş bir bahçesi vardı. Gidişlerimiz yaz aylarına rastladığı için çoğunlukla bahçede, sokağa açılan o kocaman tahta kapının arkasındaki kerevetlerde ve yan yana sıralanan sandalyelerde oturulurdu. Koca tahta kapı, bir kanadının arkasındaki duvara bağlantılı uzun kalın bir demirin, kapının diğer kanadındaki halkaya geçirilmesiyle, ayrıca büyük ve ağır demir anahtarla kilitlenirdi. Konuklar çoğunlukla bu dev kapının arkasında ağırlanırdı. Kapının hemen yanındaki çeşmeden akan buz gibi suyla şerbetler yapılır, çaylar demlenirdi. Büyük teyzenin becerikli elleriyle açtığı incecik yufkalarla yaptığı su börekleri, sığırdili tatlıları, ekmek içi ufalayarak yaptığı peynirli börekler, kakırdaklı pideler ikram edilirdi. Tabi ben gelin kız olarak konuklara hizmet ederdim, Onlar da bundan büyük mutluluk duyarlardı. En sonunda evin altında yer alan kilerden soğuk karpuzlar çıkarılır, ortadan ikiye bölünerek kabuğunun içinde dilimlere ayrılır, tas görevi gören kabukların içinde ikram edilirdi. O tahta kapı ağırbaşlı vakur duruşu, sadece yorgunluktan olacak açılıp kapanırken gıcırdayarak bu yaşanan güzel anlara tanıklık ederdi. O gıcırtılarda ne anılar saklanmıştır, ne sevinçler, ne acılar ve hüzünler…
Bugün de o anılarla ayakta duruyor, her ne kadar kale kapısı gibi sağlam ve güvenlik duygusu veren kapı yaşlanmış, yıpranmış olsa da.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.