Güneşli bir gündü, çöp bidonları tıka basa doluydu, kedilere şenlik. Son model arabaların üzerinde birer kedi oturmuş, yemek sonrası temizliğiyle uğraşıyordu. Öne doğru uzattığı sağ arka bacağındaki tüylerini yalıyordu sarı bir kedi. Yalarken bacağını bir balerin gibi çok düzgün uzatmıştı. Gözlerini kapıyor, çevreden gelen bir sesle açıyor, tekrar gözleri kapalı yalamayı sürdürüyordu.
Yaşlı bir adam elindeki büyük bir bez çantayla çöp bidonlarına yaklaştı. Adamın gelişiyle korkup kaçtı kedilerden bir ikisi. Bidondaki çöpleri karıştırmaya başladı. Kimi çöp torbaları yeni atılmış olmalıydı. Çöpleri karıştırırken iyice düğümlenmiş bir poşet buldu bidonda. Düğümü açmak için uğraştı, çözemeyince naylon torbayı parmaklarıyla delerek yırttı. Çocuk giysileri çıktı içinden. Tertemizdiler, sabun kokuyorlardı. Ne iyi etmişler de sıkıca bağlamışlar, yoksa mis gibi giysiler kirlenirdi, dedi mırıltıyla. Adamın üstünde ağarmış, eski bir balıksırtı ceket vardı. Pantolonu bir hayli eprimişti. Rengi anlaşılmayacak kadar solmuş, lekelerle dolmuştu. Kirli ellerini pantolonuna sildi, kirletmemek için giysileri katlayıp getirdiği çantaya koydu. Yüzü aydınlandı belleğinden geçenlerle: Onları satıp üç beş kuruş kazanacaktı.
Ahmet Bey, balkonda oturmuş, yaşlı adamı ve kedileri izliyordu. Çöpleri karıştıran adam aşağı yukarı kendi yaşındaydı. Saçları aklaşmış, yüzü, elleri yaşamın yükünü, çilesini derin çizgilerle, kırışıklıklarla belgelemişti. Ahmet Bey dalıp gitmişti onlara. Adamı izliyordu. Çöp toplayan adam, görüntüsü düzgün olan torbadan kimi yiyecek parçacıklarını aldı, kokladı. Kötü kokmayanları ayırdı. Adamın zararsız olduğunu sezen kediler yine bidonun tepesindeydiler. Adam, torbaların içindeki yiyecekleri birer birer çıkarıyor, kokluyor, sonra ufak tadımlarla yiyor ve eğer bozuk değilse birer parça kedilerin ağzına veriyordu. İnce devinimlerle gerçekleştiriyordu bu paylaşımı. Bu durum kedilerin hoşuna gitmişti.
Bidonun üstündeki kedilerin sayısı giderek arttı. Kediler gözlerini kapatarak huşu içinde yiyorlardı. Bazen biri diğerine patisiyle vurarak onu çöp bidonundan uzaklaştırıyordu. Bidondan atlamak zorunda kalan, yine de bu törenin çekiciliğinden kendini kurtaramıyor, dayanamayıp tekrar çöp bidonuna çıkıyordu. Çöp toplayan adam, kedileri ufak uyarılarla hizaya sokmaya çalışıyor, hepsinin ağzına birer birer küçük lokmalar veriyorsa da tümüyle bunda başarılı olamıyordu.
Yemek işini bitirince bu kez gazeteleri toplamaya başladı. Gazeteleri çöplerle aynı torbalara koyanlara çok kızıyordu. Hele de yiyecek artıklarıyla aynı torbalara koyanlara… Onları torbalardan seçip ayırmak zamanını alıyordu, hem de kirlendikleri için pek para etmiyorlardı. Artık yaşlanmıştı da çabuk yoruluyordu; eski gücü kalmamıştı. Kimileri gazeteleri ayrı torbalarda biriktiriyor, çöp bidonunun dışına bir köşeye koyuyordu. Gazete torbalarını görünce yüzü aydınlanıyor, seviniyordu. Bugün sevinememişti, torbalanmış, temiz gazete bulamamıştı.
Balkonunda onu izleyen Ahmet Bey, adamın gazeteleri ayırıp, torbasına koyduğunu görünce evde biriken gazeteleri düşündü. Onları yakın zamana kadar SEKA’ya gönderirdi. Son günlerde yürüyemez olmuş, tekerlekli iskemleye bağımlı kalmıştı. Eşi de yaşlanmıştı kendisi gibi. Her işe koşturamıyordu. İskemlesinin tekerleklerini çevirerek balkon kapısına yöneldi.
“Sultan Hanım, neredesin, bir baksana!” diye eşine seslendi. Sultan Hanım söylenerek geldi.
“Ne var Allah aşkına, yemek yapıyorum, yine ne istiyorsun?” deyince Ahmet Bey biraz çekinerek, alçak ses tonuyla:
“Ya Hanım, deminden beri çöp toplayan şu yaşlı adamı izliyorum. Çok etkilendim, biriktirdiğimiz gazeteleri versek diyorum.” Sultan Hanım, belini tutarak:
“Aman Bey oturduğun yerde bana iş buyurmaya pek meraklısın. Kim taşıyacak torbaları, belim ağrıyor, elin çöpçüsü için bir de belimi incitemem.” diyerek resti çekti.
“Yanlış anladın beni Hanımcığım, sen kapıya kadar getir de ben adamı çağırırım, gelir alır.” Sultan Hanım pek memnun olmamıştı bu durumdan, ahlayıp oflayıp yerde sürükleyerek iki gazete torbasını kapının önüne kadar getirdi.
“Benden bu kadar, apartman kapısının otomatına da bastım, adamı çağır, gelip alsın."
Ahmet Bey çocuk gibi sevinerek eşine teşekkür etti. Ardından tekerlekli iskemlesini balkon demirlerine yaklaştırdı:
" Kolay gelsin hemşerim, temiz kâğıt bulamadın sanırım."
Ahmet Bey'i duyan yaşlı adam sesin geldiği yönde aranmaya başladı. Güneşten gözlerini korumak ister gibi elini alnına götürerek yukarı baktı. Ahmet Bey'i gördü. Bir şey söylemeye fırsat bulamadan Ahmet Bey seslendi yeniden.
" Evde bir torba gazete var, ister misin?"
"İsterim, istemem mi? Bir de sana dua ederim." diyerek başını salladı.
Ahmet Bey, "O zaman kapıya gelip alman gerekecek, benim ayaklar tutmuyor. Bizim hanım da indiremez, o da bencileyin yaşlı."
Çöp toplayan adam teşekkür etti. "Aman beyim, bir de gazeteleri indirmenizi mi beklerim hiç olacak iş mi? Balkonun altındaki kapı sanırım." deyince Ahmet Bey başıyla evetledi.
Ahmet Bey, uzun zamandır bir akranıyla şöyle oturup da sohbet edememişti. Eski arkadaşlarından kimisi ölmüş, kimisi de sağlık sorunlarından kimseyi arayamıyorlardı. Hiç olmazsa bu adamla biraz hoş beş ederdi. Eşine seslendi, "Sultan Hanım, bir bakar mısın?" Sultan Hanım mutfakta harıl harıl yemek yapıyordu. Sesini ona duyuramayınca bu kez biraz yüksek sesle çağırdı. "Sultan Hanım, biraz gelir misin?
Sultan Hanım homurdanarak geldi; "Yine ne var ayol, bir iş yaptırmadın. Fırından çıkarmam lâzım böreği, yanacak!"
"Akşam torunlar gelecek değil mi, ellerine sağlık hanım, bu güzel koku börekten mi geliyor?"
"Evet, börekten geliyor, ne var ne istiyorsun gene?" Ahmet Bey çekine çekine çöp toplayan adam gazeteleri almaya gelince onu içeri buyur etmek istediğini söyleyince Sultan Hanım deliye döndü.
"Çöpten çıkma adamı eve almak mı? Delirdin mi sen Bey, her taraf pislik içinde kalacak, üstelik çöp kokularıyla…"deyince Ahmet Bey elini ağzına götürerek eşine "sus" işareti yapıyordu. "Aman hanım, adamcağız geliyor, duymasın."
Kadın sesinin tonunu düşürerek:" Bir de temizlik işi çıkarma benim başıma. Allah aşkına!" diyerek mutfağa yöneldi. Bacakları, dizleri çok ağrıyordu, iki tarafa sallanarak bebek adımlarıyla yürüyordu. Ahmet Bey, iskemlesinin tekerleklerini çevirerek sokak kapısına geldi. Neyse yaşlı adam daha gelmemişti. Bir oh çekti. "İyi ki gelmemiş, iyilik yapalım derken adamın yüreğini incitecektik." diye geçirdi içinden. Karısı ellerine fırın eldivenlerini geçirmiş, ahlaya oflaya fırından böreği çıkarıyordu tepsisiyle. "Ah ah ah, ne güzel kokuyor, biraz da adamcağıza versek be Hanım," dedi Ahmet Bey, en yumuşak ve sevecen sesiyle.
Sultan Hanım, sesini yükseltti. "Bu adam sözden anlamıyor," diye düşünerek bağırdı. " Çocukların rızkını mı verelim Bey, zaten çok değil ki.". Kocası ısrarını sürdürdü.
"Benim hakkımı ver hanım, ben yemesem de olur. Bak adamcık çöpten yiyecek topluyor."
Ahmet Bey'le eşi tartışırken yaşlı adam merdivenleri yavaş yavaş çıkıyordu. Ahmet Bey kapıyı araladı, beklemeye koyuldu. Yaşlı Adam, "Azizim, bacaklar da artık yükünü taşımakta zorlanıyor. İşte bir katın merdivenlerini çıkmakta zorlanıyorum. Ne yaparsın buna da şükür." diyerek kapıya ulaştı.
"Kusura bakma hemşerim, bizler de aynı durumda olmasak seni buraya kadar yormazdık." diyerek yerde duran gazeteleri kaldırmaya çalıştı. "Sen dur," dedi adam. "Kaldıramazsın, ben alırım." diyerek torbayı kucakladı. "Allah razı olsun, üç beş kuruş kazanırım bu gazetelerden."
Ahmet Bey, ayaküstü de olsa bir iki söyleşmek isteği içinde; "Ayıptır sorması ya, kimsen yok mu, çocukların falan?" deyiverdi. Yaşlı adam içini çekti, yutkundu." Olmaz mı var elbette ama... Tek oğlum var hayatta, kızımı ve eşimi teröre kurban verdim." dedi, sesi titreyerek.
"Çok özür dilerim üzdüm seni, bağışla…" Yok, dedi adam. "Bu acıyla yaşamayı öğrendim, ama… Yine de…" Ahmet Bey mahcup, yaşlı adamı teselli etmeye çalıştı. "Hayat bu, ne yaparsın. Bak bir oğlun varmış, onunla avunabilirsin."
Yaşlı adam, "Sağ olasın, beni teselli etmek istersin, ama iş bildiğin gibi değil. " dedi. Yaşanmış acılar yüzündeki izleri daha bir belirginleştirmişti. "Terör yok mu şu terör, kızımla karımı aldı, oğlumu da sakat bıraktı."
Ahmet Beyin yüzü kireç gibi bembeyaz oldu, boşboğazlık ettim, adamcağızın acısını deştim, diye geçirdi içinden.
"Çok üzüldüm, kusura bakma, boşboğazlık edip acını hatırlattım sana."
Yaşlı adam sesi titreyerek, "Yok beyim, neden özür dilersin, oğlumu sakat bırakan sen değilsin ki!" dedi. Sonra cebinden kirlenmiş, gri bir bez çıkararak gözlerini ve burnunu sildi. Ahmet Bey, "Nerede kalıyorsun, oğlunla mı kalıyorsun?" deyiverdi. O da merak etmişti, kim bilir belki yardımları dokunabilirdi. Akşam oğlu gelince ona söyler, adamın kaldığı yere yiyecek götürürdü. Yaşlı adam,
"Arka sokakta odun satılan ardiyenin bir köşesindeki kulübede kalıyoruz oğlumla. O yatalak, kalkamıyor. Belden aşağısı felç oldu. Omurilik zedelenmiş dediler." Yaşlı adam, ayakta durmakta zorlanıyordu. "Bana müsaade,"dedi. "Oğlum yalnız, bana ihtiyacı olur. Gazeteler için teşekkür ederim, sağ olun. Allah size acı, keder göstermesin." Ahmet Bey çok üzülmüştü, ağlamaklı bir sesle eşine: "Sultan Hanım, börekten verecektin ya, bak gidiyor bey." diye seslendi. Sultan Hanım, elinde bir peçeteye sardığı iki dilim böreği Ahmet Bey'e uzattı. "Al, ver!" dedi kızgın. Ahmet Bey, "Az değil mi o?"diyecek oldu, kadının kaşları çatılmış yüzünü görünce vazgeçti. Yaşlı adam, “Sağ olun, Allah razı olsun.” Dedikten sonra torbayı ve börek paketini alarak, yavaş yavaş merdivenleri indi.
Akşam oğlu Bülent, gelini ve torunlarıyla yemek yerken Ahmet Bey düşünceliydi. Bu durumu oğlunun gözünden kaçmadı. "Hayrola baba, seni düşünceli gördüm." deyince annesi atıldı." Dilenci adamı düşünüyor, ne düşünecek," dedi alaylı ses tonuyla. "Ne dilencisi baba, bir şey mi yaptı size?" deyince Ahmet Bey: "Yok oğlum ne yapsın, gariban yaşlı bir adamcağız. Çöpten gazete topluyordu…" Oğluna adamın oğluyla kaldığı yeri de söyleyince Bülent kalktı masadan. "O zaman gidip bir göreyim, kaldıkları yeri. Anne sen de biraz yiyecek bir şeyler koy bir kaba." Ahmet Bey'in yüzü aydınlandı. "Aferin benim oğluma, babasının oğlu, yardım sever oğlum benim. "diye düşündü. Oysa Sultan Hanım bundan pek memnun olmamıştı. "Oğlum şimdi de sen başlama Allah aşkına. Adamın doğru söylediğini ne bilelim. Acındırmak için söylemiştir. Herkese yardım edersek bizim halimiz ne olur," diyerek yakınmaya başladı. Bülent, kararlıydı. "İyi ya anne hem gider bakar, adamın doğru söyleyip söylemediğini de anlamış oluruz. Hadi sen et yemeğinden, diğerlerinden de koy da götüreyim." Oğlan, annesinin yoğurt kâselerine koyduğu yemekleri alarak babasının tarif ettiği yere gitti. Odun ardiyesini buldu. Ardiye karanlıktı. İç kısımlarında belli belirsiz bir ışık gördü. Işığa doğru gitti. Bir bölümü mukavvalarla, bir bölümü de naylonla çevrilmiş kulübe denemeyecek kadar derme çatma bir yerdi gördüğü. Çalacak bir kapı da bulamamıştı. Mukavvaya eliyle birkaç kez vurdu, pek bir ses duyulmadı. "Bakar mısınız, içeride kimse yok mu?" diye seslendi. Naylonun arasından bir kafa uzandı. "Kimsiniz, kimi aradınız?" Adamın adını bilmiyordu, kimi arıyorum diyecekti ki? Biraz duraksadı, sonra: "Bugün size gazete veren Ahmet Bey'in oğlu Bülent. Sizi ziyarete geldim. Yemek getirdim size". Yaşlı adam dışarı çıktı, naylonu açmıştı dışarı çıkarken. İçeride yerde yatan bir erkek gördü. Yatak denilmeyecek ince, eprimiş bir mitilin üstündeydi. "Oğlunuz mu, "diye sordu. Adam naylonu açarak oğluna baktı; "Evet oğlum, belden aşağısı tutmuyor.” Bülent, “Çok üzüldüm, geçmiş olsun oğlunuza. Siz Kore gazisiyim demişsiniz babama.”
“Evet, oğlum Kore gazisiyim 85 yaşındayım. Çalışmam mümkün değil. Ne yapayım işte çöplüklerden gazete, naylon, işe yarar ne varsa toplayıp satıyorum.”
“Devlet aylık bağlamıştır değil mi? “Bağladı bağlamasına da yetmiyor, başka gelirimiz de yok. Allah razı olsun ardiye sahibi burada kalmamıza izin verdi de…” Hava çok soğuktu, naylonun bir kısmı da açık kalmıştı. İçeride oğul sessiz, yatıyordu. Gözleri açıktı, dışarıya bakıyor, arada bir kafasını kaldırıp dışarıyı dinliyor, tekrar kafasını yatağa koyuyordu. Bülent yaşlı adamı da oğlunu da üşütmek ve rahatsız etmek istemiyordu. “Tekrar çok geçmiş olsun, ben zaman zaman gelir, yardımcı olmaya çalışırım.”
Yaşlı adamın gözleri yaşardı, Sağ ol oğlum, senden de babandan da Allah razı olsun. Gelip sorman bile bana dünyalar bağışlanmış gibi beni mutlu etti.”
“Sizi de oğlunuzu da rahatsız etmek istemem, artık girin içeri hava çok soğuk.” diyerek cebinden çıkardığı yüz lirayı adama uzattı. “Bununla bir ihtiyacınızı görürsünüz amcacığım. Allah sizin de oğlunuzun da yardımcısı olsun.”
Yaşlı adam gözyaşlarına dur diyemiyordu artık, “Sağ ol oğlum sağ ol Allah senin de yardımcın olsun.” diyerek parayı aldı, gözlerini ceketinin koluyla sildi.
Bülent, sık sık yaşlı adamı ve oğlunu görmeye gitmiş, ufak tefek yardım götürmüştü. Belediyede çalışan bir arkadaşıyla görüşmüştü. Onun aracılığıyla yaşlı adamın ve hasta oğlunun hastaneye yatırılarak tedavi görmelerini sağlayacaktı. Yardım konusunun kesinleştiği günün akşamı iş çıkışında pide yaptırmış, meyve, kahvaltılık birkaç şey alarak yaşlı adamın naylonla mukavva karışımı kulübesine gelmişti. Hastaneye giderken giyinmeleri için temiz giysiler ve birer kat da pijama getirmişti. Yiyeceklerle birlikte onları da verecekti.
Üstü açık yanları duvarlarla çevrili ardiye karanlıktı. Fersiz ışık da yoktu. Cep telefonuyla aydınlatmaya çalışarak aranmaya başladı. Ama ne naylondan ne de mukavvadan eser vardı. Ardiyenin her tarafını telefon ışığı yardımıyla aradı, hiçbir ize rastlayamadı. İçi cız etti. Bu insanlara ne olmuştu, bir hayırsever zengin onlara yardım edip hastaneye mi yatırmıştı? Yaşlı adam da refakatçı olarak hastanede mi kalıyordu? Ardiyede de hiç kimse yoktu bilgi alabileceği.
Soğuk kış akşamı herkes sıcak evine çekilmiş, sokakta in cin top oynuyordu. Üzgün, endişeli, bir şey yapamamış olmanın hüznü ve suçluluk duygusuyla evine döndü.
Ertesi gün iş yerinden izin alıp ardiyeye geldi. İşçilerden biri büyük kütükleri hızarla küçük parçalara bölüyordu. Bir diğeri de çam kütüklerini nacakla kıyarak çıra çıkarıyordu.
“Kolay gelsin beyler, şu köşede naylondan kulübede kalan amcayla oğlu nereye gittiler, biliyor musunuz?” Hızarın gürültüsünden sesini zor duyurmuştu.
“Ya gardaş, mahalleli rahatsız olmuştur, pis kokular geliyor, çocuklarımız buralarda oynuyor hasta olacaklar diye şikâyet etmişler. Dün polislerle belediye işçileri gelip götürdüler. Biz de naylon çadırı eşyalarını toplayıp bindikleri kamyonete koyduk. Sonra da buraları yıkayıp ilaçladık. Mahalleli öyle istemiş, ardiye şefi söyledi.”
Ardiye, hızar, mahallenin evleri ve şehir Bülent’in üstüne yıkılmıştı. Yoğun bir acı ve öfke sarmaladı yüreğini. “Nereye götürmüş olabilirler hiç bilginiz var mı? Ben onları hastaneye götürecektim.”
“Yoh gardaşım yoh, biz de bilmeyiz nereye götürmüşlerdir. Senin tanıdıkların mıdır?”
“Birkaç kez gelip onlara bir şeyler getirmiştim, dün akşam gelip bulamayınca merak ettim.”
Hızarla kesen adamın yüzü aydınlandı bir anda:” Vay gardaşım vay, merak etmişsen ha. İnsanlar mahalleden attırıyor sen yardım ediysen, Ne diyem sana gardaş, Allah senden razı olsun demekten başka bir şey bilmiyem ben.
“Sizlerden de razı olsun beyler,” dedikten sonra cebinden bir kâğıt çıkarıp hızarla odun kesen adama verdi.” Eğer onlardan bir haber, olur ya, duyarsanız şu çalıştığım yerin telefon numarası, beni ararsanız çok sevinirim, sizlere de kolay gelsin, haydi iyi günler.”
Bülent çok üzüldü, çaresiz duyumsadı kendini. “İnsanlar ne denli acımasız, bencil olmuşlar. Oysa zavallı insancıklar oracığa sığınmışlardı, kimseye bir zararları yoktu.” Bu duygularla ardiyeden ayrıldı, çalıştığı yere doğru yola koyuldu.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.