HAZIRLAYAN: Şule SEPİN İÇLİ
Bazı kadınlar vardır koşullar onları nereye sürüklerse sürüklesin yüreklerindeki yaşama sevincini ve üretimleriyle mücadeleye omuz vermelerini engelleyemez. İşte Kutsiye BOZOKLAR DA BUNLARDAN BİRİ.
Kutsiye Bozoklar, 1953'de Mersin'de doğdu. İlerici bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bozokların devrimci düşüncelerle tanışması da geç olmaz. Bozoklar devrimciliği seçmesini şöyle anlatıyor yoldaşlarına. "Babam Köy Enstitüsü kökenli ilerici bir öğretmendi. O, ilericilikten devrimciliğe geçerken biz de onunla aynı yollardan geçtik". Anne dersen; dimdik, kaya gibi duran bir kadınmış eşinin ve çocuklarının arkasında. Kutsiye Daha ortaokul sıralarında iken okur Felsefenin Temel İlkeleri’ni, Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi’ni. Sadece okumak mı? Öğrendiği her diyalektik kuralını büyük bir coşkuyla paylaşır babasıyla, o da her seferinde küçücük sorularla yeniden düşünmeye sevk eder, yeni ufuklar açar önünde.
İlk babasından duyar Che Guevara ve Ho Chi Minh adlarını. Politik bilincin yanı sıra şiir sevgisini de alır ondan ama en önemlisi mücadele etmesini örenir babasından, güzel, yaşanılası bir dünya için. Hem de öyle bir öğreniş ki “Ben kavgama sevdalıyım gülüm” dizelerini yazdıracaktır yıllar sonra ona, “sevince ve ölüme eş” kıldığı inancı.
Öyle zengin bir kitaplığı vardır ki babasının, yok yoktur raflarında sanki. Onca felsefe kitabı ve romanın yanı sıra Varlık Yayınlarından çıkan bütün şiir kitapları dizilir sıra-sıra; Ahmet Haşim, Gülten Akın, Ali Püsküllüoğlu, Ümit Yaşar ilk akla gelenler.
Böyle bir evde doğulur da şiir yazılmaz olur mu? O hevesle o da alır kâğıdı kalemi o çocuk ellerine, tam bir defter dolusu “gülünç” şiirler yazar. İçlerinden birini seçer sonra, babasının karşısına geçip okur bir solukta. Karanlıkta Uyananlardır şiirinin başlığı ve “kızım” diye başlar söze kendisini büyük bir ciddiyetle dinlemiş olan babası, “asıl yazman gereken o karanlıktır işte.” O gün bırakır şiir yazmayı.
Ne yazık ki çok erken kaybeder babasını. 15 yaşında, 68 rüzgarının dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, kardeşi ve annesiyle birlikte yaşam savaşının ortasında buluverir kendisini. Kitaplar, Kutsiye Bozokların dünyasında ayrı bir yerdeydi. "Diyalektiği keşfetmem bir başka dünya oldu" derken, bu duyguyu, sonraki yıllarda yazılarıyla başka insanlara yaşatacaktı.
Kutsiye Bozokların ismi hep mücadele, direnmek, insan ve sevgi kelimeleriyle anılır.
1968'li yıllarda dünyadaki gençlik hareketinden etkilenir. Kendi deyimiyle DEV Gençli ağabeylerini ve Türkiye işçi partisini heyecanla takip eder. Ancak Devrim dergisinde çıkan TİP eleştirileri üzerine Aydınlıkla tanışır.
Liseden sonra İstanbul'da Eczacılık Fakültesi'ne girer. Burada "inançlı, coşku dolu, kavgacı insanlar" olarak tanımladığı Meral Yakar, Ahmet Muharrem ÇİÇEK ve İrfan Çelik ile yolu kesişir.
Şafak adlı örgütün gizli gençlik örgütlenmesi olan Devrimci Gençlik Birliğinde yer almaya başlar Kutsiye. Şafak için "Faşizme karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanıyordum, O zaman ortada Şafak'tan başka mücadele edelim diyen hareket yoktu kanımca" diyor bir konuşmasında. Ardından Şafak'tan kopuş dönemi ve daha radikal bir mücadele dönemi başlar.
Bu dönem, 1973 yılının mart ayı, 36 yıl boyunca sürecek olan tekerlekli sandalye ile yaşamasının başlangıcı olur. 19 Mart'ta gittiği evde pusu kuran polislerle çatışmaya girer ve sırtından vurulur. Hastaneye bir polis minibüsünde karga tulumba götürülür. Sonrası upuzun bir hastane macerasıdır aslında; görevlilerin ellerinde iplerle gelip, kendisini nasıl öldüreceğini tarif etmeleriyle başlayan… O gün, orada, o görevlileri ellerinde iplerle görünce anlar o da o şartlarda düşmana karşı en büyük zaferin yaşamak olacağını. “Hadi bakalım” demiştir içten içe, madem “kavga düştü payıma” “Yaşamak direnmektir” bundan böyle hazırlan yeni mücadele biçimlerine.
Tedavi için gelen doktorlara bile söylemez adını.
O hışımla atılır, kalorifer ve lağım borularının geçtiği karanlık ve rutubetli bir yere.
Cezalıdır o artık, yatak bile verilmez, öylece atılır tahta bir ranzaya korkunç acılar içinde. Bu nedenle bir türlü iyileşmez, aksine derinleşir tam kuyruk sokumunun üzerindeki yaraları. Topukları da çürüyüp düşer bakımsızlıktan.
“İnancım ve benden başka kimse yok burada” diye düşünür, “benim sınavım bu, devrimci dalganın yükseldiği dönemde devrimcilik yapmak kolaydır, hadi bakalım burada, bu esaret koşullarında devrimci kal da göreyim.”
Rezillik ve yüce gönüllülüğün yan yana yaşandığı ortamda yapılır Haydarpaşa Numunede ameliyatı.
Ameliyattan hemen sonra içmesi için ağzına zorla su dayayanlar da olur, sessiz bir ortamda yatması önerildiği halde kulağına radyo dayayanlar da.
Akciğerleri yüzünden nefes alamadığı için bir oda dolusu görevlinin odasında sigara içmesini sağlayanlar da vardır, ameliyattan sonra bir kez bile odaya girmeyen ama her gün çarşaflarının değiştirilmesi talimatı veren klinik şefleri de…
Onlar baskıyı arttırdıkça o da dirence sarılmaktadır, yatağa bağımlı biri ne kadar direnebilirse artık, diş ile tırnak ile, eline ne geçerse.
Bir gün, ikide bir kulağına radyo dayayıp bayılmasına neden olan nöbetçinin elindeki radyo ile kendisine doğru geldiğini görünce dayanamaz artık, kaptığı gibi serum şişesini indiriverir başına. O günden sonra radyo sesi kesilir kesilmesine ama sağlam kalan tek elini de bağlarlar. Direnerek karşı koyma aracı olarak sadece sesi kalmıştır artık: Onu da kullanır büyük bir memnuniyetle.
Avazı çıktığı kadar bağırmaya, slogan atmaya, marş söylemeye başlar. O kadar basittir ki susması karşılığında istekleri: Saçının yıkanması, yaralarına pansuman yapılması ve elinin çözülmesi gibi.
Razı olurlar tabii bir süre sonra. Böylece serum şişesinden sonra sesini de eklemiş olur etkili mücadele araçları listesine.
İki yıla yakın tutuklu kalır Kutsiye. Onca ameliyata rağmen bir daha yürüyemeyeceğini öğrenir. Tam kuyruk sokumunun üstünde, beş santim derinliğinde, on beş santim genişliğinde bir yara taşır bedeninde. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçirecektir.
Tam o sırada okur Kornaros’un Yunan iç savaşını anlatan Fırtına Çocuklarını. En çok Stavri Baba tiplemesi etkiler onu, kendisiyle barışıp, hayata daha esnek bakmaya başlar.
O arada siyasal ortam yumuşar, güdük de olsa bir af yasası çıkar. Tahliyeler başlar. Kutsiye idamla yargılandığı için ilk elde tahliye edileceklerin arasında yoktur tabii ki.
20 Temmuz 1974 günü, hastanenin kapısının önünde buluverir kendini.
Ünlü Kıbrıs savaşı başlamıştır ve yatmakta olduğu Gülhane Hastanesi sahra hastanesi olarak kullanılacaktır.
Sudan çıkmış balık gibidir dışarıda.
1974 sonunda, cezaevinden çıkan birkaç kişi uğrasa da yanına, görünmez olurlar sonra.
Gelip de “ah vah” edip, fazla soru soranlarla da o görüşmek istemez zaten. İnsanların kendisine yarı ölü gibi davranmalarına sinir olur. Kim ne derse desin yaşama katılmaya kararlıdır.
1977 yılı olmalı. Gençlerden birinin önerisiyle katılır İstanbul’da düzenlenmiş olan bir geceye.
Öyküsünün “Vuruldum ve sakat kaldım” başlıklı birinci bölümünü tamamlamış yepyeni ikinci bir bölüm başlamıştır artık.
“Şiir, yürek dolusu ışık taşımaktır kavgaya, insanlara” diyerek başlar bu bölüme.
Işığı taşımak kadar şiir yazmaya çalışmak da inatçı bir mutluluktur ona göre.
O duygularla başlar yazmaya.
Işık Kutlu mahlasını kullanır uzun süre Atılım dergisinde yazdığı yazılarda, sonra kendi imzasını kullanır makale ve şiirlerinde.
İlk eseridir “Kavga düştü payıma” şiir kitabı.
Can Dost’tur ilk şiirinin başlığı: “Candır/ Can dost/ Bakışının karası/ Bende kurşun /sende yürek yarası” diye başlayan. Çok sevdiği bir mücadele arkadaşının sevdası için alır ilk defa kâğıdı kalemi eline onca yıldan sonra; kavga ile sevdanın diyalektik bütünlük oluşturduğuna inananlardandır ve kavgası gibi sevdaları olsun ister arkadaşlarının.
Arkası gelir sonra şiirlerinin, hepsi birbirinden güzel, birbirinden derin.
Bir bakmışsın “Kelepçem bırakmasın gülüm, ne çıkar? Bu yürek seninle bin zeybek oynar;” dizeleriyle dikilir “Kelepçem bırakmıyor ki Zeybek oynayayım” diyenlerin karşısına.
En verimli çağında, 56 yaşında kaybettik onu, 16 Temmuz 2009’ yılında.
“Yaşamak direnmektir” diyen sesi hala kulaklarımızda.
“Yaşamak direnmektir yangın yüreklim / Biz ki yaşamaktan hiç korkmamışız / ve tek bize hastır ‘yaşayan biziz’ / Dercesine sessizce ölmek.”
36 yıl boyunca hastalıklarla boğuşur ancak hiçbir zaman direnmekten vazgeçmez. Ve yaptıklarından hiçbir zaman pişman olmaz. Sorgucularına "Devrim benim için özgürlük ve mutluluk demektir" der, bu düşüncesi hiç değişmez. Bir röportajında, bu mutluluğu şöyle anlatıyordu: "Sosyalist olmaktan, dünyayı ve ülkemi değiştirme mücadelesine katılmaktan onur ve mutluluk duydum. Yine de onur ve mutluluk duyuyorum. Yaşama anlam katan en önemli şey mücadele etmektir. Asi bir yürekle yaşamak en heyecan verici serüvendir.”
Kutsiye Bozoklar, sosyalizm düşünü ve direnmeyi, yazılarıyla, şiirleriyle yüzlerce kez, binlerce insanla paylaşır. Bir röportajında "Haydi hep birlikte mutluluğu fethe çıkalım. Çünkü mutluluk fethedilir, kendi kendine gelmez" demiştir. Yazılarında hep mutluluğu anlatır. En çok sanat ve edebiyat alanında yazılar yazar, teorinin ve politikanın sorunlarını da ele alır. Son yıllarında ise kadın sorunu üzerine önemli bir fikir üretimi gerçekleştirir.
Bozoklar, yaşamını yitirene kadar Atılım Gazetesinde "Ortakça" köşesinde Işık Kutlu imzasıyla yazılar yazar. Sanat ve Hayat dergisinin Yayın Kurulu Başkanlığını de yürütür.
Kutsiye Bozokların yayınlanan kitapları.
"Yaşama Dair", "Umuda Yazılı Sözler", " Hep Aynı İnatla", "Sanat ve Mücadele", "Türkiye Bu Tadı Seviyor mu?", "Hayatı Ellerinden Tutmak", "Emperyalist Küreselleşme ve Yalanlar", "Hangi Kültür" ve "Kavga Düştü Payıma".
İyi ki geçmişsin bu dünyadan sevgili Kutsiye BOZOKLAR. Senin gibi tarihte iz bırakan kadınlar mücadele gücümüzü arttırıyor. Yattığın yer incitmesin.
Kaynaklar:
Etkin haber ajansı
Sendika.org sitesi.
30 03 2025
Bazı kadınlar vardır koşullar onları nereye sürüklerse sürüklesin yüreklerindeki yaşama sevincini ve üretimleriyle mücadeleye omuz vermelerini engelleyemez. İşte Kutsiye BOZOKLAR DA BUNLARDAN BİRİ.
Kutsiye Bozoklar, 1953'de Mersin'de doğdu. İlerici bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Bozokların devrimci düşüncelerle tanışması da geç olmaz. Bozoklar devrimciliği seçmesini şöyle anlatıyor yoldaşlarına. "Babam Köy Enstitüsü kökenli ilerici bir öğretmendi. O, ilericilikten devrimciliğe geçerken biz de onunla aynı yollardan geçtik". Anne dersen; dimdik, kaya gibi duran bir kadınmış eşinin ve çocuklarının arkasında. Kutsiye Daha ortaokul sıralarında iken okur Felsefenin Temel İlkeleri’ni, Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi’ni. Sadece okumak mı? Öğrendiği her diyalektik kuralını büyük bir coşkuyla paylaşır babasıyla, o da her seferinde küçücük sorularla yeniden düşünmeye sevk eder, yeni ufuklar açar önünde.
İlk babasından duyar Che Guevara ve Ho Chi Minh adlarını. Politik bilincin yanı sıra şiir sevgisini de alır ondan ama en önemlisi mücadele etmesini örenir babasından, güzel, yaşanılası bir dünya için. Hem de öyle bir öğreniş ki “Ben kavgama sevdalıyım gülüm” dizelerini yazdıracaktır yıllar sonra ona, “sevince ve ölüme eş” kıldığı inancı.
Öyle zengin bir kitaplığı vardır ki babasının, yok yoktur raflarında sanki. Onca felsefe kitabı ve romanın yanı sıra Varlık Yayınlarından çıkan bütün şiir kitapları dizilir sıra-sıra; Ahmet Haşim, Gülten Akın, Ali Püsküllüoğlu, Ümit Yaşar ilk akla gelenler.
Böyle bir evde doğulur da şiir yazılmaz olur mu? O hevesle o da alır kâğıdı kalemi o çocuk ellerine, tam bir defter dolusu “gülünç” şiirler yazar. İçlerinden birini seçer sonra, babasının karşısına geçip okur bir solukta. Karanlıkta Uyananlardır şiirinin başlığı ve “kızım” diye başlar söze kendisini büyük bir ciddiyetle dinlemiş olan babası, “asıl yazman gereken o karanlıktır işte.” O gün bırakır şiir yazmayı.
Ne yazık ki çok erken kaybeder babasını. 15 yaşında, 68 rüzgarının dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda, kardeşi ve annesiyle birlikte yaşam savaşının ortasında buluverir kendisini. Kitaplar, Kutsiye Bozokların dünyasında ayrı bir yerdeydi. "Diyalektiği keşfetmem bir başka dünya oldu" derken, bu duyguyu, sonraki yıllarda yazılarıyla başka insanlara yaşatacaktı.
Kutsiye Bozokların ismi hep mücadele, direnmek, insan ve sevgi kelimeleriyle anılır.
1968'li yıllarda dünyadaki gençlik hareketinden etkilenir. Kendi deyimiyle DEV Gençli ağabeylerini ve Türkiye işçi partisini heyecanla takip eder. Ancak Devrim dergisinde çıkan TİP eleştirileri üzerine Aydınlıkla tanışır.
Liseden sonra İstanbul'da Eczacılık Fakültesi'ne girer. Burada "inançlı, coşku dolu, kavgacı insanlar" olarak tanımladığı Meral Yakar, Ahmet Muharrem ÇİÇEK ve İrfan Çelik ile yolu kesişir.
Şafak adlı örgütün gizli gençlik örgütlenmesi olan Devrimci Gençlik Birliğinde yer almaya başlar Kutsiye. Şafak için "Faşizme karşı mücadele edilmesi gerektiğine inanıyordum, O zaman ortada Şafak'tan başka mücadele edelim diyen hareket yoktu kanımca" diyor bir konuşmasında. Ardından Şafak'tan kopuş dönemi ve daha radikal bir mücadele dönemi başlar.
Bu dönem, 1973 yılının mart ayı, 36 yıl boyunca sürecek olan tekerlekli sandalye ile yaşamasının başlangıcı olur. 19 Mart'ta gittiği evde pusu kuran polislerle çatışmaya girer ve sırtından vurulur. Hastaneye bir polis minibüsünde karga tulumba götürülür. Sonrası upuzun bir hastane macerasıdır aslında; görevlilerin ellerinde iplerle gelip, kendisini nasıl öldüreceğini tarif etmeleriyle başlayan… O gün, orada, o görevlileri ellerinde iplerle görünce anlar o da o şartlarda düşmana karşı en büyük zaferin yaşamak olacağını. “Hadi bakalım” demiştir içten içe, madem “kavga düştü payıma” “Yaşamak direnmektir” bundan böyle hazırlan yeni mücadele biçimlerine.
Tedavi için gelen doktorlara bile söylemez adını.
O hışımla atılır, kalorifer ve lağım borularının geçtiği karanlık ve rutubetli bir yere.
Cezalıdır o artık, yatak bile verilmez, öylece atılır tahta bir ranzaya korkunç acılar içinde. Bu nedenle bir türlü iyileşmez, aksine derinleşir tam kuyruk sokumunun üzerindeki yaraları. Topukları da çürüyüp düşer bakımsızlıktan.
“İnancım ve benden başka kimse yok burada” diye düşünür, “benim sınavım bu, devrimci dalganın yükseldiği dönemde devrimcilik yapmak kolaydır, hadi bakalım burada, bu esaret koşullarında devrimci kal da göreyim.”
Rezillik ve yüce gönüllülüğün yan yana yaşandığı ortamda yapılır Haydarpaşa Numunede ameliyatı.
Ameliyattan hemen sonra içmesi için ağzına zorla su dayayanlar da olur, sessiz bir ortamda yatması önerildiği halde kulağına radyo dayayanlar da.
Akciğerleri yüzünden nefes alamadığı için bir oda dolusu görevlinin odasında sigara içmesini sağlayanlar da vardır, ameliyattan sonra bir kez bile odaya girmeyen ama her gün çarşaflarının değiştirilmesi talimatı veren klinik şefleri de…
Onlar baskıyı arttırdıkça o da dirence sarılmaktadır, yatağa bağımlı biri ne kadar direnebilirse artık, diş ile tırnak ile, eline ne geçerse.
Bir gün, ikide bir kulağına radyo dayayıp bayılmasına neden olan nöbetçinin elindeki radyo ile kendisine doğru geldiğini görünce dayanamaz artık, kaptığı gibi serum şişesini indiriverir başına. O günden sonra radyo sesi kesilir kesilmesine ama sağlam kalan tek elini de bağlarlar. Direnerek karşı koyma aracı olarak sadece sesi kalmıştır artık: Onu da kullanır büyük bir memnuniyetle.
Avazı çıktığı kadar bağırmaya, slogan atmaya, marş söylemeye başlar. O kadar basittir ki susması karşılığında istekleri: Saçının yıkanması, yaralarına pansuman yapılması ve elinin çözülmesi gibi.
Razı olurlar tabii bir süre sonra. Böylece serum şişesinden sonra sesini de eklemiş olur etkili mücadele araçları listesine.
İki yıla yakın tutuklu kalır Kutsiye. Onca ameliyata rağmen bir daha yürüyemeyeceğini öğrenir. Tam kuyruk sokumunun üstünde, beş santim derinliğinde, on beş santim genişliğinde bir yara taşır bedeninde. Kalan ömrünü tekerlekli sandalyede geçirecektir.
Tam o sırada okur Kornaros’un Yunan iç savaşını anlatan Fırtına Çocuklarını. En çok Stavri Baba tiplemesi etkiler onu, kendisiyle barışıp, hayata daha esnek bakmaya başlar.
O arada siyasal ortam yumuşar, güdük de olsa bir af yasası çıkar. Tahliyeler başlar. Kutsiye idamla yargılandığı için ilk elde tahliye edileceklerin arasında yoktur tabii ki.
20 Temmuz 1974 günü, hastanenin kapısının önünde buluverir kendini.
Ünlü Kıbrıs savaşı başlamıştır ve yatmakta olduğu Gülhane Hastanesi sahra hastanesi olarak kullanılacaktır.
Sudan çıkmış balık gibidir dışarıda.
1974 sonunda, cezaevinden çıkan birkaç kişi uğrasa da yanına, görünmez olurlar sonra.
Gelip de “ah vah” edip, fazla soru soranlarla da o görüşmek istemez zaten. İnsanların kendisine yarı ölü gibi davranmalarına sinir olur. Kim ne derse desin yaşama katılmaya kararlıdır.
1977 yılı olmalı. Gençlerden birinin önerisiyle katılır İstanbul’da düzenlenmiş olan bir geceye.
Öyküsünün “Vuruldum ve sakat kaldım” başlıklı birinci bölümünü tamamlamış yepyeni ikinci bir bölüm başlamıştır artık.
“Şiir, yürek dolusu ışık taşımaktır kavgaya, insanlara” diyerek başlar bu bölüme.
Işığı taşımak kadar şiir yazmaya çalışmak da inatçı bir mutluluktur ona göre.
O duygularla başlar yazmaya.
Işık Kutlu mahlasını kullanır uzun süre Atılım dergisinde yazdığı yazılarda, sonra kendi imzasını kullanır makale ve şiirlerinde.
İlk eseridir “Kavga düştü payıma” şiir kitabı.
Can Dost’tur ilk şiirinin başlığı: “Candır/ Can dost/ Bakışının karası/ Bende kurşun /sende yürek yarası” diye başlayan. Çok sevdiği bir mücadele arkadaşının sevdası için alır ilk defa kâğıdı kalemi eline onca yıldan sonra; kavga ile sevdanın diyalektik bütünlük oluşturduğuna inananlardandır ve kavgası gibi sevdaları olsun ister arkadaşlarının.
Arkası gelir sonra şiirlerinin, hepsi birbirinden güzel, birbirinden derin.
Bir bakmışsın “Kelepçem bırakmasın gülüm, ne çıkar? Bu yürek seninle bin zeybek oynar;” dizeleriyle dikilir “Kelepçem bırakmıyor ki Zeybek oynayayım” diyenlerin karşısına.
En verimli çağında, 56 yaşında kaybettik onu, 16 Temmuz 2009’ yılında.
“Yaşamak direnmektir” diyen sesi hala kulaklarımızda.
“Yaşamak direnmektir yangın yüreklim / Biz ki yaşamaktan hiç korkmamışız / ve tek bize hastır ‘yaşayan biziz’ / Dercesine sessizce ölmek.”
36 yıl boyunca hastalıklarla boğuşur ancak hiçbir zaman direnmekten vazgeçmez. Ve yaptıklarından hiçbir zaman pişman olmaz. Sorgucularına "Devrim benim için özgürlük ve mutluluk demektir" der, bu düşüncesi hiç değişmez. Bir röportajında, bu mutluluğu şöyle anlatıyordu: "Sosyalist olmaktan, dünyayı ve ülkemi değiştirme mücadelesine katılmaktan onur ve mutluluk duydum. Yine de onur ve mutluluk duyuyorum. Yaşama anlam katan en önemli şey mücadele etmektir. Asi bir yürekle yaşamak en heyecan verici serüvendir.”
Kutsiye Bozoklar, sosyalizm düşünü ve direnmeyi, yazılarıyla, şiirleriyle yüzlerce kez, binlerce insanla paylaşır. Bir röportajında "Haydi hep birlikte mutluluğu fethe çıkalım. Çünkü mutluluk fethedilir, kendi kendine gelmez" demiştir. Yazılarında hep mutluluğu anlatır. En çok sanat ve edebiyat alanında yazılar yazar, teorinin ve politikanın sorunlarını da ele alır. Son yıllarında ise kadın sorunu üzerine önemli bir fikir üretimi gerçekleştirir.
Bozoklar, yaşamını yitirene kadar Atılım Gazetesinde "Ortakça" köşesinde Işık Kutlu imzasıyla yazılar yazar. Sanat ve Hayat dergisinin Yayın Kurulu Başkanlığını de yürütür.
Kutsiye Bozokların yayınlanan kitapları.
"Yaşama Dair", "Umuda Yazılı Sözler", " Hep Aynı İnatla", "Sanat ve Mücadele", "Türkiye Bu Tadı Seviyor mu?", "Hayatı Ellerinden Tutmak", "Emperyalist Küreselleşme ve Yalanlar", "Hangi Kültür" ve "Kavga Düştü Payıma".
İyi ki geçmişsin bu dünyadan sevgili Kutsiye BOZOKLAR. Senin gibi tarihte iz bırakan kadınlar mücadele gücümüzü arttırıyor. Yattığın yer incitmesin.
Kaynaklar:
Etkin haber ajansı
Sendika.org sitesi.
30 03 2025
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.