Bu siyah-beyaz fotoğrafta dört kadın bir arada poz veriyor. Arkalarında "AKSU KÖY ENSTİTÜSÜ" yazılı bir tabela bulunuyor. Kadınlar, kırsal bir alanda, açık havada duruyorlar. Arka planda ağaçlar ve ufukta tepeler görülüyor. Biri ceket ve etek, diğerleri elbise giymiş.

Ars Longa Vita Brevis



M.Ö 577’de Antik Yunan Döneminde yaşamış modern tıbbın kurucusu Hippokrates’e ait olan bu söz, sanatın anlamı ve gerekliliğine dair anlatmak istediğimiz her şeyi özetliyor neredeyse. Dilimize uyarlanmış haliyle: “Sanat ölümsüz hayat kısa.” diyor dünyanın ilk tıp doktoru.



Bilimin sanatla iç içe olduğu ayrılmaz bir bütünün iki farklı ölçütte buluşup; “Sanat hayata hizmet eder.”anlayışının da merkezine, yine insanı aldığı ve sanatın bu yönüyle en temel insanî değer olduğu vurgulanmıştır.



…Aulos’un çifte nefesinden zeytin ağaçlarının tapınak merdivenlerine öykündüğü, asilzade karyetithlerin beşbin yıllık öyküsü sanattı elbette…



Kent planlarından, su kemerlerine, mimariden heykele, müzikten edebiyata ve tiyatroya… Ulaşabildiği her yere insanın söylemini, eylemini, vurgusunu ve ifadesini yani özetle izini bırakan sanattan bahsetmişti Hippokrates…



Tanrının insana kendinden zerre miskâl bahşettiği yaratım yeteneğiydi sanat. 



Antik Yunan için sanatta insan vücudunu tasvir etmek çok önemliydi. Özellikle Hellenistik döneme gelindiğinde heykel sanattı, sanat heykeldi. İnsan vücudunu idealize etmek heykeltraşın işiydi ve asıl amaç; “mükemmelliğin neye benzemesi gerektiği*” idi.



Sanat, bu açıdan bakıldığında insanda güzelliği ve mükemmelliği hedefliyordu. Bir arzusu, tutkusu, ideası vardı sanatın. Gözle görünür olanı ulaşılamaz kılmak ve belki de insanı kutsamaktı maksat… Sanatçı tanrısallaşır, şekillendirir, yaratır ve bu yolla insana hükmetmiş sayardı kendini. Yüce olmak belki de yüceltmekte, yüceltme gücünü kendinde görmekle olurdu.



Tek Tanrılı dinlerin inanç sisteminde henüz sahneye çıkmadığı zamanlardan bahsediyoruz. Mitler dünyasının karmaşık ve masalsı yanıyla yoğrulmuş bir inanç sistemi olan mitolojiler sanat kavramının oluşmasında büyük önem taşımaktadır. Tasavvur dünyasının sınırlarını zorlayan hikâyeler bütünü, bu dünyaya ait yaşamın birer kahramanı olmuştur.



Bu anlayış halâ günümüz modern dünyasında güzellik standartlarını belirliyor diyebiliriz.



“Zevklerimiz sade olsa da biz Yunanlar güzelliğe aşığız!” der ünlü filozof ve edebiyatçı Thukididis… Bu sözden yola çıkıldığında güzellik insanla, mükemmel güzellik ise sanatla mümkün kılınmıştır.



Beş duyu organına hitap etmenin ötesinde insana insanı, insana kendini ve temelde var oluşsal amacının ne olduğunu anlatır sanat. Sanatçının dünyaya kazıdığı en derin çizgiden en uzun yola evrilen ömürlük yolculuk da diyebiliriz. 



“İnsan her şeyin ölçüsüdür!” der Yunan Filozof Protagoras. Mimaride, heykelde ve edebiyatta, felsefe ve matematikte en parlak devri yaşatan Hellenistik sanat, batıdave Anadolu coğrafyasında sanatın doruğa ulaştığı dönem olarak kabul edilmektedir. (M.Ö. 5-4.yy.)



Bu dönemin önemli filozoflarından Aristoteles ve Platon sanatın felsefesini oluşturmakta önemli çalışmalar yapmışlardır.



“Sanat, doğanın yarım bıraktığı işi tamamlar.” diyen Aristoteles’in, “ Felsefe insan içindir.” bakış açısı da günümüzde halâ tartışma konusu olan sanat toplum için mi sanat sanat için mi sorusuna yanıtı çoktan vermiştir bile…



Yukarıda kısaca bahsi geçen Antik Yunan felsefe ve bilim anlayışının sanatı nasıl şahlandırdığı, bir bakıma grift bir medeniyet anlayışından sanatın insanlık adına bir yararlılık haline geldiği anlatılmaya çalışıldı.



Günümüz batı sanatının Anadolu topraklarında temeli oluşturulmuş ve geliştirilmiş, iyi yetişmiş sanatçılarıneserlerini ve entelektüel ruhlarının üzerinde gezindiği; bulunduğu coğrafi işlerlik olarak bu manâda oldukça önemli sorumluluklar taşımaktadır.



Uzak Asya, Orta Asya, Mezopotamya… Sümer, Asur, Akad, Babil ve Antik Mısır. Anadolu’da Frigler, Hititler, Artuklular… Yüzlerce yıl hüküm süren onca devlet, İmparatorluk, Krallık…



Sanat ve sanatçı insanlığı kutsamanın, yaşamı anlamlı kılmanın ötesinde; özellikle Orta Asya’dan hareketle tüm doğu medeniyetlerinde devletin gücünü ve zenginliğini ortaya koyduğu, ihtişamın ve kudretin sergilendiği yegâneunsurlarının başında gelmiştir. Her din anlatmak istedikleri ve kendi inanç felsefeleri doğrultusunda mimariden müziğe sanatın her alanında kendine has üslup ve tarz geliştirmiş ve binlerce yıllık eserleri günümüze kadar getirmiştir.



Dinlerin ortaya çıkmasıyla birlikte sanatın ifade biçimi farklılaşsa da kullanıldığı alan hiçbir tarihi dönemde ve hiçbir yönetim şeklinde günümüz Türkiye’sinde olduğu kadar; hiç ve iç edilmemiştir.



Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyılı geride kaldı. Peki, şimdi bize sanat adına Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yirmi yılının ardından mimari eserler başta olmak üzere resimde, heykelde yani özetle plastik sanatlardan günümüze Cumhuriyetimizin kuruluş dönemi olan Ulusal Mimarlık eserleri dışında tek bir eser kaldı mı? Cumhuriyetimizin 1920-1940’lı yılları kapsayan ve 1. Ulusal Mimarlık dönemi olarak adlandırılan bir ulusun geçmişine sırtını dönmeden Batı tarzını kendi üslubu ve kültürüylebirleştiren, her mimari esere yansıtan sadece batıya da öykünmeyen mimari eserlerden başka ne anlatıyoruz? Ne anımsıyoruz?



Milletin fakruzaruret içinde harap ve bîtap düştüğü o yeniden varoluşun mücadelesini verdiğimiz yıllarda, Mustafa Kemal Atatürk Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini kurdu. Yurt dışına arkeoloji, mimari ve birçok sanat dalında eğitimalmaları için öğrenciler gönderdi. Köy enstitüleri kuruldu ve o okullardan yüzlerce sanatçı ve o sanatçıları yetiştiren öğretmenler çıktı.



Atatürk der ki: 



“Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa, tam bir hayata mâlik olamaz!..”



Peki ya şimdi evrildiğimiz yer neresi? 



Seksen yılda toplumun sanat kavramından nasıl uzaklaştırıldığı, tökezletildiği, her dalda sanatın günbegün yok edildiği noktadayız!



Dinde tasvir yasağı dediler, sanatı vurdular!



Siyasi anlayışlara aykırı dediler, sanatı vurdular!



Sanata dair okulların belini kırdılar, sanatı vurdular!



Sanatçı yetiştirecek eğitimci kadrolar saçma sapan bahanelerle atıl durumda bekletildi. 



1960’larda İstanbul’un orta yerinde rant uğruna Mimar Sinan’ın yaptığı çeşmeler yıkıldı!



Yine rant ve yaranma uğruna Osmanlı’nın son dönemlerinde “sözde” dış ülke heyetlerine ve temsilcilerine hediye edilmek üzere! taşınabilir ne kadar tarihi eserimiz varsa Avrupa Krallarına, elçilere ve bilumum yabancı bürokratlara peşkeş çekildi. Yurt dışında müzelere küçümsenmeyecek miktarda paralar ödeyerek kendi medeniyetimize/bize ait olan eserleri hayranlıkla izleyerek dönüyoruz.



Bugün gelinen noktada Türkiye toplumu sanatın hemen hemen bütün dallarından koparılmıştır. Sanat kültürümüzü en iyi anlatan biçimsel dildir. Sanat yoksa kültür yok. Kültürünü bilmeyen nesiller kendini nasıl tanır, nasıl bilebilir, geleceğe ne götürür, neyi nasıl anlatır?



….



Yaşadığımız Anadolu topraklarında dünya medeniyetleri doğmuş, bir bir yetişmiş ve yedi iklim, yedi coğrafyaya yayılmıştır. Bunlardan en önemlisi Antik Yunan döneminde doğmuş olan batı sanatıdır. Biz Avrupa’nın o çok imrendiğimiz sanatının ana vatanıyız. Bunları bilerek ve öğreterek haklı gurur ve özgüvenle kültür ve sanat çalışmalarını yeni baştan ele almalıyız.



“Gelecek nesiller bizlere hayret edecek, tıpkı şimdiki nesillerin bizlere hayret ettiği gibi!..”



Atinalı Perikles…



30 Ağustos 2024



Tür: Araştırma-Eleştiri

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.