Bu kez de tarihin kadın yüzlerinden birine, yazarımız Filiz Gülmez’in ‘Bir Köy Düğünü’ adlı öyküsünde rastlıyoruz. ‘Ayşe Efe’ye!’
BİR KÖY DÜĞÜNÜ
Babamın köy çocuğu oluşundan mıdır, bilmem, çocukluğumdan beri köyleri çok severim. Köylerde kendimi hep rahat hissetmişimdir. Tepelere kurulmuş, yüksek dağları arkasına almış köyler, bana bilge insanları çağrıştırır. Köy insanlarına da saygı yüklü bir yakınlık duyarım. Tarlada, güneşin altında çalışan, pamuk toplayan; güneş doğmadan tatlıuykularından kalkıp tütün kıran elleri öpüp başımın üstüne koyasım gelir.
Geçen baharda bir köy düğününe çağrılıydık. Köyün çamurlu sokaklarından geçip düğün evine vardığımızda kargılarla çevrili bahçede sofralar kurulmuştu bile. Ege türkülerinin hem kıvrak hem de yanık ezgileri eşliğinde konuklar iştahla yemeklerini yiyordu. Kapıda karşılandık.Bahçede oturtmadılar bizi. Kurutulmuş kırmızıbiber dizilerinin yanından geçip, rahat edelim diye, içeriye buyur edildik; ne de olsa damadın öğretmenleriyiz. İçeride de sofralar kurulmuş. Buyur edildiğimiz odanın iki tarafını çeviren sedirlerden birinin önüne bir masa koydular. Biz sedirde oturuyoruz. Altımızda yumuşak minderler, arkamızda halıdan yastıklar. Bizim dışımızda da konuklar var odada, onlar yer sofralarında yiyorlar yemeklerini. Bir çırpıda bu yörenin yemekleriyle masa donatıldı. Karşımızdaki sedirde oturan oldukça yaşlı bir teyze güler yüzüyle, tatlı diliyle bizi ağırlamaya çalışıyor, bize yemekleri tanıtıyor:
“Yiyin çocuğum yiyin, bu keşkek. Bilir misiniz? “
“Daha önce yedik teyzeciğim, eşim de Egelidir. Yalnız ben şunu soracağım, şu küçük küçük köfteli yemeği.” diyerek tabağı gösteriyorum. Teyze yaşlı, daha ağzını açmadan öbür konuklardan genç bir kadın hemen atılıyor: “Ona yuvarlama’deriz, hiç yemediniz mi?”
“Duymuştum ama yemedim, demek yuvarlama buymuş.” Yemek muhabbeti böyle sürüp gidiyor. Düğün evinde konuklar hayatından memnun. Gelsin keşkekler, gitsin et yemekleri, yuvarlamalar. Bamyasız olur mu hiç? Nohutlu pilavı da unutmamak gerekir. Düğün sahipleri, küçük büyük hepsi seferber. Mutlu günlerinde konuklarını iyi ağırlamak, tek düşünceleri, Anadolu insanının konukseverliği.” der dururuz da her gün elimizin arasından kayıp gittiğini hüzünle hissederiz ya, işte öyle sıcacık bir ağırlama örneği bu. İnsanımızın bu erdeminden ne zaman söz edilse, Reşat Nuri‘nin Anadolu Notları’ndan alınmış bir bölüm gelir aklıma:“Hikâyeyi anlatan memur Erzincan‘ın köylerinden birinde şiddetli yağmur nedeniyle bir köylünün kulübesine sığınmış. Köylü, etrafına bakınmış, ikram edecek bir şey bulamayınca: ‘Efendi, kusura bakma. Sana ikram edecek bir şeyim yok. Kahvem yok... Sana, bari biraz oynayıvereyim’demiş; türkü söyleyerek oynamaya başlamış.” Bu örneği her hatırlayışımda duygulanırım.
Damat, gelip hatırımızı soruyor:” Bir şeye ihtiyacınız var mı? Hocam, nasıl rahat mısınız? Kusura bakmayın fazla ilgilenemedik.” diyor. Eşim de ben de çok mutluyuz:
“Çok rahatız, her şey var. Daha nasıl ilgileneceksiniz. Sağ olsun teyze bizimle ilgilendi.” dedikten sonra karşımızda oturan yaşlı teyzeyi gösteriyorum. Delikanlı sevgiyle yaşlı kadının ellerini tutuyor.
“Anneannem misafiri çok sever. Hele öğretmenlere karşı sevgisi saygısı derindir. Sizin de öğretmenlerim olduğunuzuöğrenince keyfine diyecek yok artık.”
“Demek anneannen, çok tatlı teyze.”
“Anneannem başkadır. Eski çetelerden.” diyor.
“Nasıl yani?” diyorum. “Efe mi?”
“Çok yaşa hocam, iyi söyledin Kurtuluş Savaşında efeymiş anneannem, Çete Ayşe derlermiş kendisine. İstiklâl madalyası da var.”
“Ya, öyle mi? Ayşe Efe diye duymuştum, hatta bir kitapta da okumuştum kurtuluş savaşındaki yiğitliğini. Ne güzel rastlantı. Hiç aklıma gelir miydi yiğit bir Türk kadınını yakından göreceğim? Ne mutlu sana yavrum, böyle yiğit bir Türk kadınının torunusun. Bize de ne mutlu ki teyzeciğim seni tanıma şansına eriştik. Geç de olsa ver elini öpeyim.”
Elini öptükten sonra birbirimize sarılıyoruz. O günleriyaşıyormuş gibi heyecanlıyım. Gözlerim doluyor. Ağlamamak için kendimi tutmaya çalışıyorum. Boğazımda bir yumruk. O da heyecanlı, gözleri dolu dolu. Neşeli, devamlı gülen konuşan Ayşe Efe’nin yüzü utangaç genç kızlar gibi al al oluveriyor birden.
“Hey, anam hey neydi o günler be kızım. Kadın başıma savaştım ya! İşte, rahmetli Atatürk’ün göğsüme taktığı istiklal madalyası. O günlerden kalan en büyük yadigâr.” Başındaki beyaz örtüsünü yavaşça kaldırıyor, elbisesine takılı yerden gösteriyor. Kırmızı kurdeleli sarı madalyayı eliyle okşuyor. Benim elim de gidiyor madalyaya. Elimin altındaki madalya, bir nabız atışı gibi, namus uğruna, bağımsızlık uğruna savaşım veren Anadolu insanının direnciyle titretiyor elimi. Ayşe Efe, savaştığı günlerin coşkusunu yeniden yaşayarak ellerimi avuçlarının arasına alıyor:
“Ya Hocanım, kadınlığımla yaptığım savaştan kalan bu tek yadigar, bana hâlâ o günleri yaşatıyor.”
Gözlerinden yaşlar süzülüyor.
“Ne mutlu teyzeciğim, bu yurdun kurtarılmasın da senin de emeğin var.” diyorum. Gözlerini yazmasının ucuylasilerek:
“ Olma mı yavrum, olma mı? Hem de yirmi yaşında gelindim. Kocam Birinci Cihan harbinde şehit olmuştu. Yunan İzmir’e çıkmış deyi haberler gelir dururdu. Ya, Aydın’a da gelirlerse deyi komşular oturur konuşurduk, halimiz nice olur deyi. Eh, yavrum korktuğumuz başımıza geldi sonunda. E, bu güzel memleketimizi cavırlara bırakacak değeldik ya. Bize de savaşmak düştü, güzel kızım.”
Ayşe Efe, kendisini büyük bir merakla dinlediğimizi gördükçe anlatmayı sürdürdü. Bizim dışımızda herkes düğünüyaşıyordu. Davul daha bir kuvvetle gümbürderken, türkü sesleri oynayan insan seslerine karışıyordu. Bizim bulunduğumuz odada yemek faslı bitmiş, sofralar toplanmıştı.
“Teyzeciğim, nasıl savaştın, askerlere cephane mi götürdün, yaralarını sarmada mı yardım ettin, silahla mı savaştın yoksa?” deyince seksenli yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim Ayşe Efe, yirmi yaşlarında bir genç gibi yerinden doğruldu, gözleri parıldayarak:
“Silahınan elbette, silahınan! Dövüşmeyene efe mi denir a kızım? Şincik, sen bana silahı nereden buldun deye de sorarsın değel mi?” dedi.
“Sen çok yaşa Efe teyzem, gerçekten silahı nereden buldun?” deyince önce arkasına yaslandı, derin derin iç geçirdikten sonra devam etti:
“Mavzeri bir asker kaçağından almıştım. Gelinliğimin tek hatırası olan altın küpemi Aydın’da mavzerle değiştim. Gizlice köye getirdim. Kızıma deyim, mavzeri getirmek goley olmadı. Pazardan buğdey aldım, daracık uzunca bir torbanın içine doldurdum, cephanelerle karıştırdım. Peştamalımı büründüm. Peştamal ney, bilin mi?”
“Bilirim teyzeciğim, vücudunu saran uzun dokuma örtü değil mi? Benim bildiğim hamamlarda kullanılır.” deyince güldü:
“Bu öylesi deel, başımı örttüğüm uzun örtü. Her neyse, torbayı yüklendim, mavzerin makanizmasını çıkarıp çıplak koynuma soktum, silahı boylu boyunca bürünceğimle gizledim, köye öyle getirdim yavrım.“
“Maşallah teyzeciğim, hem akıllı, hem decesaretliymişsin.”
“Ee, ne yaparsın yavrım, cavırla savaşmak goley mi? Hey gidi anam hey! “Ayşe Efe durdu, içini çekti.
“Ne kötü günlerdi o günler, ah anam ah! “diyerek başını iki yana salladı.
"Teyzeciğim, nerede savaştın, Aydın‘ın içinde mi, yoksa diğer efeler gibi dağa mı çıktın?”
“Yunan köye geliyor dediler, çocuklarımı bir kadının evine bıraktım. Civardaki oyuklara çekildim. Yanımda benimle birlikte savaşa karar veren bir adam vardı. Üç gün üç gece dağda aç susuz bekledik. Köyde soysuzun biri: “Ayşe’de silah var’ demiş. Bizi aramışlar, taramışlar, dağda haber aldık. O üç gece çok zor geçti anam. Çocuklar burnumda tüter, açlığın, üzüntünün getirdiği yorgunlukla uyuyakalmışım. Rüyamda çocuklarımı gördüm.” Ayşe Efe, çocuklarından söz edince gözyaşlarına söz geçiremedi. Hem ağlıyor hem anlatmayı sürdürüyordu:
‘Rüyamda çocuklarımı kuru emzik çekerken gördüm. Duygulandım, annesiyle babasıyla şehit olan bir aileyi ve kendi şehadetimi düşündüm. Çocuklarımı ardımda nasıl yalnız bırakacağımı düşünürken, bir yandan da Hak divanına yüzü ak varacağımı düşünerek seviniyordum.” Ayşe Efe, o günlerin heyecanına kapılmış soluksuz anlatıyordu. Biz de onunla savaş günlerini yaşıyorduk. Zaman tünelinde gibiydik, düğün evinden çoktan uzaklaşmıştık.
“Efeler, İmam Köyünden Yunan’ı sürdüler diye haber aldım, doğruca köy kahvesine indim. Sultanhisar’ın SalavatlıKöyünden iki efe, “Bizimle gel,” dediler. Ben de onlara katıldım. Efeler bana ceket pantolon, bir de postal verdiler. Üstlüğümü aldım; silahlı, silahsız, asker sivil yüzlerce kızanla Aydın’a yürüdük.”
Ayşe Efe, bir an durdu, boğazına bir şeyler takılmış gibi üst üste kuvvetlice yutkundu. Gözleri dolu doluydu.
“Ne oldu teyzeciğim, yoruldun mu? İstersen devam etme.” deyince Ayşe Efe’nin çatılan kaşları gerildi, yüzü yeniden aydınlandı:
“Yok, yavrım yok, yorulmadım. Aydın’ın o günkü halini düşününce boğazıma bir yumruk oturdu. Ah, Aydın ah! Anamın babamın ceddimin vatanı Aydın... Konaklarıyla, minareleriyle sırmalı bir gelin gibi Kepez sırtlarından çok şirin görünüyordu. Kahpe düşmanla bu sırtlarda üç gün üç gece çakmak çaldık. Aydın o gün mahşer kadar kalabalıktı. Ağlayanlar, sızlayanlar, sevinenler, koşanlarla kaynıyordu.
Aydın’dan düşmanı sürmüş çıkarmıştık. O günün heyecanı bir başkaydı Hocanım, sorma gitsin. Ha, az daha unutuyordum, yavrım kocamışlık kötü. Bir mahallede, birmahzene doluşmuş otuz kırk kişilik birkaç Türk ailesinden söz ettiler. Kızanlarla birlikte oraya gittik. Haber doğruymuş. Bu zavallılar düşmanın şehirden kovulduğunu daha duymamışlar. İç içe kilitli kapıları kırdık, onları kurtardık, hem de Aydın’ın kurtuluşunu müjdeledik. Mahzenden çıkanlardan biri kendilerini kurtaranlardan birinin kadın olduğunu görünce hayret ve heyecandan tıkandı. Kim bilir belki kalbi de vardı. Hemen öldü zavallıcık, rahmet olsun.”
Ayşe Efe o günlerin coşkusuyla anlattıkça anlatıyordu. “Hele az su ver bakem, dilim damağım kurudu yavrım. O günler zor günlerdi. O günlerin alavı hâlâ yakar yüreğimi. Şincik ne var ki a yavrım, datlı aşım, kaygusuz başım, öyle değel mi?”
“Öyle teyzeciğim, ama ne yazık ki bu günlerin kıymetini bilmiyoruz. Bak, ne güzel anlattın, kadın başımla savaştım, dedin. Oysa şimdi bu cennet vatan, onu yağmalayanlarla doldu. Dişimizle, tırnaklarımızla kazandığımız vatanımıza sahip çıkmayı bile beceremiyoruz.”
Ayşe Efe’yle bu konuşma bizi tekrar düğün evine döndürdü. Davul sesleri kesilmişti.
İnsanlar birer ikişer girip çıkıyorlardı düğün evine. Damat odaya girdi. Bizim onu algıladığımızı fark edince:
“Çok şükür anneanne, savaşı bitirmişsin. Birkaç kez odaya girdim çıktım, ama ne hocalarım ne de sen beni fark ettiniz. Ben de keyfinizi bozmayayım dedim. Kusura bakmayın,anneannem başınızı ağrıttı ama...”
Eşim hemen söze atıldı:
“O ne biçim söz oğlum, biz teyzeyi dinlemekten büyük tat aldık. Keşke mümkün olsa da teyze çıkıp salonlarda halka konuşsa, gençlere, bizim kuşağa anlatsa bu yurdun nasıl kazanıldığını. Ne zorluklarla yeniden var olduğumuzu bu uyuyan milletimize anlatabilse. Kuva-yı Milliye ruhunu yeniden solumaya çok ihtiyacımız var,” dedi. Gözleri dolmuştu.
Genç, çok etkilendi bu sözlerden. Sesi titreyerek:
“Haklısınız Hocam, gerçekten ihtiyacımız var. Ayrıca, anneannemle de gurur duyuyorum.” diyerek anneannesine sarılıp onu coşkuyla öptü.
Ayşe Efe, geçmişte yaşadığı o yiğitçe, ama bir o kadar da zor günlerin heyecanıyla ağlıyordu. Biz de ağladık. İçimizdeki pınar coşmuştu bir kere, kendimize engel olamıyorduk.
Düğün evine öğrencimizin mutlu gününü paylaşmak ve bir köy düğünü görmek için gelmiştik; ama o kahraman kadını, Ayşe Efe’yi tanımanın mutluluğu ve coşkusuyla evden ayrıldık.
2002
Not: Öykü, kaynaklardan yararlanılarak kurgulanarak yazılmıştır.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.