sulesepin06@gmail.com
Bir masada oturmuş, ciddiyetle önündeki kağıtları inceliyor. Kısa, koyu kahverengi, küt saçları, vişne çürüğü uzun kollu, çizgili bir kazağı var.
Konuşma yapan kadının üzerinde siyah polo yaka tişört var. Saçları kahverengi ve boynuna kadar uzun. Ağzı açık konuşur vaziyette. İki eli de havada bir tanesi kendini gösteriyor diğeri bulanık görünüyor. Arka plan beyaz duvar ve bir mobilyanın bir kısmı görünüyor.
SÖYLEŞİYİ YAPAN: Şule SEPİN İÇLİ

Şule: Sevgili takipçilerimiz, bu ay Rol Modellerimiz köşemizde gerçekten birçok rol modelleri arasından seçtiğimiz, seçmekte zorlandığımız bir konuğumuzu ağırlıyoruz. Ülkemizde birçok kişi deprem felaketinden dolayı rol model. Karşımızda Öncü Anıl Mutlu adlı bir hemşire arkadaşımız var. Hoş geldin Öncü. Seni kısaca bir tanıyalım istersen.
Öncü: Hoş bulduk, teşekkürler. 28 yaşındayım. Atatürk Üniversitesi Hastanesinde anestezi yoğun bakım bölümünde hemşirelik yapıyorum. Meslekte 4. Yılım. Erzurum’da yaşıyorum. Aslen Antep’liyim. Biz de bu depremden doğrudan olmasa da akrabalarımız, eşimiz, dostumuz ve en yakınım kız kardeşim tarafından etkilendik. Bu süreci atlatmaya çalışıyoruz.
Şule: Senin yoğun bakımda çalışmalarının olduğunu biliyoruz. Deprem bölgesine de gittin. İstersen yoğun bakımla deprem bölgesindeki çalışma arasında nasıl bir fark var, oradan başlayalım.
Öncü: Yoğun bakımda hiç çalışmak istememiştim. Çünkü çoğu kişinin hayatının sonuna eşlik etmiş oluyoruz. Bazen umutlarımızı yitiriyoruz. 70-80 gün yatan hastalarımız oluyor. İlacımız, ekipmanlarımız, her şey elimizin altındaymış. Bunu ancak deprem bölgesine gidince anladım. Yoksulluk, mesleğinin, paranın olmaması değilmiş. Yoksulluk, elinde her şeyin varken, hiçbir şeyi alamamakmış, birinin yarasını saramamakmış.
Şule: Önceki konuşmamızda, enkaz altında ölümün çok daha zor olduğunu paylaşmıştın. Bu süreçten de biraz söz edebilir misin?
Öncü: Yoğun bakımda ölüm, huzurluymuş. Çok farklı boyutları varmış. Daha önce kardiyoloji yoğun bakım sürecim vardı. Birçok farklı alanda çalışmanın tanığıyım. Hastalar eks oluyorlardı. Birçok eks gördüm. Kendimin hazırlıklı olduğumu sanıyordum. Şu anda da ölüm hemşireliği gibi bir görev yapıyor gibiyim. Anestezi hemşiresiyim. 3. Basamak bir yoğun bakım. Hastalarımın durumu çok ağır. Çoğunun beyin ölümü gerçekleşmiş durumda. Yaşı gelmeden insanların ölümünü görmeye hazır değilmişim. Bu süreçte kendimle ilgili gözlem yaptım. Deprem bölgesinde bir şeyler yapılabilirken yapılamaması, emek harcanabilecekken harcanamamış olması, paran var, bilgin var, her türlü donanıma sahipsin, kurtaramamak, yetişememek, saniyelerle savaşmak… Bu kadar derinden hiç hissetmemiştim. Olaylar beni bu kadar derin etkilememişti. “Alışırım” demiştim ama alışamamışım.
Şule: Deprem bölgesine gitme sürecin nasıl oldu?
Öncü: Bir gün düştüm ve yerdeki cam sağ parmağımın tendonumunu kesti. İki hafta rapor almak zorunda kaldım. Uyurken, yatakta sallantı oldu ve uyandım. Baktım herkes beni arıyor. “Öncü depremden haberin var mı?” diyorlar. “Ne depremi? Tamam, biraz sarsıldık ama” bir tarafım Malatya, bir tarafım Antep’te. 12 yıllık bir geçmişim var. Öğretmenlerim ve arkadaşlarımın birçoğu da Maraş’ta. Kız kardeşim doğum için Antep’ten bir ay önce geldi bir ay önce gezdiğimiz sokaklardı. Neye uğradığımı şaşırdım ve şok oldum. Önce sevdiklerini güvence altına almaya çalışıyorsun. “Bir bağ evi bulun, tek katlı bir yere yerleşin” diyorum. Yerimde duramıyorum. Hastaneye gittim. Parmağım kesileli on gün olmuş. Kendimi biraz daha rahat hissediyorum. Atelimi, alçımı azaltıp parmağımda yarım alçı kullanmaya başladım. El, bir hemşirenin, daha doğrusu sağlık çalışanının her şeyi. “Deprem olmuş. Evet, biz yakınlarımızı güvence altına almaya çalıştık, onları bir yerlere yerleştirdik. İçim içimi yiyor. Gece dört buçuktan beri sürekli haber izliyorum. İş yerime, “lütfen gönderebiliyorsanız beni gönderin. Elimden kaynaklı gönderemeyecekseniz de yerime bir başkasına öncelik verin ve ben giden arkadaşın yerine hastanede çalışayım. Bu raporu bir kenara koyup askıya alın” dedim. Bu arada son durumu anlamak için AFAD’a gidip geliyorum. Kimler gönderildi, kaç ekip çıktı? Arama kurtarma çalışmalarından bir sürü kişiyle konuşuyorum. Aklıma kötü şeyler geliyor. Evde iki görme engelli var, biri annem, biri teyzem. Onların da yanında olmam lazım. Acaba deprem buralara kadar gelir mi? Onları burada güvende tutabilir miyim? Beni 4. Gruba yazacaklarını söylediler. Şu an öncelikli ekibi yollayacaklar. İkinci gün oldu, artık ben dayanamıyorum. “Seni bu durumda gönderemeyiz, raporlusun, raporunu fesih edemeyiz. Bir de enkaz altından çıkarılırken erkek gücü lazım” diyorlar. “Yaparım. Hiçbir şey yapamasam, küçücük bir bebeği koynuma alıp ısıtabilirim, biberonla beslerim. Daha önce yeni doğan geçmişim de var” diye konuşuyorum. Saat 12’de hastaneye gittim. Baktım olmuyor, AFAD’a dedim, “benim adımı yazın, çağırın yarın gideyim” Akşam saat 01 suları eve geldim. Anneme durumu anlattım ve gitmek istediğimi söyledim. “Sizin için elimden geleni yapıyorum. Komşularıma haber verdim” dedim. Köpeğim var, arabanın anahtarını anneme bıraktım. Arabanın içerisine de ailemin ve anneme yardım edebileceklerin ihtiyacı olabilecek erzağı, battaniyeyi, yedek kıyafetlerin hepsini koydum. Olası bir durumda arabayı da boşluğa çektim. “Lütfen kendinizi arabanın içerisinde güvenli bir yere alın” diye tembih ettim. Ertesi gün AFAD’a gittim. Zaten çantamı geceden hazırlamıştım. Belki biraz duygusal bir karardı ama uyuyamıyordum, içim içini yiyordu. Orada olmalıydım. Depremi yaşamamıştım. Hiç kimse o depremi, o yıkımı, o kıyımı yaşamamalıydı. Bu, insanlığın bir kıyımıydı. Bir insanlık, bir tarih yok oldu. Bir sokak, bir il yok oldu. Ülkemizde kocaman bir alan boşluğa dönüştü. Bir şeyler yapma arzusuyla yola çıktım.
Şule: Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı yaşanmış. Bir yanıyla aileni düşünmüşsün, bir yanıyla erkek gücü gerektirir sözlerini dinlemeyerek gitmişsin. Biliyorum senin için bunları yeniden yaşamak çok zor ama yaşadıklarını örneklerle anlatabilir misin? Kadınlar ve çocukların daha zor durumda olduklarını paylaştın benimle önceden. Artık olabildiğince anlatırsan seviniriz. Orada seni neler bekliyordu, neler yaşadın?
Öncü: Oraya gitmek çok zor oldu. Yollar kapalıydı. 25 saatte gidebildik. Bir yandan haritaya bakıyoruz, bir yandan erkekler daha baskın rol oynamaya çalışıyorlar. Bir yandan bana yolun kapalı olduğu, yolu değiştirmemle ilgili bildirimler geliyordu. “Bu yolda çatlaklar var, diğer yola girin” diyorlardı. Kadının ikinci plana atılması otobüste başladı. “Hemşire Hanım, oturun biz bir bakalım” dediler. “Bakın arkadaşlar, elimde harita var, deprem bölgesinden arkadaşlarım arıyor, yardımcı olmaya çalışıyorlar. Durum belli, sorun belli” dedim. Girdiğimiz yollar kapalı çıkınca “aklın yolu birdir” diyerek sözümü dinlemeye başladılar. “Yola haritayla siz bir bakar mısınız?” diye soruyorlardı.
Şule: Hangi ile gitmiştiniz?
Öncü: Biz Erzurum’daydık, Hatay’a gitmiştik. En yakın o bölge orasıydı bize. Hangi ilin olmasının bir önemi yoktu. Sonuçta ben alana gitmiştim. Malatya’ya gitseydim, yakınlarımı bulacaktım, yoksa yardım mı edecektim? Antep’e gitseydim kız kardeşimi mi bulacaktım, geçtiğim sokaklardan daha mı çok etkilenirdim? Hiç bilmiyorum. Hatay’a gittiğimi yolda öğrendim. Hatay’a indiğimizde büyük bir kalabalıkla karşılaştık. O kadar muazzam bir gönüllülük ekibi, o kadar muazzam bir mesleki özellikleri olan insanlar vardı ki gerçekten her şeyini bırakıp gelmişlerdi hatta iş yerlerinden senelik izin alarak “iznimizi bu gün harcamayacaksak, başka ne zaman harcayacağız? Bir otele gitmek için izin kullanıyoruz, insanlık için mi harcamayacağız?” dediklerini biliyorum. Hastanemizden dört anestezi teknikeri arkadaşlar da senelik izinlerini kullanarak oradaydılar. Onlarla da yolda karşılaştık. Bölgeye gittiğimizde büyük bir koordinasyonsuzluk vardı. Önce sağlıkçı ihtiyacının olduğunu söyleyerek bizi bir köşeye ayırdılar. En büyük yıkım Defne mahallesindeydi. Hala ulaşılamayan evler vardı. “Sesler, çığlıklar geldiği için o bölgeye gitmemiz gerektiğini söylediler. Kendimizi minibüs tarzı küçük, kapısı kırık otobüslerde bulduk. Kimimiz ayakta, kimimiz kucakta, sıkışarak gittik. Bu kalabalığın içinde sadece iki kadın vardık. Sağlıkçı ve kadın olduğumuz için bize yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Sağlıkçılara çok ihtiyaç vardı. Bizi alana götüren adamın babası kurtulmuş, annesi enkaz altındaymış. Annesi için artık hiçbir şey yapamayacağından dolayı kendi acısını böyle yaşadığını ancak bu şekilde annesine yakışır bir evlat olabileceğine inanarak bizi oraya götürdü. Küçük bir yere çadırımızı kurduk ve kazı çalışmalarına başladık. Beni enkaza almadılar önce. “Biz enkazı biraz hafifletelim. Sen sağlıkçısın, eline bir şey olur. Elin kesilir, damar yolu açamazsın. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz” dediler. Haklılardı çünkü hemşire yoktu. Ben beklerken, bir polis arkadaş geldi. “Kurum kimliğiniz var mı?” dedi. Kimliğimi gösterdim ve kendisiyle gelmemi rica etti. “Yıkılmak üzere olan eczanelerin depolarına girelim. Hastaları çıkardığımızda, merkez hastanelerine gönderene kadar ya kan kaybından ya erken müdahale edememekten ölüyorlar. Yolda sinir krizi ya da epilepsi geçirebiliyorlar. Yollar kapalı olduğu için ulaşım zor oluyor. Bunlarla boğuşurken, en azından bir hastane kuralım. Tek tek eczane sahiplerini arayıp izin alayım. Siz de içeriden hastane kurulumu için ya da hastaların öncelikli müdahaleleri için nelerin gerektiğine bakın” dedi. Medikallerin ve eczane sahiplerini arayıp izin aldık. Malzemeleri polis otosunun arkasına yerleştirdik. Beni Defne Kaymakamlığı’na götürdüler. Arabaların park edildiği, üstü kapalı bir yere giderek oraya ilaçları yerleştirdik. Gelenlere pansuman yaptık. Bölgede o eksikliği bize gösteren yarıklar, ameliyat gerektiren yaralardı bunlar. Dikiş atılmamış, yoğunluktan dolayı sadece sarılıp antibiyotik verilmiş hastalar… Doku kaybı kontrolleri, ilaç tedavileri, ilacı eksilenlere ilaç takviyesi gibi işlerle beni Defne Kaymakamlığı’na yerleştirmiş oldular. İki gün ateş yaktık, sokakta kaldık, orada hasta bakmaya başladık.
Şule: Tüylerim diken diken olarak anlattıklarını dinliyorum. Yaşanan örnekleri de paylaşabilir misin?
Öncü: O kadar gülümseyerek ve o kadar umutla bahsediyorum ki çünkü bu bizim halkla başarımız. Halk “ne varsa alın, kullanın” diye izin verdi. Bir polis bize yardım etti ve biz oradan eşyaları aldık ve kaymakamlığın içine yerleştirdik. Belki de Hatay’ın hiç gidilemeyecek yerlerine ulaştık. Yıkıntı olmasa bile bir köşede sıkışmış kalmış kalp hastasına ilaç dağıttık ve şeker hastasına gittik. Bu kadar yıkımın karşısında, bir şeyler başarmanın, dimdik ayakta durmanın, sizi tutan bir şeyin olduğunu hissediyorsunuz. Ağlamak istiyorsunuz, yıkılmak istiyorsunuz. Gecenin ikisinde arama kurtarma ekibinden arkadaşlar ses duyduklarını söylüyorlar. Gelmenizi istedikleri için enkaz başına acil çantanızı alıp gidiyorsunuz. “Sesimi duyan var mı?” diye saatlerce bağırıyorsunuz. Belki birini duyamıyorsunuz, sonra başka acil bir yere koşuyorsunuz. Bunları yaşarken bir yere yetişmiş olmayı, ertesi gün pansumana gelecek hastaları düşündükçe “ağlamamalıyım. Evet, ilacım olmayabilir, yetişemeyebilirim, dik durmalıyım. Çocuk babasıyla erzak almasının yerine oyun oynamayı isteyebilir. Sesini duymadıklarım da olabilir. Dokuz-on yaşında hastalarım gelecek. Onlara umut vermeliyiz. En azından başka yere transfer olana kadar onları dik tutmamız lazım” şeklinde düşündüm. Duygularımız bizi işe sardı. Duygularımızı göstermeden çalıştık.
Şule: Kendine güç vermişsin. Çocuklara bazı olayları anlatmanın zorluğundan söz etmiştin konuşmamızda. Eli kesilmesi gereken bir çocuk vardı.
Öncü: Çocuğu çıkarabilmemiz için elinin üzerinde bir parça var, parçayı kaldıramıyoruz. Kaldırsak, hissetme sorunu yaşayacak. Çocuğun yaşantısıyla sınırda kaldığımız bir nokta. Biraz geç kalsak, vücut fonksiyonları açısından ve psikolojik olarak çocuk dara düşecek ama bir an önce onu çıkarmamız lazım. “Elini kesmemiz lazım” demek o kadar ağır ki bir şeyini bırakıp oradan çıkıyorsun. Bunu anlatmak çok zordu. Çocuğun ayağının üstüne bir sürü şey düşmüş. Pansumana gelip gidiyor. Biz hala umut ediyoruz. Her gün iğne batırıp his gelip gelmediğine bakıyoruz. “Abla iyileşeceğim değil mi?” sorusuna, “her an her şey olabilir” diyemiyoruz. Doğru iletişim kurmaya, umut vermeye çalışıyoruz. “Öleceğim değil mi?” laflarına, “hayır tutunmak, mücadele etmek, bununla da başa çıkmak zorundayız” desek de hem psikolojik olarak biz hem karşı taraf çok etkileniyor. Dik durmaya çalışırken, fazla sert davranıp davranmadığımızı sorguluyoruz.
Şule: Gerçekten insanın kendini sorguladığı çok zor bir süreç. Ne kadar kendimizi hazırlasak da orada olmak çok başka. Kadınların ve çocukların daha çok sıkıntı yaşadığından söz etmiştin. Bu sıkıntıların neler olduğunu bizimle paylaşabilir misin?
Öncü: Öncelikle hijyen sıkıntısı çok fazla. Vücut fonksiyonları olarak daha hassas oldukları için sokakta kalmak çok ağır. Çocuklar ve kadınlar hemen hastalanabiliyorlar. Yaşlı bir erkeğin idrar yolu enfeksiyonuyla kadınınki bir değil maalesef. Bir kadın daha ağır atlatıyor. Tuvalet bizim için de onlar için de yok. İleride salgın riski var. Hamile olanların çoğu korkudan dolayı erken doğum yaptılar. Depremin bazı beklenen süreçleri vardır. Önce bir yıkım oluşur. Sonra insanlar kurtarma çalışmaları yapıp koştururlar. Hastanelere çok fazla önem verilmez. Hastanenin kendini toplaması 4.-5. Günü bulurken, kadınlar korkudan erken doğum yapmaya başladılar. Tuvalet ve banyonun olmaması pislikten kaynaklı süreçler. Oturduğun yerde sürekli sallanıyorsun. Kapalı bir yere girsen, üzerine devrilmesinden korkuyorsun. Herkes, her şey sokaklarda. Bu durumda kadında enfeksiyon riski artıyor. Doğum sonrası bakıma ihtiyaç var. Sağlık personeli yetersiz. Çünkü herkesin sağlığa ihtiyacı var. Sokaktayken, ateşli hastalıklar, gribal enfeksiyonlar, kadınların menstüral dönemde pet istemeye utanmaları, bu ürünlerin bulunamaması gibi sorunlar var. Biz tansiyon ilaçlarını bile bulmakta zorlandık. O hastaneyi kurduktan iki-üç gün sonra pet, doğum kontrol hapları elimize geçti.
Şule: Orada kaç gün kaldın?
Öncü: 6 gün kaldım.
Şule: Canlı insan çıkardığınız da oldu sanırım.
Öncü: Ne mutlu ki hala canlı insan çıkıyor. Kurduğumuz hastanenin içerisinde tedavi görüyorlar. Oradaki sirkülasyonu hemşire arkadaşlarımız bozmadılar.
Şule: Ağlamamak için kendini güçlü hissettikten sonra dönüş sürecinde Öncü’ye ne oldu? Dört saat ağladığını anlatmıştın.
Öncü: Ben orada kalmak istiyordum. Hastanemle de konuştum ve bana izin çıkarmalarını istedim. Zaten gelmiştim. Üç ay daha kalmak istedim. Malatya’ya başkalarını göndereceklermiş, rapor dönüşü sürecindeymişim. İzin vermediler. Buruk bir şekilde kabul edip dönmek zorunda kaldım. İlçe Sağlık Müdürü ile birlikte, iki gün önce başka nöbet tutacak, herhangi bir sinir krizinde müdahale edebilecek, arama kurtarma ile koşturacak bir ekibin gelmesinin sağlanması için çalıştık. Bunları sağladıktan sonra oturmuş olmanın verdiği bir yorgunluk hissettim otobüse binince. Oysa 6 gün boyunca hiç oturmamıştım. 12’ye kadar koşturuyorsun. “Abla çorbanı, çayını, suyunu iç, yemek ye, ateş yakalım ısın” diyor ve yemek getiriyorlardı. İki gün sokakta kaldığımız için ateşlendim. Gelen geçen üzerime battaniye veriyor ve bir tek sağlıkçı ben olduğum için çok ilgileniyorlardı. O kadar büyük bir minnet vardı ki “yaşadım” diyebilmek için o sahaya gitmek, emek harcamak gerekiyormuş. Şu an “ben yaşadım” diyebiliyorum. Otobüse bindiğimde, sağıma bakıyorum taş çatlak, soluma bakıyorum, çocuğun tek ayağında terlik var, diğerinde yok. Mülteci kampından daha da kötü. Kimi yara bere içerisinde, kimi hastalanmış, kimine tüp yetiştirmeye çalışıyorlar. Durup şöyle bir düşündüm. 6 gün boyunca o kaosun, o hengâmenin içerisinde insan kendini göremiyor. “Ben de burada oksijen tüpü yetiştirenlerdendim. Ben de orada yara saranlardandım. Ben de bu hastanın ağrısını kesmiştim. Bir yandan ailem, kız kardeşim acaba ne durumda? Onları alsak mı? Daha ne kadar idare edebilecekler?” diye düşündüm. Artık oradaki hayatı geride bırakıp dönüyorsun, kendi hayatına sarılıp aileni de toparlaman gerekiyor. Oturdum ve o sokaklara, binalara baktım. Özellikle Maraş tarafından geçerken kötü oldum. Bundan bir ay önce ben buralardan geçmiştim. Yıllarca buralarda araba kullandım. Bu yollar beni aileme, arkadaşlarıma, dostlarıma, tüm sevdiklerime kavuşturmuştu. Şimdi bu yolların hiçbiri yoktu. Yollar yıkılmıştı. Taşın canı yok ki ağlasın, taşın bile ağladığını düşündüm. Yollarda yarıklar gördüm.
Şule: O kadar duygulu bir şekilde anlatıyorsun ki bunlar anlatılmaya, kitap olmaya değer, umut ve gurur verici. Böyle gençlerle gurur duyuyoruz. Epeyce ayrıntılı paylaşımların oldu. Eklemek istediklerin varsa, onları da alalım.
Öncü: Annem bana küçükken, onu ne kadar sevdiğimi sormuş. Ben de demişim ki “anne ben seni gökyüzü kadar seviyorum. Antep’ten Maraş’a, Maraş’tan Antep’e gidiyoruz. Yollar bitiyor ama gökyüzü hiç bitmiyor.” Şimdi ben o yollardayken, bir tek gökyüzü sağlam kalmıştı.
Şule: Bizimle çalışmalarını, duygularını içtenlikle paylaştın. Çok da zor olduğunu biliyoruz. Konuşacaklar daha da vardır ama dergimiz adına daha çok umut verici paylaşımlar yaptığının farkındayım. Artık yavaş yavaş söyleşimizi toparlayalım, ne dersin?
Öncü: Çok zor bir süreçti. Bir o kadar da duygulu, insanın işe yaradığını hissettiren, bütün dünyanın zengin-fakir ayrımından kadın olduğun için, iş hayatında karşılaştığın mobbinglerden, birçok şeyden sıyrılarak herkesin eşit olduğu, herkesin eşit üşüdüğü, aç ya da tok olduğu, herkesin mesleğini, insanlığını icra ettiği bir alandaydım. Apartmanların yanında cenazeleri görmek, gidip yetişememek, çok çok zordu. İşe yaramanın verdiği haz, umut, duruş, bazen duygularımızı arka plana atıp yolumuza devam etmek güzel ve destekleyici deneyimlerdi. Benden sonra birçok arkadaşımız oraya gitti, çoğu hala orada emek harcıyor. Yoğun bakımcılar, acilciler, herkes dört koldan işe sarılıyor. Bütün Türkiye geç kalındığını biliyor. 2-3 Gün geçti. İlk gün olur olmaz, bizim orada olmamız gerekiyordu. Kendimizi hazırlamak, ailemizi korumak, bunun yanında gönüllü olmak tek başına olmayı beraberinde getiriyor. Bir ekiple gönderilememenin boğuşması vardı. Her şeye rağmen insanların yanında olmak, bir hayata dokunmak, acıyı görmek güzeldi. Ölümü iliklerine kadar hissetmek, ölümün o kadar da uzak olmadığını, kendinden küçük olanların hayatlarının kaybolarak yok olduğunu görmek kendi açımdan çok güzel deneyimlerdi. Acımız gerçekten çok büyük. Hala atlatamadığımız şeyler var. Geldikten üç gün sonra tat ve koku almaya başladım. Cenaze kokularından kaynaklı, bu duyularımı da kaybettim. İyi ki bu zor süreçleri yaşadım ve iyi ki oradaydım, hiç pişman değilim.
Şule: Biz de katıldığın ve bizimle birlikte olduğun için sana çok teşekkür ediyoruz. Sevgili izleyenlerimiz, genelde insanların isimlerinin anlamlarını taşıdıklarını düşünenlerdenim. Öncü, gerçekten yüreğinde öncü bir ruh taşıyor. Pandemi döneminde sağlık çalışanlarının emeklerine büyük bir saygı duymuştuk. Depremde de yine aynı saygıyı duyuyoruz. İyi ki varsınız.
Öncü: Teşekkür ediyoruz.
18 Şubat 2023

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.