Duyduğunda içinin ısındığı, seni sen yapan değerlere tutunduğun, kırılıp tuzla buz olduğunda bile hatırladığında gülümsediğin tek yerdir memleket...
Belki de unutamadıklarındır...
Çünkü hep iyi şeyler kalmıştır aklında. Galiba hafıza, kötü şeyleri silmekte pek hünerli ki çoğunlukla iyi şeyleri hatırlarız.
Bazen de fotoğraflarda gördüğün sen, o masum gözler, gülüşler, o büyük sofralar, pazar sabahları izlediğin kovboy filmleri, anne köfteleri, üzümlü cevizli kekler, pazar banyoları, ütülenmiş önlük yakaları ve mendiller, ucu yanmış mektup kâğıtları gibi hüzünle beliriverir aklında...
Geçmiş günlerdir ne de olsa ve en önemlisi de bir daha hiçbir zaman o günlerdeki gibi ağız dolusu gülemeyeceğini anladığın zamanlardır...
Başına hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek yaşadığın tek evdir o ev ve sanki o şehir de bunu sahiplenen tek yerdir...
Ilık bir histir çocukluk ve ne yazık ki bu hissin yerini hiçbir şey dolduramaz.
Memleket, hafızanda kalan her şeydir... Mesela Süreyya teyzedir.
Mutfak penceresine bir minder koyup, bütün gün sokağı seyreden Süreyya teyze mahallenin canlı yayın aracı gibiydi resmen. Kimin evinde ne olmuş ne bitmiş bilirdi o.
Mesela bakkal Şerafettin amca... Balkondan sepet sallandırıp az mı tadelle çikolatası almıştım ondan. "Yaz deftere Şerafettin amca, nasıl olsa babam öder..."
Ve ilkokulum Mithat Paşa İlkokulu...
Aslında bu yazıyı yazmama sebep olan, her sabah okulun içine girdiğimde burnuma gelen o gazyağı kokusuydu.
Fransızlardan kalma bir Rahibe Okulu olan binanın geniş merdivenleri, gazyağlı paspaslarla büyük bir özenle silinirdi. Kocaman panjurları açıldığında (Ki belki de çocuk gözlerime öyle görünüyordu) bambaşka bir aydınlık girerdi içeri...
Kantinden aldığımız cam şişede ayran, simit, üstümüz başımız tebeşir tozu nasıl da mutluyduk...
Beşinci sınıftayken anaokulunda okuyan kardeşim, okul çıkışında beni bahçede bekler ve ben de çok ciddi bir tavırla onu alır ve kendimde şimdi nedenini hiç anlamadığım, her işi halleden bir ebeveyn hali hissederdim. Muhtemelen, küçük kardeşimi hala kollayan tavrımın altında, bu ilk sorumluluk hissi yatıyor olabilir...
Hafta sonları folklor dersleri ve mandolin kursları ile geçerdi.
Sadece özel günlerde girebildiğimiz, 1900'lü yıllardan kalma müsamere salonunun ahşap kokusu dün gibi aklımda. Ne de olsa ilk sahneye çıktığım yer... O gece kendimi sahnelerin primadonnası gibi hissetmem de ayrı bir konu tabii...
Kış günleri, sobaların gürül gürül yandığı yüksek tavanlı derslikleri hiç unutmuyorum.
Okulun hemen yanında, göz alıcı haliyle hepimize başka bir dünyanın mimarisiymiş gibi görünen Katolik kilisesinden gelen, zangocun çaldığı çan sesleri beni hep çok büyülerdi. Bir arada çok mutluyduk biz. Ermeni, Rum, Arap, Türk aynı bahçede, sokakta oyunlar oynar ve hiç birimiz diğerinin inancını bilmez ve hatta merak bile etmezdik. Tek yaptığımız birbirimizin bayramlarına eşlik etmekti.
Kilisenin yanındaki küçük fırından aldığımız kahkelerin (İskenderun'a özgü bir galetadır) kokusu ve fırıncının dişsiz ağzı da dün gibi aklımdadır.
Paydos saatlerinin muhteşem finali, okulun hemen karşısındaki Yusuf amcanın sakızlı dondurması ile yapılırdı. O lezzeti bir daha hiçbir yerde bulamadım desem yeridir. Kimbilir, belki de o çocukluk hazzını kaybettim de bahane arıyor olabilirim büyük ihtimalle.
Her şey bu kadar latif değildi elbette...
Mesela haksız yere yediğim sıra dayaklarını da hiç unutmuyorum. Cetvelle parmak uçlarıma aldığım o darbeden sonra, ilk kişisel direnişimi yapamayışımın verdiği acı da hep içimdedir.
Babama anlatmama rağmen, "Eti senin, kemiği benim." mantığıyla okula kayıt ettirildiğimizden olsa gerek, hiçbir karşılık bulamayıp öylece kabullenmek zorunda kalmıştım.
Ve hayatımda iz bırakan tek öğretmenim Ayşe Barlas...
Ne adını ne de ders aralarında ellerine sürdüğü Nivea kreminin kokusunu hiç unutmuyorum. Hala çantamda Nivea'nın o küçük el kremini taşımamda bunun bir etkisi var mıdır bilemiyorum...
Bana okumayı, edebiyatı sevdiren ilk mentorum diyebilirim onun için. Son derslerde bir kitabı eline alır, herhangi birimizin yanına oturur ve sesli okumaya başlardı.
Kaptan Grant'in Çocukları, 80 Günde Devri Âlem, Pollyanna ve daha bir sürü romanı yumuşacık sesinden dinler, kendimi o roman kahramanlarının yerine koyarak hayallere dalardım.
Ayşe Barlas'ın tayin olduğunu öğrenince, günlerce bütün sınıf ağladığımızı da not düşmeliyim buraya.
Ve sonra büyüdük... Ortaokul ve lise yılları... İki yanı palmiye ağaçlı yoldan okula gidişler, köşedeki kasetçi çocuğa âşık olmalar, ilk şiirler, ilk aşk mektupları, ilk pembe ruj... Bir taraftan da ilk direnişin başladığı yıllar... Direniş deyince politik bir eylemden bahsettiğimi sanmayın. Seksenli yılların kuşağı olarak apolitik bir kuşaktık biz. Direnişimiz sadece anne baba otoritesine karşıydı.
Sabahın kör saatinde okula gitmek için, benden üç yaş büyük olan ablamla birlikte kalkardık. Nedense onu gözümde hep çok büyük görürdüm. Nihayetinde koskoca lise talebesiydi... Ablam diyabet hastası olduğundan dolayı her sabah düzenli hazırladığı kahvaltıdan bana da hazırlardı. Yaptığı tostu iştahsızca yer, sütün yarısını da lavaboya boşaltırdım. Sonraki yıllarda hayatıma oturan kahvaltı alışkanlığımı, o yıllarda ablamın yaptığı tost, süt, çay üçlemesine bağlamışımdır hep...
O şehirde sürekli bir deniz kokusu hâsıldı. Yosun kokusu, balık kokusu bir yerlerden bir şekilde gelirdi burnunuza... Çünkü tüm sokakları denize açılan bir şehirdi...
Sahil yolundaki çıngıraklı faytonlar, palmiye ağaçları, sahil gazinoları dün gibi aklımda.
Amanos dağlarından esen amansız Yarıkkaya rüzgârı şehrin en heyecanlı efsanesi gibiydi.
Kar, bir tek o dağın tepesine yağar ve biz uzaktan uzağa hayranlıkla seyrederdik.
Bu rüzgâr muhakkak şehrin elektriklerinin kesilmesine yol açar ve hatta çoğu zaman okulların tatil edilmesine bile sebebiyet verirdi.
Belki de bu yüzden, çoğu insan için iyi izler bırakmayan Yarıkkaya rüzgârı, benim için gülümseyerek hatırladığım bir rüzgârdı...
Yılbaşı yaklaşırken ailecek Soğukoluk yaylasındaki ormana giderdik. Babam ağaca zarar vermeyecek şekilde, uygun bir çam dalı ararken, biz de sarmaşık, yosun ve orman meyveleri toplayarak çam süslerimizi doğadan temin etmiş olurduk. Eve gelir gelmez babamın önderliğinde çamımızı salona kurar ve heyecanla süslemeye başlardık. Üzerine krapon kâğıtları ve pamuktan tiftiklediğimiz karları da koyunca dünyanın en şahane yılbaşı ağacını yapmışçasına gururla seyrederdik.
Yılbaşı sofralarımız da ayrı bir şölendi. Bütün gün mutfaktan çıkmayan annem, muhteşem bir sofra kurardı. Babam o gece için muhakkak şampanya alır ve beş kızıyla kadeh kaldırırdı. Biz de kendimizi o gece enikonu büyümüş hissederek havalara girerdik... Bu hali de şampanyanın azizliğine bağlıyorum...
Lise yıllarında da iz bırakan öğretmenlerim vardı elbette ama bunlar iyi izler değildi...
Mesela coğrafya öğretmenim. Yeni atlas almayıp, ablamdan kalan atlası derse götürdüğüm için (ki yepyeniydi), tahtada ayaküstü kalma cezası vermişti bana.
Lise 1.sınıfta okuyan bir genç kız için ne kadar onur kırıcı bir cezaydı. Gözyaşlarımın içine aktığını dün gibi hatırlıyorum. Yine susmuştum, çünkü bize hep susmak öğretilmişti. Oysa hiç suçum yoktu ve ceza almamı gerektiren bir durum asla değildi ama öyleydi işte o yıllar...
İkincisi, Edebiyat öğretmenim. Kompozisyon yarışmasında yazdığım yazıya dalga geçer gibi bakmış ve "Gerçekten sen mi yazdın bunu?" diye sorduğunda şaşırıp kalmıştım. Yüzündeki o şüpheli bakış canımı acıtmıştı ama ben yine yazmaya devam ettim ki yıllardır da yazıyorum. Kimbilir teşvik edilseydim ya da yönlendirilseydim her şey çok başka olabilirdi benim için... Sonrasında defalarca birçok yarışmadan birincilik aldığımı söylemeliyim burada... Eee bu da Fahrettin hocanın ayıbı olsun diyelim.
Her neyse, deniz kokan o şehre dönelim yine... Sadece deniz mi?
Gar sabunu kokusu (Hatay'da defne sabununa gar denilir), ilkbaharda açan portakal çiçeği kokusu, sokaklardaki baharat kokuları, kışın ilk günleri açan yenidünya ağacının çiçek kokusu, sakızlı dondurmanın, kahkeci fırınının kokusu harmanlanır durur hafızamda...
Ve bu kokular bana öyle iyi gelir ki, kendimi sıcacık bir düşün ortasında gibi hissederim.
Çocukluk böyle bir şey işte, yazdıkça yazdırır. Nihayetinde, belleğinde efsunlu bir tat bırakarak çekip gittiğini de anlarsın...
Başına hiçbir şey gelmeyeceğini bilerek yaşadığın o yıllara (ki bu his bir daha asla duyulmayacaktır) yürekten bir selam gönderirsin.
Yaşadığımız her şeyin bir iz bıraktığına inanarak ve tutunduğumuz o günlere tüm yüreğimizle sahip çıkarak yaşamak dileğiyle...
Kasım /2023 İstanbul
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.