bakkaya35@hotmail.com
Kahverengi dalgalı saçları, kâkülleriyle, koyu renk çerçeveli gözlüğü ve etnik kolyesi ile içten gülümsüyor.
Siyah saçlarını açmış uzun, dalgalı ve açık bırakmış ve kırmızı uzun elbise giyinmiş bir kadın ayaklarından birini havaya kaldırmış elleri de hareketli görünür şekilde dans ediyor.
YAZAN: Buket BAŞARAN AKKAYA

Yılların yorgunluğunu, eşini erken kaybetmenin verdiği izleri derin taşırdı yüreğinde. Yine de belli etmek istemezdi kimseye. Ziyaretimize geldiğinde elindeki o hantal valiz, gözümüze çok güzel görünürdü. Çünkü içinde mutlaka torunlarını mutlu edecek armağanlar olurdu. Nasıl heyecanla beklerdik o valizi! İlk oyuncağım, sırtından kurulunca süt içen bebek de onun armağanlarından sadece biriydi.

“Kadriye !” diye seslenirdi yardımcısına. “Eğer ben ölürsem, evde de Gülter olmazsa, sakın korkup kaçma kızım. Beni yalnız bırakma emi?” “Merak etme bırakmam teyzem.” diye yanıtlardı her seferinde Kadriye…

Menekşe Gözlüm, 89 yaşında, alzheimer hastasıydı. İki yaşında annesini kaybetmiş… Bu yüzdendi; ne zaman bir anne-kızı karşısında sarmaş dolaş görse kızması…

“Bizim zamanımız böyle miydi? Hiç büyük küçük dinlemiyorsunuz. Ne o öyle şap şup?” Sonra yüzünü garip bir acı kaplar, menekşe gözleri buğulanır, “Ben hiç anne sevgisi, kokusu nedir bilmem. Belki de siz haklısınız.” diye özür dileyen bir edayla başlardı fısıltı halinde konuşmaya. Elinde dedemin yadigârı akik tespihi, taa belinden başına kadar öne arkaya yaylanarak duaların arasına sıkıştırırdı, içinde ukde kalanları…

“16’sında gelin oldum, 20’sinde Yıldız’ımı toprak aldı. Anne acısını bilemedim. Ama evlat acısı neymiş öğrendim. Yeşer geldi dünyaya, gönlüm yeşerdi. Sonra Gülter. Gül açtım yeniden yediveren gibi. Sonra da Üstüngel… Bismillahirahmannirrahim, elhamdülillah, elhamdülillah, süphaneke…” Dalıp giderdi… Tespih bir tur olunca, önünde duran çay tabağından bir kibrit çöpünü alır, bir diğer çay tabağına bırakırdı sessizce… “Babanız da vakitsiz gitti. Tam gün yüzü görecektim ki.”

40 yaşında dul kalmış, 60’ına kadar üç kızı arasında göçebe kuşlar gibi gezmiş. “Bir göz oda bir salon olsun, yeter ki kendi evim olsun” diye dua ederdi tanrıya. Tanrı ona istediği gibi bir ev verdi. Minik bir bahçesi, bahçesinde limon ağacı, hercai çiçekleri… Gözü gibi bakardı onlara. Limon mevsimi gelip de ağaç çiçek açınca pek bir keyiflenirdi. Her sabah sade kahvesini bu limon ağacının karşısına geçerek içer, “Bak bak! Sol tarafta iki tane var. Hah, bir de sağdaki dalda… Aaa, yukarda da var... Hey Allah’ım, nelere kadirsin. Şunların güzelliğine bakın kızlar.” diye seslenirdi oturduğu koltuktan içeriye.

Valizi yine hazırdı! Kefeni, havlusu, gülsuyu, Kuran’ı, başının tülbendi ve camiye hediye edilecek bir namaz halısı…

Bir ayını dolduracaktı bugün yoğun bakımda. Her gece yalvardım tanrıya acı çekmesin diye. Makineye bağlamışlardı, morfinle uyutuyorlardı. Acı hissetmiyormuş öyle söyledi doktor kuzenim.

Dün onu gördüğümde solmuştu menekşe gözleri. Vazgeçti artık, direnmiyor dedim içimden. Yorgun gözleri kapandı güneş batarken. Belki de annesiyle şu an.

“Ona iyi sarıl Menekşe Gözlüm, hasret bitti…”

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.