YAZAN: Filiz GÜLMEZ
Çocukluğumun en güzel ve değerli günlerini Ankara’da geçirdim. Ankara’nın benim belleğimde ve gönlümde apayrı bir yeri vardır. Anıtkabrin, 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin orada oluşu bende bu kente karşı hayranlık ve çok büyük bir sevgi uyandırır çocukluğumdan beri. Yaz tatillerimizi nerede olursak olalım Ankara’da büyük babamlarda geçirirdik. Onlar Altındağ’da, yamaçta, iki katlı bir evde oturuyorlardı. Evlerinin balkonundan yazlık bir sinemanın filmleri çok rahat izleniyordu, ancak sesi duyulmuyordu. Bahçelerindeki çardağın altında ablam ve kuzenlerimle küçük oyunlar hazırlar, mahallenin çocuklarına gösteriler yapar, şiir okurduk. Yaz tatillerimiz oldukça neşeli, renkliydi ve biz özgürdük. Babam işi gereği görevli olduğu şehirde kalır, bizimle gelemezdi. Babamın yokluğundan yararlanarak istediğimiz kadar bahçede oynar, daha sonra yukarı çıkar akşam yemeğine kadar orada sessizce kitap okur, resim yapar, dinlenirken de kuzenlerimizle oyun oynardık; sözsüz sinema, nesi var gibi oyunlardı. Bir keresinde dayımın kızı Perihan abla da oyunumuza katılmıştı sessiz sinema oyununda o kazanmıştı.
Annemin çocukluğunun geçtiği ev, o zamanlar çevredeki evlerden çok farklı gelirdi bana, bir köşk gibi. İki katlıydı. Annemin çocukluğundan evleninceye kadar geçen zamanda evin alt katında anneannem, büyükbabam ve annem otururlarmış Ankara’da oldukları yıllarda. Üst katta dayım, yengem ve çocukları kalıyormuş. Ben anneannemi de yengemi de göremedim. Anneannemler Osmanlı döneminde Romanya’dan Anadolu’ya göç etmiş, Çatalca’ya yerleştirilmişler.
Büyükbabam Kurtuluş Savaşına, Mustafa Kemal Atatürk’ün silah arkadaşı süvari yüzbaşısı olarak katılmış; Cumhuriyet’in kuruluşunda rolü olmuş, birinci dönem TBMM’de yer almış. Bizlere Atatürk’ü ve Cumhuriyetin erdemlerini, ulusumuza kazandırdıklarını anlatırdı. Evlerinin konuk odasına çekinerek girerdim. Köşedeki, yüksekçe bir dolabın üstünde Atatürk’ün büstü dururdu. O odaya girerken çocuk aklımla ve yüreğimle bile çok etkilenir, heyecanlanır; Atatürk odadaymış gibi çekinmeyle birlikte saygı duyardım. Büyükbabamla da hep saygıyla dolu bir gurur duymuşumdur. Cumhuriyetin kazandırdığı, varlıklı olunsa bile alçakgönüllü olmayı ilke edinerek evine yemeğe gelen kim olursa olsun herkes için ayağa kalkar, konuklarını saygı ve sevgiyle karşılar, ağırlardı yaşamının son yıllarında bile. Sözün kısası gerçek bir Cumhuriyet aydınıydı.
Osmanlı döneminden, her bakımdan geri kalmış, hukukta, dilde, devlet yönetim biçiminde, sanayide, medeni yaşamda Doğu ülkelerinin etkisini sürdüren bir ülkenin devralındığı yadsınmaz bir gerçek. Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimimde Osmanlıca metinleri incelerken tek başına Dil Devriminin bile ne denli önemli olduğunu anlamıştım. Arapça, Farsça, Türkçe karışımı, ses bakımından da Türklerin konuşma aygıtlarının yapısına uymayan( dil, dudak, diş, damak ve gırtlak) Osmanlıca ile halkla sarayın hatta halkın birbiriyle anlaşmalarının ne denli zor olduğunu gördüm. Sözgelimi Türkçede açı-zaviye, üçgen- müselles, dörtgen ya da kare –murabba, şakuli-düşey, müştak- türev’ de olduğu gibi Arapçaları kullanılıyordu. 1932’de Türk Dil Kurumu kurulup halk dilindeki sözcükler taranarak Türkçe sözcüklerden derlenen Tarama ve Derleme sözlüğü ile ilgili çalışmalar yapıldı. Kurumun amacı “Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” ti. Lise ve üniversite yıllarımda Ankara’da TDK’ da hafta sonları söyleşiler olurdu. Onları ilgiyle dinlerdim. Cahit Külebi, Yakup Kadri, Melih Cevdet, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Necati Cumalı gibi çok değerli yazar ve şairlerimizle tanışarak, onları dinleyerek Cumhuriyet’in aydınlatma hizmetinden yararlanma şansı bulmuştum.
Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu lâik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılında yaşadığım için çok mutluyum ve gururluyum. Neden mi? Bu yüzyılı yaşarken laik Türkiye Cumhuriyet’inin erdemlerini, ülkemize kazandırdıklarını yaşadığım, kadınlar olarak ikinci sınıf bir varlıkken özgür düşünceli birey ve yurttaş olma haklarını kazandığımız için.
1921’de Sakarya Savaşı zamanında sıtma, trahom, şark çıbanı, çiçek, verem, cüzzam, tifo, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklardan çok can kaybı olmuş. Cumhuriyet öncelikle halkımızın sağlığıyla ilgilenerek, tedavi edecek kurumları açtı. Sıtma savaş derneği, veremle savaş dernekleri kuruldu. Yeşilçam filmlerinde çok yer verilen ince hastalık denilen veremle genel bir savaş başlatılmıştı. 1960’lı yıllarda Ankara’daydık, zaman zaman akciğer tarama çalışmaları yapılıyordu. Evimiz Kurtuluş’taydı. Mahallemizdeki her evde yaşayanların akciğer filmi çekilmiş ve sonuçlarını evlere gelen bir sağlıkçıdan öğrenmiştik. Annemin akciğer filminde bir kitle tespit edilmiş, bu haber bizi çok üzmüştü. Hemen Hacettepe Hastanesi, göğüs hastalıkları bölümünden randevu almıştık. Annemin kiloları nedeniyle iç organları yağlanmış, akciğerine gölgesi düşmüştü. Bu sonuç bizi çok rahatlatmıştı ama komşularımızdan bazılarına tüberküloz tanısı konmuştu. Bu taramalar Hıfzıssıhha Kurumunda ve ücretsiz yapılıyordu.
Bu kurumun en önemli hizmeti bulaşıcı hastalıklar için aşı üretilmesiydi. Cumhuriyet’le birlikte ülkemizde birçok hastalığın aşısı üretilmişti. Bunlar; tifo, dizanteri, kolera, kuduz, veba, brusella, boğmaca, difteri, tetanos, kızıl, BCG, çiçek, lekeli humma, karma, grip. Ne yazık ki Hıfzıssıhha enstitüleri kapatıldığı için son covit19 salgınında aşı üretilemedi, ithal etmek zorunda kalındı. Ancak bir yıl sonra aşı ülkemize getirilebildi. Bu sürede binlerce insanımız hayatını yitirdi. Oğlum da o dönem covit’e yakalandı ve ağır geçirdi. Yine Cumhuriyet’imizin sağlık sistemiyle yetişmiş doktorlarımız oğlumu iyileştirdiler.
Cumhuriyetle birlikte yalnız dil ve sağlık konusunda değil eğitimde de bilimsel, aynı zamanda uygulamaya dayalı bir sistem kurulur. Yapılan yasal düzenlemelerle eğitim, temel bir insan hakkı olarak kabul edilip yeniden ele alınır. İlköğretim, bütün çocuklar için zorunlu ve parasız hâle getirilir. Cumhuriyet döneminde çocukların; bedensel, zihinsel ve duygusal gelişimlerinin iyi yönde gerçekleşmesini sağlamak ve çocukları temel eğitime hazırlamak amacıyla okul öncesi eğitimine de büyük önem verilir. Annem ilkokula başlamadan önce anaokuluna gitmiş. Orada öğrendiği şarkıların birkaçını söylerdi. Bir tanesini çok sevmiş ve ezberlemiştim: ”Kuş sesleri, ovalara yayılır/ insan buna hayran olur bayılır.” Daha sonra çocuklarıma ve torunuma bu şarkıyı öğretmiştim. Torunumla birlikte, annemin Cumhuriyetin çağdaş eğitim veren ana sınıflarında öğrendiği şarkıyı söylerken duygulanır, yüreğim coşkuyla dolar.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ülkemizde okuma yazma oranı çok azdır. Köylerde ülke nüfusunun yüzde sekseni yaşamaktadır. Bu nedenle köylerde ilkokul öğretmenleri yetiştirmek üzere tarıma elverişli, 21 yerde Köy Enstitüleri açılır. Eğitimde devrim niteliğinde olan bu kurumlarla ilgili bir araştırma yaparken internette Kastamonu’ya bağlı Gölköy Köy Enstitüsüyle ilgili bilgilere, fotoğraflara rastladım. Bilgiler arasında bu köy enstitüsünün binalarının Jandarma Komutanlığının koruması altında olduğunu okuyunca birçok Köy Enstitüsü gibi yok olup gitmemiş olması beni çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Kışla içinde kültür mirası olarak korunan binaların eğitim için gelen genç askerlerimize “Cumhuriyet Mirası” diye tanıtıldığı yazıyordu.
Bu bilgiler gibi paylaşılan fotoğraflar da beni çok etkilemişti. Fotoğrafların birinde keman çalan bir kız öğrenci, bir diğerinde öğretmenlerle toplu çekilmiş öğrenciler, ellerinde mandolinleri. Fotoğrafların üzerinde 1940 tarihi. Diğer fotoğrafta enstitünün binaları, yemekhane, kitaplık, kooperatif ve derslikler. Okul binasının köylüler tarafından yapılışı. Tarihi 1945. Yan taraftaki yazıyı okurken gözlerim doldu:
“Zonguldak’ın Alaplı beldesinde üçüncü sınıfa geçtiğim yaz tatilinde köy enstitülerinde okuyan öğrenciler bir araya gelirlerdi. Aralarında Gölköy’den de tanıdıklarım vardı. Bahçelerde toplanır, sohbet ederler, kitap okur, okuduklarıyla ilgili konuşur, düşüncelerini söylerlerdi. Mandolin çalar, şarkı söylerlerdi. Türkçeyi çok güzel konuşurlar, kibar davranırlardı. Hiç aralarında laubali konuşmalarına rastlamazdık. Onlara gıpta ederdik.” Cumhuriyetimizin erdemleriyle genç kuşakların, okuyup düşünüp sorgulayan, eleştiren, öğrenmeye açık, duyarlı yurttaşlar olarak yetiştirilmesi köy enstitülerinin amacıydı.
Gözüm bir alttaki fotoğrafa kayıyor: At üstünde bir kız. Altında bir yazı: “ 1945 yılı ve orada öğretmen adayı genç kız.” Bu fotoğrafı görünce çok duygulanıyor ve sesimi kontrol edemiyorum: “Bravo, 1945 yılında Köy Enstitüsü’nde kadınlar ata biniyor.” Cumhuriyetimizin çok değerli kazanımlarından biri olan Köy Enstitüleriyle ilgili bu fotoğraflar ve yazılar beni çok duygulandırıyor. İster istemez Cumhuriyetimiz kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğunun altı yüz yıl şeriat hükümleriyle idare ettiği ülkemizde kadınların sosyal yaşamdan uzak olmalarını, erkeklerle aynı haklara sahip olamamalarını düşündüm. Mahkemelerde iki kadının şahitliği, bir erkeğin şahitliğine eş değerdi. Kadınlar mirastan ancak yarım hisse alabiliyordu, erkeklerin bir hisse almalarına karşın. Evlerindeki işlerle ve çocuklarının bakımıyla ilgileniyorlardı. Osmanlı toplum düzeninde kadın aile içinde ve sosyal yaşamda değersizleştirilirken Cumhuriyetle birlikte genel olarak medeni haklarda kadın ve erkek Türk yurttaşı olarak eşit sayıldı.
Osmanlı döneminde çarşafla, peçeyle dolaştırılan şehirli kadınlar güneşe, aydınlığa çıkmışlardır. 1930’da siyasi yaşama katılarak yerel seçimlerde seçme seçilme hakkı verildi. Cumhuriyet’in sağladığı haklarla kadınlar, Atatürk’ün yeni toplum düzeninde saygın ve çağdaş bir yer kazandılar. Erkeklerle aynı okullarda okuyan meslek sahibi olan kadınlar avukat, öğretmen, doktor, savcı, polis, işçi, sanatçı, mühendis, mimar, kaymakam oldular. Erkeklere uygun meslekler olarak toplumda bilinen taksi, otobüs, tramvay, tiren, metro sürücülüğü, itfaiye görevlisi ve daha birçok meslekte kadınları görüyoruz, kadınlar hangi bölgeden olursa olsunlar çok da başarılılar.
Ne yazık ki cumhuriyetin kadınlara getirdiği siyasal ve sosyal haklar bakımından aldığı tedbirlere ve gerçekleştirdiği uygulamalara karşın Türkiye’de hâlâ bir kadın kesimi bu kazanımların farkında bile değil. İnanılması güç olan da kendilerini birinci sınıf insan yapan bu kazanımları elinin tersiyle itmeleri ve birey olma, yurttaş olma, özgür olma bilincine ulaşmadan yaşamayı seçmiş olmalarıdır. Bunun yanında kimlik arayışını başarıyla sonuçlandırmış kadınlar da var. Atatürk’ün dediği gibi, onlar çağdaşlaşmanın, ilerlemenin bilim ve fenle olacağını görmüş, öğrenim görerek kendilerini yetiştirmiş kadınlardır. Yalnızca bilim ve fende değil sanatta da kadınlar yerlerini almışlar. Ressam, müzisyen, tiyatro sanatçısı, şair, yazar kadınlar cumhuriyetle birlikte çok başarılı çalışmalara imzalarını attılar. İlk kadın opera sanatçı Semiha Berksoy (1910-2004), Türk tiyatrosunda ilk sahneye çıkan kadın oyuncu Afife Jale (1902-1941), ilk kadın heykeltıraş Sabiha Bengütaş ve daha birçok kadın cumhuriyetle birlikte aydınlanan Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihine ve günümüzde adlarını yazdırdılar.
Cumhuriyet’le birlikte özgür düşüncenin, uygar bir yaşam biçiminin ve insan ilişkilerinin rüzgârları ülkemizde esmeye başladı. Cumhuriyetin ilanından yirmi beş yıl sonra doğan, özgür düşünceyi önceleyen ve özgürlüğüne düşkün bir genç olarak liseyi bitirdim. Ankara’da bu süreci yaşamak bana çok şey kazandırdı. Birçok şeyi yapmak istiyor, başaracağıma inanıyordum. Bu nedenle üniversitede gece okumaya karar vermiştim. Başkentin cumhuriyet rüzgârıyla biçimlenen kültür ve sanat yaşamına uzak kalmak istemiyordum. Gündüz iş bulup çalışacak, gece okuyacaktım. Bir gün okula giderek kaydımı yaptırdık. Babam durmadan görevli beye dert yanıyordu.” Kızımız tutturmuş gece okuyacakmış, oysa gündüz de okuyabilir, çalışmasına da gerek yok. Benim maaşım hepimize yeter.” Babam susunca görevli hemen söze girdi. “Artık ailede tek kişi çalışıp dört beş kişi yemiyor Beyefendi. Kızınızla gurur duymalısınız. Onlar Atatürk’ün, cumhuriyetin gençleri. Boş yere onlara emanet etmedi Atamız yurdumuzu, cumhuriyetimizi, geleceğimizi.” dedikten sonra bana döndü:” Haydi hayırlı olsun kızım, bir de iş bulursun, gelirsin sana öğrenci olduğunu belirten bir yazı veririz.” dedi. Okula kaydolup eve dönerken babamla hiç konuşmadık, babam oldukça sinirliydi. Ben de konuşmaya cesaret edememiştim.
Sonraki günlerde gündüz zamanım çok, iş arıyorum. Bir gün Hacettepe’de çalışan bir arkadaşımı ziyarete gittim. Onu görmeden önce Personel Müdürü’ne uğrayıp iş aradığımı söyledim. Kibarca boş bir kadronun olmadığını söyledi. Sonra arkadaşımın işyerine gittim, beni çok iyi karşıladı. Şefiyle aynı odada çalışıyormuş meğer iş aradığımı duymuş, hemen personel müdürüne telefon etmiş. Arkadaşımla gidip personel müdürü ile konuşuyoruz. Bana iş yok diyen müdür bey, üniversitenin bir bölümünde sekretere gereksinme varmış, gidin, görüşün, demez mi. O gün işe başlıyorum. Ama annemin haberi yok işe girdiğimden, o zamanlar telefon yaygın değil. Öğle tatilinde hemen eve gidip anneme haber vermeliydim.
Soğuk bir gündü. Kar yağıyordu bir yandan, ayakkabılarım da su çekiyordu. Sulara bata çıka eve ulaşıyorum. O soğukta nasıl da terlemiştim. Annem, işe girdiğimi öğrenince:” Babana ne diyeceğiz, habersiz olur mu kızım, şimdi çok kızacak. Gece okula gitmenin şokunu daha atlatamadan bir de işe girdim, deyip geliyorsun.” diye söylendi. Anne yüreği, ayakkabımın su çektiğini öğrenince; ”Yakındaki kunduracı bot, çizme de satıyor, ona gidelim de sana bir bot alalım. ”diyor. Kunduracıda bir tane yarım çizme var, o da ayağıma bir numara büyük. Ne yapalım almak zorundayım. İşe dönüyorum, yorgun, aç, susuz. İç sesim mırıldanıyor:” Aferin Filiz, birey olmayı, hayatınla ilgili karalar almayı başaracaksın. Bu iyi bir başlangıç oldu. Atatürk’ün ve O’nun kurduğu cumhuriyetin genci olduğunu unutma lütfen.”
Hiç unutur muyum, Cumhuriyetle kazanılanları, sonra onların nasıl birer birer yitirildiğini. 1923- 1937 yıllarında Türkiye İktisat Kongresi ile başlayan ve devamında izlenen politikalar ışığında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin madencilik sektörü ile ilgili olarak önemli girişim ve gelişmelere imza attığını biliyoruz. MTA(maden teknik araştırma kurumu)’nun kurulması, arama çalışmalarına başlaması, madenlerin devletleştirilmesi, Etibank’ın devlet adına aktif maden işletmecisi olmasıyla yabancı işletmelerin, özel teşebbüsün elinde olan madenlerimiz satın alınmış, sonra madenlerimiz dışarıya satılarak genç ve yoksul Türkiye’nin ekonomisine destek olunmuştur. Örnek vermek istiyorum:
“Ülke için döviz kaynağı olarak görülen antimuan madenlerinin hemen hemen hepsi 1923 yılına gelindiğinde kullanılamaz veya terk edilmiş durumda iken, üretim 1923’te 6 ton ve 1925 yılında 74 ton, 1936 yılından sonra ise 1.000 tonun üzerinde gerçekleşmiştir. Antimuan madeninde 1935’te 223 ton, 1936’da 1.070 ton ve 1937’de 1.255 ton ihracat gerçekleşmiştir”(*)
“1939 yılında bakır ihracatından ülkeye 2 milyon Türk Lirasını aşan değerde döviz temin edilmiştir.” Düşünüyorum da madenlerimiz Cumhuriyet dönemindeki gibi üretilip ihraç edilmiş olsaydı ülke ekonomisi ne kadar güçlenecekti.(**)
Cumhuriyeti kurmada Atatürk’e destek olup TBMM’de görev alanlar ülke için çalışmışlar karşılığında çok bir şey beklememişler. Babamı yitirdiğimizde annem hastaydı. Bakımı oldukça masraflıydı. Babamın emekli maaşının dışında anneme kendi babasından da maaş bağlanabileceğini söylemişlerdi. Maaş için başvurduğumuzda büyükbabam gibi bütün birinci dönem milletvekillerinin yoksul ve yeni kurulma aşamasındaki ülkemizden emekli maaşı istemediklerini, devletin onlara “hizmet-i vataniye” den bir miktar aylık bağladığını öğrenmiştik.
Bütün bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ne denli önemli, kıymetli olduğunu ve Atatürk’ün dehası, ileri görüşüyle, kararlılığıyla, ulusumuzun çabasıyla kazanılmış olağanüstü bir başarı olduğunu gösteriyor.
Cumhuriyetimizin 102. yılında ve her zaman onu koruyup geliştirmek görevimiz, bunu unutmayalım.
Kaynaklar: (*) Mustafa Haydar Terzi, https//atamdergi.gov.tr// Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye Madenciliği
(**) Aynı kaynaktan
Çocukluğumun en güzel ve değerli günlerini Ankara’da geçirdim. Ankara’nın benim belleğimde ve gönlümde apayrı bir yeri vardır. Anıtkabrin, 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin orada oluşu bende bu kente karşı hayranlık ve çok büyük bir sevgi uyandırır çocukluğumdan beri. Yaz tatillerimizi nerede olursak olalım Ankara’da büyük babamlarda geçirirdik. Onlar Altındağ’da, yamaçta, iki katlı bir evde oturuyorlardı. Evlerinin balkonundan yazlık bir sinemanın filmleri çok rahat izleniyordu, ancak sesi duyulmuyordu. Bahçelerindeki çardağın altında ablam ve kuzenlerimle küçük oyunlar hazırlar, mahallenin çocuklarına gösteriler yapar, şiir okurduk. Yaz tatillerimiz oldukça neşeli, renkliydi ve biz özgürdük. Babam işi gereği görevli olduğu şehirde kalır, bizimle gelemezdi. Babamın yokluğundan yararlanarak istediğimiz kadar bahçede oynar, daha sonra yukarı çıkar akşam yemeğine kadar orada sessizce kitap okur, resim yapar, dinlenirken de kuzenlerimizle oyun oynardık; sözsüz sinema, nesi var gibi oyunlardı. Bir keresinde dayımın kızı Perihan abla da oyunumuza katılmıştı sessiz sinema oyununda o kazanmıştı.
Annemin çocukluğunun geçtiği ev, o zamanlar çevredeki evlerden çok farklı gelirdi bana, bir köşk gibi. İki katlıydı. Annemin çocukluğundan evleninceye kadar geçen zamanda evin alt katında anneannem, büyükbabam ve annem otururlarmış Ankara’da oldukları yıllarda. Üst katta dayım, yengem ve çocukları kalıyormuş. Ben anneannemi de yengemi de göremedim. Anneannemler Osmanlı döneminde Romanya’dan Anadolu’ya göç etmiş, Çatalca’ya yerleştirilmişler.
Büyükbabam Kurtuluş Savaşına, Mustafa Kemal Atatürk’ün silah arkadaşı süvari yüzbaşısı olarak katılmış; Cumhuriyet’in kuruluşunda rolü olmuş, birinci dönem TBMM’de yer almış. Bizlere Atatürk’ü ve Cumhuriyetin erdemlerini, ulusumuza kazandırdıklarını anlatırdı. Evlerinin konuk odasına çekinerek girerdim. Köşedeki, yüksekçe bir dolabın üstünde Atatürk’ün büstü dururdu. O odaya girerken çocuk aklımla ve yüreğimle bile çok etkilenir, heyecanlanır; Atatürk odadaymış gibi çekinmeyle birlikte saygı duyardım. Büyükbabamla da hep saygıyla dolu bir gurur duymuşumdur. Cumhuriyetin kazandırdığı, varlıklı olunsa bile alçakgönüllü olmayı ilke edinerek evine yemeğe gelen kim olursa olsun herkes için ayağa kalkar, konuklarını saygı ve sevgiyle karşılar, ağırlardı yaşamının son yıllarında bile. Sözün kısası gerçek bir Cumhuriyet aydınıydı.
Osmanlı döneminden, her bakımdan geri kalmış, hukukta, dilde, devlet yönetim biçiminde, sanayide, medeni yaşamda Doğu ülkelerinin etkisini sürdüren bir ülkenin devralındığı yadsınmaz bir gerçek. Üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı öğrenimimde Osmanlıca metinleri incelerken tek başına Dil Devriminin bile ne denli önemli olduğunu anlamıştım. Arapça, Farsça, Türkçe karışımı, ses bakımından da Türklerin konuşma aygıtlarının yapısına uymayan( dil, dudak, diş, damak ve gırtlak) Osmanlıca ile halkla sarayın hatta halkın birbiriyle anlaşmalarının ne denli zor olduğunu gördüm. Sözgelimi Türkçede açı-zaviye, üçgen- müselles, dörtgen ya da kare –murabba, şakuli-düşey, müştak- türev’ de olduğu gibi Arapçaları kullanılıyordu. 1932’de Türk Dil Kurumu kurulup halk dilindeki sözcükler taranarak Türkçe sözcüklerden derlenen Tarama ve Derleme sözlüğü ile ilgili çalışmalar yapıldı. Kurumun amacı “Türk dilinin öz güzelliğini ve varsıllığını ortaya çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” ti. Lise ve üniversite yıllarımda Ankara’da TDK’ da hafta sonları söyleşiler olurdu. Onları ilgiyle dinlerdim. Cahit Külebi, Yakup Kadri, Melih Cevdet, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Necati Cumalı gibi çok değerli yazar ve şairlerimizle tanışarak, onları dinleyerek Cumhuriyet’in aydınlatma hizmetinden yararlanma şansı bulmuştum.
Kurtuluş Savaşından sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu lâik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılında yaşadığım için çok mutluyum ve gururluyum. Neden mi? Bu yüzyılı yaşarken laik Türkiye Cumhuriyet’inin erdemlerini, ülkemize kazandırdıklarını yaşadığım, kadınlar olarak ikinci sınıf bir varlıkken özgür düşünceli birey ve yurttaş olma haklarını kazandığımız için.
1921’de Sakarya Savaşı zamanında sıtma, trahom, şark çıbanı, çiçek, verem, cüzzam, tifo, tifüs gibi bulaşıcı hastalıklardan çok can kaybı olmuş. Cumhuriyet öncelikle halkımızın sağlığıyla ilgilenerek, tedavi edecek kurumları açtı. Sıtma savaş derneği, veremle savaş dernekleri kuruldu. Yeşilçam filmlerinde çok yer verilen ince hastalık denilen veremle genel bir savaş başlatılmıştı. 1960’lı yıllarda Ankara’daydık, zaman zaman akciğer tarama çalışmaları yapılıyordu. Evimiz Kurtuluş’taydı. Mahallemizdeki her evde yaşayanların akciğer filmi çekilmiş ve sonuçlarını evlere gelen bir sağlıkçıdan öğrenmiştik. Annemin akciğer filminde bir kitle tespit edilmiş, bu haber bizi çok üzmüştü. Hemen Hacettepe Hastanesi, göğüs hastalıkları bölümünden randevu almıştık. Annemin kiloları nedeniyle iç organları yağlanmış, akciğerine gölgesi düşmüştü. Bu sonuç bizi çok rahatlatmıştı ama komşularımızdan bazılarına tüberküloz tanısı konmuştu. Bu taramalar Hıfzıssıhha Kurumunda ve ücretsiz yapılıyordu.
Bu kurumun en önemli hizmeti bulaşıcı hastalıklar için aşı üretilmesiydi. Cumhuriyet’le birlikte ülkemizde birçok hastalığın aşısı üretilmişti. Bunlar; tifo, dizanteri, kolera, kuduz, veba, brusella, boğmaca, difteri, tetanos, kızıl, BCG, çiçek, lekeli humma, karma, grip. Ne yazık ki Hıfzıssıhha enstitüleri kapatıldığı için son covit19 salgınında aşı üretilemedi, ithal etmek zorunda kalındı. Ancak bir yıl sonra aşı ülkemize getirilebildi. Bu sürede binlerce insanımız hayatını yitirdi. Oğlum da o dönem covit’e yakalandı ve ağır geçirdi. Yine Cumhuriyet’imizin sağlık sistemiyle yetişmiş doktorlarımız oğlumu iyileştirdiler.
Cumhuriyetle birlikte yalnız dil ve sağlık konusunda değil eğitimde de bilimsel, aynı zamanda uygulamaya dayalı bir sistem kurulur. Yapılan yasal düzenlemelerle eğitim, temel bir insan hakkı olarak kabul edilip yeniden ele alınır. İlköğretim, bütün çocuklar için zorunlu ve parasız hâle getirilir. Cumhuriyet döneminde çocukların; bedensel, zihinsel ve duygusal gelişimlerinin iyi yönde gerçekleşmesini sağlamak ve çocukları temel eğitime hazırlamak amacıyla okul öncesi eğitimine de büyük önem verilir. Annem ilkokula başlamadan önce anaokuluna gitmiş. Orada öğrendiği şarkıların birkaçını söylerdi. Bir tanesini çok sevmiş ve ezberlemiştim: ”Kuş sesleri, ovalara yayılır/ insan buna hayran olur bayılır.” Daha sonra çocuklarıma ve torunuma bu şarkıyı öğretmiştim. Torunumla birlikte, annemin Cumhuriyetin çağdaş eğitim veren ana sınıflarında öğrendiği şarkıyı söylerken duygulanır, yüreğim coşkuyla dolar.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda ülkemizde okuma yazma oranı çok azdır. Köylerde ülke nüfusunun yüzde sekseni yaşamaktadır. Bu nedenle köylerde ilkokul öğretmenleri yetiştirmek üzere tarıma elverişli, 21 yerde Köy Enstitüleri açılır. Eğitimde devrim niteliğinde olan bu kurumlarla ilgili bir araştırma yaparken internette Kastamonu’ya bağlı Gölköy Köy Enstitüsüyle ilgili bilgilere, fotoğraflara rastladım. Bilgiler arasında bu köy enstitüsünün binalarının Jandarma Komutanlığının koruması altında olduğunu okuyunca birçok Köy Enstitüsü gibi yok olup gitmemiş olması beni çok sevindirmiş ve heyecanlandırmıştı. Kışla içinde kültür mirası olarak korunan binaların eğitim için gelen genç askerlerimize “Cumhuriyet Mirası” diye tanıtıldığı yazıyordu.
Bu bilgiler gibi paylaşılan fotoğraflar da beni çok etkilemişti. Fotoğrafların birinde keman çalan bir kız öğrenci, bir diğerinde öğretmenlerle toplu çekilmiş öğrenciler, ellerinde mandolinleri. Fotoğrafların üzerinde 1940 tarihi. Diğer fotoğrafta enstitünün binaları, yemekhane, kitaplık, kooperatif ve derslikler. Okul binasının köylüler tarafından yapılışı. Tarihi 1945. Yan taraftaki yazıyı okurken gözlerim doldu:
“Zonguldak’ın Alaplı beldesinde üçüncü sınıfa geçtiğim yaz tatilinde köy enstitülerinde okuyan öğrenciler bir araya gelirlerdi. Aralarında Gölköy’den de tanıdıklarım vardı. Bahçelerde toplanır, sohbet ederler, kitap okur, okuduklarıyla ilgili konuşur, düşüncelerini söylerlerdi. Mandolin çalar, şarkı söylerlerdi. Türkçeyi çok güzel konuşurlar, kibar davranırlardı. Hiç aralarında laubali konuşmalarına rastlamazdık. Onlara gıpta ederdik.” Cumhuriyetimizin erdemleriyle genç kuşakların, okuyup düşünüp sorgulayan, eleştiren, öğrenmeye açık, duyarlı yurttaşlar olarak yetiştirilmesi köy enstitülerinin amacıydı.
Gözüm bir alttaki fotoğrafa kayıyor: At üstünde bir kız. Altında bir yazı: “ 1945 yılı ve orada öğretmen adayı genç kız.” Bu fotoğrafı görünce çok duygulanıyor ve sesimi kontrol edemiyorum: “Bravo, 1945 yılında Köy Enstitüsü’nde kadınlar ata biniyor.” Cumhuriyetimizin çok değerli kazanımlarından biri olan Köy Enstitüleriyle ilgili bu fotoğraflar ve yazılar beni çok duygulandırıyor. İster istemez Cumhuriyetimiz kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğunun altı yüz yıl şeriat hükümleriyle idare ettiği ülkemizde kadınların sosyal yaşamdan uzak olmalarını, erkeklerle aynı haklara sahip olamamalarını düşündüm. Mahkemelerde iki kadının şahitliği, bir erkeğin şahitliğine eş değerdi. Kadınlar mirastan ancak yarım hisse alabiliyordu, erkeklerin bir hisse almalarına karşın. Evlerindeki işlerle ve çocuklarının bakımıyla ilgileniyorlardı. Osmanlı toplum düzeninde kadın aile içinde ve sosyal yaşamda değersizleştirilirken Cumhuriyetle birlikte genel olarak medeni haklarda kadın ve erkek Türk yurttaşı olarak eşit sayıldı.
Osmanlı döneminde çarşafla, peçeyle dolaştırılan şehirli kadınlar güneşe, aydınlığa çıkmışlardır. 1930’da siyasi yaşama katılarak yerel seçimlerde seçme seçilme hakkı verildi. Cumhuriyet’in sağladığı haklarla kadınlar, Atatürk’ün yeni toplum düzeninde saygın ve çağdaş bir yer kazandılar. Erkeklerle aynı okullarda okuyan meslek sahibi olan kadınlar avukat, öğretmen, doktor, savcı, polis, işçi, sanatçı, mühendis, mimar, kaymakam oldular. Erkeklere uygun meslekler olarak toplumda bilinen taksi, otobüs, tramvay, tiren, metro sürücülüğü, itfaiye görevlisi ve daha birçok meslekte kadınları görüyoruz, kadınlar hangi bölgeden olursa olsunlar çok da başarılılar.
Ne yazık ki cumhuriyetin kadınlara getirdiği siyasal ve sosyal haklar bakımından aldığı tedbirlere ve gerçekleştirdiği uygulamalara karşın Türkiye’de hâlâ bir kadın kesimi bu kazanımların farkında bile değil. İnanılması güç olan da kendilerini birinci sınıf insan yapan bu kazanımları elinin tersiyle itmeleri ve birey olma, yurttaş olma, özgür olma bilincine ulaşmadan yaşamayı seçmiş olmalarıdır. Bunun yanında kimlik arayışını başarıyla sonuçlandırmış kadınlar da var. Atatürk’ün dediği gibi, onlar çağdaşlaşmanın, ilerlemenin bilim ve fenle olacağını görmüş, öğrenim görerek kendilerini yetiştirmiş kadınlardır. Yalnızca bilim ve fende değil sanatta da kadınlar yerlerini almışlar. Ressam, müzisyen, tiyatro sanatçısı, şair, yazar kadınlar cumhuriyetle birlikte çok başarılı çalışmalara imzalarını attılar. İlk kadın opera sanatçı Semiha Berksoy (1910-2004), Türk tiyatrosunda ilk sahneye çıkan kadın oyuncu Afife Jale (1902-1941), ilk kadın heykeltıraş Sabiha Bengütaş ve daha birçok kadın cumhuriyetle birlikte aydınlanan Türkiye Cumhuriyetinin yakın tarihine ve günümüzde adlarını yazdırdılar.
Cumhuriyet’le birlikte özgür düşüncenin, uygar bir yaşam biçiminin ve insan ilişkilerinin rüzgârları ülkemizde esmeye başladı. Cumhuriyetin ilanından yirmi beş yıl sonra doğan, özgür düşünceyi önceleyen ve özgürlüğüne düşkün bir genç olarak liseyi bitirdim. Ankara’da bu süreci yaşamak bana çok şey kazandırdı. Birçok şeyi yapmak istiyor, başaracağıma inanıyordum. Bu nedenle üniversitede gece okumaya karar vermiştim. Başkentin cumhuriyet rüzgârıyla biçimlenen kültür ve sanat yaşamına uzak kalmak istemiyordum. Gündüz iş bulup çalışacak, gece okuyacaktım. Bir gün okula giderek kaydımı yaptırdık. Babam durmadan görevli beye dert yanıyordu.” Kızımız tutturmuş gece okuyacakmış, oysa gündüz de okuyabilir, çalışmasına da gerek yok. Benim maaşım hepimize yeter.” Babam susunca görevli hemen söze girdi. “Artık ailede tek kişi çalışıp dört beş kişi yemiyor Beyefendi. Kızınızla gurur duymalısınız. Onlar Atatürk’ün, cumhuriyetin gençleri. Boş yere onlara emanet etmedi Atamız yurdumuzu, cumhuriyetimizi, geleceğimizi.” dedikten sonra bana döndü:” Haydi hayırlı olsun kızım, bir de iş bulursun, gelirsin sana öğrenci olduğunu belirten bir yazı veririz.” dedi. Okula kaydolup eve dönerken babamla hiç konuşmadık, babam oldukça sinirliydi. Ben de konuşmaya cesaret edememiştim.
Sonraki günlerde gündüz zamanım çok, iş arıyorum. Bir gün Hacettepe’de çalışan bir arkadaşımı ziyarete gittim. Onu görmeden önce Personel Müdürü’ne uğrayıp iş aradığımı söyledim. Kibarca boş bir kadronun olmadığını söyledi. Sonra arkadaşımın işyerine gittim, beni çok iyi karşıladı. Şefiyle aynı odada çalışıyormuş meğer iş aradığımı duymuş, hemen personel müdürüne telefon etmiş. Arkadaşımla gidip personel müdürü ile konuşuyoruz. Bana iş yok diyen müdür bey, üniversitenin bir bölümünde sekretere gereksinme varmış, gidin, görüşün, demez mi. O gün işe başlıyorum. Ama annemin haberi yok işe girdiğimden, o zamanlar telefon yaygın değil. Öğle tatilinde hemen eve gidip anneme haber vermeliydim.
Soğuk bir gündü. Kar yağıyordu bir yandan, ayakkabılarım da su çekiyordu. Sulara bata çıka eve ulaşıyorum. O soğukta nasıl da terlemiştim. Annem, işe girdiğimi öğrenince:” Babana ne diyeceğiz, habersiz olur mu kızım, şimdi çok kızacak. Gece okula gitmenin şokunu daha atlatamadan bir de işe girdim, deyip geliyorsun.” diye söylendi. Anne yüreği, ayakkabımın su çektiğini öğrenince; ”Yakındaki kunduracı bot, çizme de satıyor, ona gidelim de sana bir bot alalım. ”diyor. Kunduracıda bir tane yarım çizme var, o da ayağıma bir numara büyük. Ne yapalım almak zorundayım. İşe dönüyorum, yorgun, aç, susuz. İç sesim mırıldanıyor:” Aferin Filiz, birey olmayı, hayatınla ilgili karalar almayı başaracaksın. Bu iyi bir başlangıç oldu. Atatürk’ün ve O’nun kurduğu cumhuriyetin genci olduğunu unutma lütfen.”
Hiç unutur muyum, Cumhuriyetle kazanılanları, sonra onların nasıl birer birer yitirildiğini. 1923- 1937 yıllarında Türkiye İktisat Kongresi ile başlayan ve devamında izlenen politikalar ışığında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin madencilik sektörü ile ilgili olarak önemli girişim ve gelişmelere imza attığını biliyoruz. MTA(maden teknik araştırma kurumu)’nun kurulması, arama çalışmalarına başlaması, madenlerin devletleştirilmesi, Etibank’ın devlet adına aktif maden işletmecisi olmasıyla yabancı işletmelerin, özel teşebbüsün elinde olan madenlerimiz satın alınmış, sonra madenlerimiz dışarıya satılarak genç ve yoksul Türkiye’nin ekonomisine destek olunmuştur. Örnek vermek istiyorum:
“Ülke için döviz kaynağı olarak görülen antimuan madenlerinin hemen hemen hepsi 1923 yılına gelindiğinde kullanılamaz veya terk edilmiş durumda iken, üretim 1923’te 6 ton ve 1925 yılında 74 ton, 1936 yılından sonra ise 1.000 tonun üzerinde gerçekleşmiştir. Antimuan madeninde 1935’te 223 ton, 1936’da 1.070 ton ve 1937’de 1.255 ton ihracat gerçekleşmiştir”(*)
“1939 yılında bakır ihracatından ülkeye 2 milyon Türk Lirasını aşan değerde döviz temin edilmiştir.” Düşünüyorum da madenlerimiz Cumhuriyet dönemindeki gibi üretilip ihraç edilmiş olsaydı ülke ekonomisi ne kadar güçlenecekti.(**)
Cumhuriyeti kurmada Atatürk’e destek olup TBMM’de görev alanlar ülke için çalışmışlar karşılığında çok bir şey beklememişler. Babamı yitirdiğimizde annem hastaydı. Bakımı oldukça masraflıydı. Babamın emekli maaşının dışında anneme kendi babasından da maaş bağlanabileceğini söylemişlerdi. Maaş için başvurduğumuzda büyükbabam gibi bütün birinci dönem milletvekillerinin yoksul ve yeni kurulma aşamasındaki ülkemizden emekli maaşı istemediklerini, devletin onlara “hizmet-i vataniye” den bir miktar aylık bağladığını öğrenmiştik.
Bütün bunlar Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetin ne denli önemli, kıymetli olduğunu ve Atatürk’ün dehası, ileri görüşüyle, kararlılığıyla, ulusumuzun çabasıyla kazanılmış olağanüstü bir başarı olduğunu gösteriyor.
Cumhuriyetimizin 102. yılında ve her zaman onu koruyup geliştirmek görevimiz, bunu unutmayalım.
Kaynaklar: (*) Mustafa Haydar Terzi, https//atamdergi.gov.tr// Mustafa Kemal Atatürk Dönemi Türkiye Madenciliği
(**) Aynı kaynaktan
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.