YAZAN: Filiz GÜLMEZ
Her zamanki gibi eve bel ağrısıyla dönmüştü. Ağrıyan, yalnızca beli değildi ki. Ağrılar bütün vücudunu, yüreğini, kafasının içini kuşatmıştı. İçindeki hüzne söz geçiremiyordu; kim bilir belki kanıksamıştı hüzünle yaşamayı.
Canı, hiçbir şey yapmak istemiyordu. Hareket etmekte zorlanarak eşofmanını giyindi, divana uzandı. Akşam iniyordu. Pencereden karşı binaların ışıklarına baktı bir süre. Kendi iç hüznüne öylesine gömülmüştü ki fazlaca ayrımında değildi karşıdaki evlerin ve başka yaşantıların. Sonra başucundaki sehpadan televizyonun kumandasını aldı. Kanalları hızla çevirdi. Onu çeken bir program yoktu, ama evde bir ses olsun isteğiyle televizyonu açık bıraktı. Yanı başında yatan oyuncak ayıyı gördü; çok değer verdiği bir insanı kucaklarcasına göğsüne bastırdı. Hüznü iyice yoğunlaştı. Onu annesinin yerine koymuştu. Başını oyalı bir mendille bağladığı oyuncak ayıyı uzun uzun öptü, ağladı. Bunu her gün birkaç kez yineliyordu. Annesinin ölümünden sonra içine düştüğü boşlukta bu ayıcığa sarılmıştı.
Annesinin nazarlığını da onun yakasına takmıştı. Geceleri ona sarılıp yatıyor; sabahları onu özenle divana bırakıyordu.
Oyuncak ayıya sarılarak bir süre yattı. Beli, bacakları çok ağıyordu. Son günlerde kilosu da iyice artmıştı. Bir yandan ağrıları, diğer yandan kiloları, bir taraftan bir tarafa dönmesini zorlaştırıyor, her dönüşünde ağrıların ve hüznün etkisiyle ahlayıp ofluyordu. Karnı da iyiden iyiye acıkmıştı. Allahtan öğlenleri işyerinde yemek yiyebiliyordu. Yoksa kahvaltıyla ya da komşuların getirdiği yiyeceklerle geçiştirdiği akşam yemekleri ona yetmeyecekti. Şu anda da evde doğru dürüst yiyecek bir şey yoktu. Dün, üst kattaki komşusu lahana sarması getirmişti. Sarmalardan birkaçını yemediğini anımsadı. Peynir, zeytin de vardı. Bir de çay yapmalıydı. Anneciğinin yaptığı nefis yemekleri düşündü. Şimdi onlar olsaydı da ağız tadıyla yeseydi. Onun en sıradan yemeklerini bile, en tanınmış aşçıların yemeklerine değişmezdi.
Annesine kafasında, yüreğinde en geniş yeri ayırmıştı. Hatta tüm yaşamı ona odaklanmıştı. Babasıyla anlaşamazdı. Babasının sert, hoşgörüsüz ve aşırı kuralcı davranışları onda isyancı, kavgacı ama edilgen bir kişilik geliştirmişti. Bu fırtınalı baba-kız ilişkisinde annesi, onun için sığınacak dingin bir limandı. Elli küsur yıllık yaşamı hep bu limanda geçmiş, ölüm denen kasırganın bu limanı yok edeceğini düşünememişti.
Annesi hep yaşayacaktı. Onun ölümünü düşünmek bile istememişti. Babasının ölümünden sonra da annesi, yatalak haliyle onun için yaşamalıydı. Onun soluğu bile yaşama tutunmada ona yardımcı oluyordu. Ya da o böyle düşünüyordu. Yoksa nasıl başarırdı ayakları üzerinde durmayı ve annesiz bir yaşamı. Açık denizdeki bir tekne gibi fırtınalara dayanamaz, alabora olurdu. Ne yazık ki annesi son dört yılını yatalak yaşamıştı. Eğer yaşamak denirse. Onun ölümünden sonra aylarca, amaçsız ve ruh gibi caddeleri, mağazaları dolaşmış, eve girmek istememişti. İnsanlarla fazlaca ilgili değildi, ama onlarla olmak, kalabalıkların arasına karışıp gitmek istiyordu. Annesini çağrıştıran şeylerdi en çok ilgisini çeken. Ya da birçok şeyde annesini görüyor, nice olayın paylaşıldığı yerler ona annesini hatırlatıyordu. Özellikle, bebeklerde annesini görmeye başlamıştı. Yatalak geçen son yıllarında annesi savunmasız bir bebek gibiydi. Ne acıktığının ayrımındaydı, ne üşüdüğünün. Bütün gereksinimlerini başkası yerine getiren vızıltılı bir bebek gibi yatıyordu. Belki de bu nedenle yolda gördüğü bir bebeği mutlaka sevmek, okşamak istiyordu. Annesini düşünmeden geçecek bir yaşamı, kendine yasaklamıştı sanki.
Saatlerce oyuncak ayıya sarılarak yatmış, kalkıp bir şeyler yeme gücünü kendinde bulamamıştı. Hava iyiden kararmıştı. Evi gibi karanlıkta kalmış kimi evler de yok değildi. Yattığı yerden karşıdaki evlerin ışıklarını görebiliyordu. O evlerdeki yaşamları düşündü. Anneler, babalar, eşler ve çocuklarla hayat bulan nice aileler yaşıyordu o evlerde. Mutlu ya da mutsuz, ama birlikte paylaşılan ya da sürüklenen kalabalık ilişkiler. Oysa kendisi yapayalnızdı. Bu yalnızlığı biraz da kendisi mi hazırlamıştı? Çocukluğundan beri çok seçici ve “mükemmeliyetçi” olduğunu düşündü. Bayram alışverişleri için önce Kadıköy’e en iyi mağazalara götürürdü annesi, ama o hiçbir şeyi beğenemezdi. Sonra bir vapur yolculuğuyla karşıya geçilir, bir sürü iyi semt gezilir yine bir şeye karar veremezdi. Annesi kızar:” Kızım, sen karşına çıkan koca adaylarını da beğenmeyip benim başıma kalacaksın “ derdi. Sonra sırf annesini üzmemek için en son gidilen yerden, bir şeyler alırdı. Bunları düşününce acı bir tebessüm belirdi dudaklarında.
Bir karabasanda duyulabilecek kaygı, üzüntü karışımı bir daralma hissetti yine yüreğinde. Bir keklik mi, yoksa kırlangıç mıydı sürekli soluk borusunun üstünde çırpınan, çırpındıkça nefesini zorlayan. Kaç yıl önce hapsetmişti çocukluğunu, gençliğini; yaratıcılığını ve üretkenliğini de şimdi tırmalanıyordu göğüs kafesi. Kulaklarında yaşanmışlıkların tortusu zonkluyordu. Bir tortuydu, sindirilemeyen, dışarı atılamayan, yalnızca acı yayan belleğine, ruhuna, bedeninin her bir zerresine.
Bu duyguyu hemen her gece yaşıyordu, kimi akşam bir ambulansın sirenlerine karışarak acil serviste buluyordu kendini. Baskılanmış duygularının içine sıkışan yaşanmamışlıklar soluk borusundan çıkıp tüm dünyaya savrulmak istiyordu. Korkuyordu, onlar savrulurken yüreği de karışıverirse sonsuzluğa. Panik atak diyordu doktorlar, panik bozukluk. Altında ölüm korkusu yatıyormuş. Ölüm korkusu mu, yoksa biriken tortuların ağırlığı mıydı yüreğinin üstüne arsızca yerleşip onu yüzleştiren bitimsiz yalnızlıkla.
Uzanır uzanmaz yine üşüşüverdi düşünceler beynine. Dinginlikle uzlaşmayan, tümüyle hüznün, acı çekişlerin içinde eriyip çözülen benliği. Hele o kimlik savaşımında yenik düşmeyle direnmek arasındaki o ince çizgi. O ince çizgiye gidip gelerek yaşanan onca yıl. Gerçekten de savaşım vermiş miydi onu engelleyen koşullara karşı, direnmiş miydi? Yoksa hep öfkelerle, kendini aşamayan başkaldırışlarla içe dönen çığlıklara mı dönüşmüştü edilgenliği? Kendini ışıklı bir dünyaya çekmek istese de sonuçsuz kalışlar. Pek çok mahrem itirafın zorlamasıyla büyümüş derin uçurum. Hem kendine, hem insanlara bu denli uzak oluş neden? Bu soru, çocukluğundaki, ilk gençlik yıllarındaki yanlışlara yöneltirdi hep belleğini. "Bu yanlışlarda benim payım ne kadardı? Ya da suçun çoğu kimindi? Babamın aşırı otoriterliği mi, yoksa annemin aşırı yumuşaklığı ve korumacılığı mı? " diye sorgulamasına karşın annesiyle ilgili olumsuz bir yargıya varmazdı. Çünkü o, bir melekti.
Geceleri uyuyamıyordu. Tuhaf bir uyanıklık içinde yatakla, yorganla savaşıyor; ayaklarını yavaş yavaş uzatıyor, bacaklarını geriyordu. Bütün kemikleri sızlıyor. Kalça kemiğinin ağrısıyla inliyor. Gözlerini sıkı sıkı yumuyor. Annesini görmek istiyor; göremiyordu. Onun okşayan yumuşacık sesini duymak en çok istediği şeydi. Özlem yüreğini ince ince sızlatıyordu.
Bu gecesi de uykusuz geçecekti. Yemek yiyecek gücü kendinde bulamamış, yatıp kalmıştı. Belleğindeki bir sürü düşünce, yaşanmışlıklar kuşatıvermişti onu. Annesinin, babasının yanında güçsüz ve edilgen duruşunu düşündü. " Daha farklı olabilseydi babama karşı, belki her şey daha başka olabilirdi" diye geçirdi içinden. "Annemle ben babamın otoritesine hep boyun eğdik. Mücadele edecek gücü kendimizde bulabilseydik…" Bunlara kafa yorarken bir anısı teklifsiz bir konuk gibi gelip yerleşti belleğine. Yüzü allak bullak oldu her anımsayışında olduğu gibi. Düşündükleri, onu uzak yıllara ve uzak şehirlere götürdü.
İlkokul ikinci sınıftaydı. Bir ilkbahar günü, akşamüstü okuldan çıkıp eve gelirken evlerinin önünde arkadaşlarını gördü. Üç kız çocuğu, önlükleriyle oyuna koyulmuşlardı. O da aralarına karıştı. Tam da babasının işten dönme saatiydi. Oyuna dalınca babasını unutmuştu. Çocuklardan birinin saçları sıfır numaraya vurulmuştu. Kız önlüğü giymiş bir erkek çocuk görüntüsü veriyordu. Babası hışımla geldi, onu kolundan tuttuğu gibi eve götürdü. Şaşırmış ve çok korkmuştu. Bacakları tir tir titriyordu. Babası belinden palaskasını çıkarmış onunla kızının neresine rast gelirse vuruyor, bir yandan da bağırıyordu:
"Ben sana kaç kere erkeklerle oynamayacaksın demedim mi? Okuldan çıkınca neden hemen eve gelmiyorsun?"
Titrek, ürkek sesiyle, "O erkek değil, kız" diyorsa da babasına anlatamıyordu. "O kız çocuğu, bitlenmiş, tıraş etmişler," demeye çalışsa da ağlamaktan, korkudan ağzından çıkan boğuk sesler anlaşılamıyordu. Annesi çaresizdi; eşine karşı zayıf ve güçsüzdü. Hiçbir gün "hayır, yapma" diyememişti. O anda da ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordu. Birden çocuğun burnundan kan geldiğini fark etti.
"Bırak artık, yeter, çocuğu öldüreceksin!" diyen bir çığlık koptu yüreğinden. Adam, bu çığlıkla irkildi, palaskayı yere atıp odadan çıktı.
Bunları düşünmek onu sarsmıştı. Kalp atışları hızlandı, başı dönmeye başladı. Zorlukla yataktan kalktı. Televizyon açıktı, onu kapattı. Bir bardak su aldı mutfaktan. Ağır adımlarla salona gelip bir koltuğa yığılır gibi oturdu. Saat sabahın altısıydı. Bir gecesi yine uykusuz geçmişti. Kafasına dolan onca düşünceyle, üzüntülerle, ağrılarla başa çıkamamıştı.
Her zamanki gibi eve bel ağrısıyla dönmüştü. Ağrıyan, yalnızca beli değildi ki. Ağrılar bütün vücudunu, yüreğini, kafasının içini kuşatmıştı. İçindeki hüzne söz geçiremiyordu; kim bilir belki kanıksamıştı hüzünle yaşamayı.
Canı, hiçbir şey yapmak istemiyordu. Hareket etmekte zorlanarak eşofmanını giyindi, divana uzandı. Akşam iniyordu. Pencereden karşı binaların ışıklarına baktı bir süre. Kendi iç hüznüne öylesine gömülmüştü ki fazlaca ayrımında değildi karşıdaki evlerin ve başka yaşantıların. Sonra başucundaki sehpadan televizyonun kumandasını aldı. Kanalları hızla çevirdi. Onu çeken bir program yoktu, ama evde bir ses olsun isteğiyle televizyonu açık bıraktı. Yanı başında yatan oyuncak ayıyı gördü; çok değer verdiği bir insanı kucaklarcasına göğsüne bastırdı. Hüznü iyice yoğunlaştı. Onu annesinin yerine koymuştu. Başını oyalı bir mendille bağladığı oyuncak ayıyı uzun uzun öptü, ağladı. Bunu her gün birkaç kez yineliyordu. Annesinin ölümünden sonra içine düştüğü boşlukta bu ayıcığa sarılmıştı.
Annesinin nazarlığını da onun yakasına takmıştı. Geceleri ona sarılıp yatıyor; sabahları onu özenle divana bırakıyordu.
Oyuncak ayıya sarılarak bir süre yattı. Beli, bacakları çok ağıyordu. Son günlerde kilosu da iyice artmıştı. Bir yandan ağrıları, diğer yandan kiloları, bir taraftan bir tarafa dönmesini zorlaştırıyor, her dönüşünde ağrıların ve hüznün etkisiyle ahlayıp ofluyordu. Karnı da iyiden iyiye acıkmıştı. Allahtan öğlenleri işyerinde yemek yiyebiliyordu. Yoksa kahvaltıyla ya da komşuların getirdiği yiyeceklerle geçiştirdiği akşam yemekleri ona yetmeyecekti. Şu anda da evde doğru dürüst yiyecek bir şey yoktu. Dün, üst kattaki komşusu lahana sarması getirmişti. Sarmalardan birkaçını yemediğini anımsadı. Peynir, zeytin de vardı. Bir de çay yapmalıydı. Anneciğinin yaptığı nefis yemekleri düşündü. Şimdi onlar olsaydı da ağız tadıyla yeseydi. Onun en sıradan yemeklerini bile, en tanınmış aşçıların yemeklerine değişmezdi.
Annesine kafasında, yüreğinde en geniş yeri ayırmıştı. Hatta tüm yaşamı ona odaklanmıştı. Babasıyla anlaşamazdı. Babasının sert, hoşgörüsüz ve aşırı kuralcı davranışları onda isyancı, kavgacı ama edilgen bir kişilik geliştirmişti. Bu fırtınalı baba-kız ilişkisinde annesi, onun için sığınacak dingin bir limandı. Elli küsur yıllık yaşamı hep bu limanda geçmiş, ölüm denen kasırganın bu limanı yok edeceğini düşünememişti.
Annesi hep yaşayacaktı. Onun ölümünü düşünmek bile istememişti. Babasının ölümünden sonra da annesi, yatalak haliyle onun için yaşamalıydı. Onun soluğu bile yaşama tutunmada ona yardımcı oluyordu. Ya da o böyle düşünüyordu. Yoksa nasıl başarırdı ayakları üzerinde durmayı ve annesiz bir yaşamı. Açık denizdeki bir tekne gibi fırtınalara dayanamaz, alabora olurdu. Ne yazık ki annesi son dört yılını yatalak yaşamıştı. Eğer yaşamak denirse. Onun ölümünden sonra aylarca, amaçsız ve ruh gibi caddeleri, mağazaları dolaşmış, eve girmek istememişti. İnsanlarla fazlaca ilgili değildi, ama onlarla olmak, kalabalıkların arasına karışıp gitmek istiyordu. Annesini çağrıştıran şeylerdi en çok ilgisini çeken. Ya da birçok şeyde annesini görüyor, nice olayın paylaşıldığı yerler ona annesini hatırlatıyordu. Özellikle, bebeklerde annesini görmeye başlamıştı. Yatalak geçen son yıllarında annesi savunmasız bir bebek gibiydi. Ne acıktığının ayrımındaydı, ne üşüdüğünün. Bütün gereksinimlerini başkası yerine getiren vızıltılı bir bebek gibi yatıyordu. Belki de bu nedenle yolda gördüğü bir bebeği mutlaka sevmek, okşamak istiyordu. Annesini düşünmeden geçecek bir yaşamı, kendine yasaklamıştı sanki.
Saatlerce oyuncak ayıya sarılarak yatmış, kalkıp bir şeyler yeme gücünü kendinde bulamamıştı. Hava iyiden kararmıştı. Evi gibi karanlıkta kalmış kimi evler de yok değildi. Yattığı yerden karşıdaki evlerin ışıklarını görebiliyordu. O evlerdeki yaşamları düşündü. Anneler, babalar, eşler ve çocuklarla hayat bulan nice aileler yaşıyordu o evlerde. Mutlu ya da mutsuz, ama birlikte paylaşılan ya da sürüklenen kalabalık ilişkiler. Oysa kendisi yapayalnızdı. Bu yalnızlığı biraz da kendisi mi hazırlamıştı? Çocukluğundan beri çok seçici ve “mükemmeliyetçi” olduğunu düşündü. Bayram alışverişleri için önce Kadıköy’e en iyi mağazalara götürürdü annesi, ama o hiçbir şeyi beğenemezdi. Sonra bir vapur yolculuğuyla karşıya geçilir, bir sürü iyi semt gezilir yine bir şeye karar veremezdi. Annesi kızar:” Kızım, sen karşına çıkan koca adaylarını da beğenmeyip benim başıma kalacaksın “ derdi. Sonra sırf annesini üzmemek için en son gidilen yerden, bir şeyler alırdı. Bunları düşününce acı bir tebessüm belirdi dudaklarında.
Bir karabasanda duyulabilecek kaygı, üzüntü karışımı bir daralma hissetti yine yüreğinde. Bir keklik mi, yoksa kırlangıç mıydı sürekli soluk borusunun üstünde çırpınan, çırpındıkça nefesini zorlayan. Kaç yıl önce hapsetmişti çocukluğunu, gençliğini; yaratıcılığını ve üretkenliğini de şimdi tırmalanıyordu göğüs kafesi. Kulaklarında yaşanmışlıkların tortusu zonkluyordu. Bir tortuydu, sindirilemeyen, dışarı atılamayan, yalnızca acı yayan belleğine, ruhuna, bedeninin her bir zerresine.
Bu duyguyu hemen her gece yaşıyordu, kimi akşam bir ambulansın sirenlerine karışarak acil serviste buluyordu kendini. Baskılanmış duygularının içine sıkışan yaşanmamışlıklar soluk borusundan çıkıp tüm dünyaya savrulmak istiyordu. Korkuyordu, onlar savrulurken yüreği de karışıverirse sonsuzluğa. Panik atak diyordu doktorlar, panik bozukluk. Altında ölüm korkusu yatıyormuş. Ölüm korkusu mu, yoksa biriken tortuların ağırlığı mıydı yüreğinin üstüne arsızca yerleşip onu yüzleştiren bitimsiz yalnızlıkla.
Uzanır uzanmaz yine üşüşüverdi düşünceler beynine. Dinginlikle uzlaşmayan, tümüyle hüznün, acı çekişlerin içinde eriyip çözülen benliği. Hele o kimlik savaşımında yenik düşmeyle direnmek arasındaki o ince çizgi. O ince çizgiye gidip gelerek yaşanan onca yıl. Gerçekten de savaşım vermiş miydi onu engelleyen koşullara karşı, direnmiş miydi? Yoksa hep öfkelerle, kendini aşamayan başkaldırışlarla içe dönen çığlıklara mı dönüşmüştü edilgenliği? Kendini ışıklı bir dünyaya çekmek istese de sonuçsuz kalışlar. Pek çok mahrem itirafın zorlamasıyla büyümüş derin uçurum. Hem kendine, hem insanlara bu denli uzak oluş neden? Bu soru, çocukluğundaki, ilk gençlik yıllarındaki yanlışlara yöneltirdi hep belleğini. "Bu yanlışlarda benim payım ne kadardı? Ya da suçun çoğu kimindi? Babamın aşırı otoriterliği mi, yoksa annemin aşırı yumuşaklığı ve korumacılığı mı? " diye sorgulamasına karşın annesiyle ilgili olumsuz bir yargıya varmazdı. Çünkü o, bir melekti.
Geceleri uyuyamıyordu. Tuhaf bir uyanıklık içinde yatakla, yorganla savaşıyor; ayaklarını yavaş yavaş uzatıyor, bacaklarını geriyordu. Bütün kemikleri sızlıyor. Kalça kemiğinin ağrısıyla inliyor. Gözlerini sıkı sıkı yumuyor. Annesini görmek istiyor; göremiyordu. Onun okşayan yumuşacık sesini duymak en çok istediği şeydi. Özlem yüreğini ince ince sızlatıyordu.
Bu gecesi de uykusuz geçecekti. Yemek yiyecek gücü kendinde bulamamış, yatıp kalmıştı. Belleğindeki bir sürü düşünce, yaşanmışlıklar kuşatıvermişti onu. Annesinin, babasının yanında güçsüz ve edilgen duruşunu düşündü. " Daha farklı olabilseydi babama karşı, belki her şey daha başka olabilirdi" diye geçirdi içinden. "Annemle ben babamın otoritesine hep boyun eğdik. Mücadele edecek gücü kendimizde bulabilseydik…" Bunlara kafa yorarken bir anısı teklifsiz bir konuk gibi gelip yerleşti belleğine. Yüzü allak bullak oldu her anımsayışında olduğu gibi. Düşündükleri, onu uzak yıllara ve uzak şehirlere götürdü.
İlkokul ikinci sınıftaydı. Bir ilkbahar günü, akşamüstü okuldan çıkıp eve gelirken evlerinin önünde arkadaşlarını gördü. Üç kız çocuğu, önlükleriyle oyuna koyulmuşlardı. O da aralarına karıştı. Tam da babasının işten dönme saatiydi. Oyuna dalınca babasını unutmuştu. Çocuklardan birinin saçları sıfır numaraya vurulmuştu. Kız önlüğü giymiş bir erkek çocuk görüntüsü veriyordu. Babası hışımla geldi, onu kolundan tuttuğu gibi eve götürdü. Şaşırmış ve çok korkmuştu. Bacakları tir tir titriyordu. Babası belinden palaskasını çıkarmış onunla kızının neresine rast gelirse vuruyor, bir yandan da bağırıyordu:
"Ben sana kaç kere erkeklerle oynamayacaksın demedim mi? Okuldan çıkınca neden hemen eve gelmiyorsun?"
Titrek, ürkek sesiyle, "O erkek değil, kız" diyorsa da babasına anlatamıyordu. "O kız çocuğu, bitlenmiş, tıraş etmişler," demeye çalışsa da ağlamaktan, korkudan ağzından çıkan boğuk sesler anlaşılamıyordu. Annesi çaresizdi; eşine karşı zayıf ve güçsüzdü. Hiçbir gün "hayır, yapma" diyememişti. O anda da ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordu. Birden çocuğun burnundan kan geldiğini fark etti.
"Bırak artık, yeter, çocuğu öldüreceksin!" diyen bir çığlık koptu yüreğinden. Adam, bu çığlıkla irkildi, palaskayı yere atıp odadan çıktı.
Bunları düşünmek onu sarsmıştı. Kalp atışları hızlandı, başı dönmeye başladı. Zorlukla yataktan kalktı. Televizyon açıktı, onu kapattı. Bir bardak su aldı mutfaktan. Ağır adımlarla salona gelip bir koltuğa yığılır gibi oturdu. Saat sabahın altısıydı. Bir gecesi yine uykusuz geçmişti. Kafasına dolan onca düşünceyle, üzüntülerle, ağrılarla başa çıkamamıştı.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.