Eylem: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Fatoş: İstanbul doğumluyum. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi mezunuyum. Mezun olduğum yaz iki beyin ameliyatı geçirdim ve kör oldum. Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji mezunuyum. Mezun olduktan sonra anladım ki, bir kör olarak Türkiye’nin ve dünyanın verebileceği en iyi eğitimi aldığım halde körlük eğitimim olmadığı için kesinlikle bir iş bulamayacaktım. Körlük eğitimi almak için Amerika’ya geldim. Bir sene burada kaldım. Üç ay rehabilitasyon eğitimi aldım. Diğer dokuz ay rehabilitasyon uzmanlığı eğitimi aldım ve geri döndüm. Altı Nokta Körler Rehabilitasyon Merkezi’nde bir sene çalıştım. Amerika’da eşimle tanışmıştım. Eşim bir yıl sonra Türkiye’ye geldi. Türkiye’de evlendik ve Amerika’ya geldim. Geldikten aşağı yukarı beş sene sonra burada master yaptım psikoloji üzerine. On dokuz senedir Nebrasca Rehabilitasyon Merkezi’nin direktörü olarak çalışıyorum.
Eylem: Bir Türk olarak direktör olma aşamasına nasıl geldiğinizi anlatabilir misiniz? Gerçi Amerika’da yabancı kavramı yoktur muhtemelen; ama nasıl uyum sağlayabildiniz?
Fatoş: Tabii direktör olarak başlamadım ben rehabilitasyon hayatıma. Amerika’ya geldikten üç ay sonra, Bağımsızlık Merkezleri diye yerler var burada, oralarda yalnızca körler için olmayan, yani tüm engelliler için olan rehabilitasyondan ziyade, şehirdeki engelliler için ne tür şartlarda yardım edilebilir. Diyelim ki bir arkadaş tekerlekli sandalye kullanıyor. Hangi binalar onun için uygundur? Hangi binalarda kiralık apartman bulabilir şeklinde işlerle ilgilenen bu tür merkezlerde bir yıl çalıştım.
Eylem: Nasıl bir sistem vardı? Gönüllü olarak mı çalıştınız?
Fatoş: Mahkemelerde aracılık yapılıyor. Yani İki grup karşılıklı bir araya getiriliyor. Mediation (arabuluculuk, uzlaştırma) diyoruz. Mahkemeye gitmeden önce bir anlaşmaya varılırsa o anlaşma uygulanıyor; yoksa mahkemeye çıkılıyor.
Eylem: Ne tür mahkemeler?
Fatoş: Daha çok günlük hayattaki mahkemeler. Diyelim ki araba kazası oldu. Kim kime ne kadar para verilecek gibi anlaşmalar.
O anlaşmaları idare eden kişi olma eğitiminden geçtim ve bir sene de bu mahkemelerde çalıştım.
Eylem: Bu mahkemelerde bir psikoloğun çalışması gerekiyordu değil mi? Psikolog olarak mı?
Fatoş: Yoo, hayır. Bu avukat da olabilirdi, psikolog da… Yani belirli bir branşta eğitim alman şart değil. Tabii ki üniversite mezunu olmanı istiyorlar. Yalnızca onun eğitiminden geçmek lazım. Ben çok şanslıydım; çünkü uzlaştırma kavramı burada o sene başlamıştı ve ben ilk eğitim alanlardan biriydim. Ondan sonra eşim iş değiştirdi ve başka bir şehre taşındık. Orda ben rehabilitasyon merkezinde ilk defa geçici olarak çalıştım. Ben yemek yapmayı çok severim ve çok da güzel yaparım. Bir arkadaş işten ayrıldı. Geçici olarak beni işe aldılar. Kişisel idare eğitimi vermem için.
Yani yemek, temizlik, ütü yapma… eğitimi.
Sonra masterıma başladım tekrar. Yine mastera devam ederken başka bir arkadaş işten ayrıldı. Bir müddet yapıp yapamayacağımı tekrar sordular. Ben yine çalışmaya başladım. Yirmi saatten kırk saate çıktı. Kırk saatten elli saate… Dediler ki: “Bu işi yapacaksan bari başvur.” Başvurdum… Kanıma girdi rehabilitasyon.
Eylem: Kişisel idare eğitimi verdikten sonraki göreviniz neydi?
Fatoş: O zaman merkezde değil de kişilerin evlerine gidip eğitim veriyordum. Yaşadığım şehirde o zaman merkez yoktu. Onun için aşağı yukarı dört-beş saat uzaklıktaki evlere gidip ne lazımsa, kabartma yazıdan tut (Braille) baston eğitimine, günlük yaşama, yani ne gerekiyorsa onu öğretiyordum.
Ben Nebrasca’daki rehabilitasyona direktör olarak gelmeden önce aşağı yukarı on yıldır değişik görevlerde çalıştım.
Eylem: Peki, Amerika’da nasıl bir rehabilitasyon sistemi olduğundan biraz bahseder misiniz?
Fatoş: Bir kanun çıkarttı ve dedi ki, “Her eyalet kendi sistemini kuracak ve engellilere eğitim verecek.” Bizim bütçemizin yüzde sekseni federal hükümetten, yüzde yirmisi de eyaletten geliyor.
Bazı eyaletlerde tüm engelliler bir kurumun altında. Yani tüm çalışanlar bütün engellilere hizmet verebiliyor.
Ben aynı zamanda National Federation of the Blind’ın (BKZ: https://nfb.org//) otuz iki senedir üyesiyim. Bizim anlayışımız/inancımız: Körlerin o kadar özel bir eğitime ihtiyacı var ki, rehabilitasyonun ayrı olması lazım; çünkü diğer engellilerin oranına bakılacak olursa biz çok azınlıktayız. Dolayısıyla eğer hizmetleri aynı grubun altına koyarsak arada kaynayıp gidiyoruz. Onun için bilhassa Nebrasca’da ve birkaç eyalette başından beri diğer engelli grupları bir kurumun altındaydı ve körler için ayrı bir rehabilitasyon vardı. Dolayısıyla körlük için özelleştik biz. Aynı zamanda bu kanuna göre; “Eğer körsen körlük kurumundan eğitim alabiliyorsun. Eğer körlüğün yanında ikinci ve üçüncü engelin varsa yine aynı kurumdan alıyorsun.”
Dolayısıyla biz, düşünebileceğin her engelliye hizmet vermek durumundayız. Uzmanlık alanımız körlük olduğu halde diğer alanlar hakkında da çok bilgimiz var; çünkü diyelim ki hem körsün, aynı zamanda da zihinsel engellisin. Eğitimi yine biz veriyoruz.
Otistik ve kör olanlar var, kör ve işitme engelli olanlar var…
Eylem: Nasıl bir eğitim sisteminiz var?
Fatoş: Nebrasca’da bir milyon iki yüz bin kişiyiz. Tüm eyalet. Bir ucundan öbür ucuna arabayla gittiğinde dokuz saat. Tarım ve hayvancılık olduğu için kasabalar arasındaki mesafe çok uzun. Onun için bizim altı ofisimiz var. Her ofiste rehabilitasyon uzmanları çalışıyor ve o ofiste çalışanlar evlere gidip önce orada servis veriyorlar.
Merkezimiz Nebrasca’nın başşehrinde. Apartmanlarımız da var. Diğer dıştaki ofislerimizde görev alan rehabilitasyon uzmanları bizim merkezden yararlanacak öğrencileri varsa merkeze getiriyorlar. İlk başta bir tur veriyoruz.
Eylem: Tur derken?
Fatoş: Uzman arkadaşla öğrenci geliyor. İki saat merkezde neler yaptığımızı görüyor. Merkezdeki öğrencilerle yemek yiyor. Onlarla konuşuyor. Sonunda hizmetimizden yararlanacağına karar verdiğinde ikinci aşama olarak; üç gün boyunca bizim apartmanlarda kalıyor. Öğrenci gibi her gün geliyor sekiz saat, bir başka öğrencinin gözetiminde üç günü geçiriyor. Eğer istediğine tam olarak karar veriyorsa altı ayla dokuz ay arasında gelip her gün sekiz saat ofiste, akşam da üç saat apartmanda, hafta sonu etkinliklerimize katılmak zorunda.
Yani haftalık eğitim dolu dolu kırk beş-elli saat arasında.
Eylem: Peki nasıl bir program var? Mesela ilk gelen birisine önce ne öğretiyorsunuz?
Fatoş: Her gelen öğrenci aynı eğitimi alıyor. Bizde seçme yok. Yani her öğrenci baston eğitimi, Braille, bilgisayar, kişisel idare/apartman yaşamı, günlük yaşam, yemek, temizlik eğitimi alıyor. Aynı zamanda bizim marangozluk atölyemiz var.
Bu atölyede öğrenciler marangozluk öğrenmiyorlar. Orada kendilerine güvenlerinin gelmesini sağlamak için…
Geliyor, elektrikli, bayağı büyük makineleri kullanmasını öğreniyorlar. Sonunda kendi seçtiği bir ahşap eşya yaratıyor, onu alıyor ve evine götürüyor.
Bu yemek masası, kitaplık… ne içinden geliyorsa o olabilir.
Onun için ilk geldiği günden itibaren baston eğitmenimizle veya apartmanda çalışan kişiyle birlikte otobüse binip merkeze gelmeyi, merkezden çıkıp apartmana dönmeyi öğreniyor. Aşağı yukarı yirmi dakikalık bir otobüs yolculuğuyla geliniyor.
Yaşadıkları yerle merkez özellikle ayrı yerde. Yani ilk günden baston eğitimine başlıyor. İlk günden öğlen yemeği için yemek getirmek zorunda; çünkü bizim kafeteryamız yok. Kendi yemeğini kendi yapmalı. Bir sandviç bile olsa, ilk günden onu getirmesi lazım.
İlk günden apartman görevlisiyle birlikte alışverişe gidiyor. Bir-iki haftalık malzemeyi alıyor. Eğer yemek yapmayı bilmiyorsa o zaman mikrodalgada pişirebileceği şeyler ya da sandviçlik malzeme alıyor.
Yemek yapmayı öğrendikten sonra evde değişik şeyler yapmaya başlıyor. Bütün dairelerin tam teşekküllü mutfakları var. Banyo, mutfak, yatma yeri, oturma yeri. Temizliği ve diğer her şeyi de o dairelerde yaşayan öğrencilere ait.
İlk günden itibaren yaşamı öğrenmeye başlıyor.
Eylem: Merkeziniz nasıl bir yer?
Fatoş: Merkezimiz dört katlı bir binanın ilk katında. Binanın ilk katı tamamen bize ait. Biz binanın doğu tarafındayız. Batı tarafında da Lincon’un rehabilitasyon ofisi var. Bahsetmiştim hani, rehabilitasyon uzmanları evlere gidip eğitim veriyorlar, işte onların ofisi…
İki tane mutfağımız var. Gaz mutfağımız ve elektrik mutfağımız. Onların yanında yemekhane var.; ama yemekhanede biz yemek vermiyoruz. Öğrencilerin yemek yapmalarının veya günlük yaşamda her dersin belirli dönüm noktaları var. Bir dönüm noktasında iki üç ay sonra, öğrenci dört-beş kişi çağırıyor yemek alışverişi, yemek ve yemek sonrası temizlik o öğrenciye ait. O sınavları yapmak için yemekhane var.
Eylem: Yani uygulama alanı.
Fatoş: Evet. Aynı sizin evinizdeki yemek salonu gibi… Sofrayı nasıl kuracaksın, nasıl dekore edeceksin, hangi tabakları kullanacaksın… Yani sanki evinde bir parti veriyormuşsun gibi. Yalnızca yemek yapmak değil. Diyelim ki şeker hastası olan bir arkadaşın var veya Müslüman… Domuz eti yemiyor… Nasıl yemek yapacak. Her şeyi başından düşünecek.
Ondan sonra bilgisayarların bulunduğu bölüm var. Beş bilgisayar. Mac bilgisayarından tut, Windows 7, Windows 8… Ne istersen var. Aynı zamanda öğrencilere ait bir odamız var. Orda ayrıca bir bilgisayar var. Öğle yemeğini diyelim ki orada yerlerken maillerine bakmak istediler. Aynı zamanda öğrencilerin apartmanında üç tane bilgisayar var.
Biz bilgisayarlarda ekranı kaldırıyoruz; çünkü bizim bazı öğrencilerimizin, yüzde doksanının görüşü var. Körlerin kullandığı ekran okuyucu programını tam olarak öğrenmeleri için, ekrana bakıp kolaya kaçmasınlar diye ekranları kaldırıyoruz.
Ondan sonra kabartma bölümü var. Kabartma yazmayı, okumayı, tablet (Braille yazma aracına tablet diyoruz) kullanmayı, aynı zamanda Braille not makinesi, kabartma ekran gibi araçlar kullanmayı öğretiyoruz.
Baston eğitiminde, kişi eğitime binanın içinde başlıyor. Ondan sonra binanın etrafı, dört-beş blog ötedeki alışveriş merkezine, sonra otobüse binip şehir merkezine gidiyor. Hatta arzu ederlerse yedi-sekiz-dokuz ayın sonunda onları başka bir şehre tren veya otobüsle gönderiyoruz. Yani başka bir eyaletteki şehre… Orada bir-iki gün kalıyorlar. Tren, metro gibi araçlara biniyorlar. Oraları keşfettikten sonra geliyorlar.
Eylem: Onu nasıl kontrol ediyorsunuz? Bir-iki gün bir rehabilitasyonda mı kalıyorlar, yoksa…
Fatoş: Yok, otel ayarlıyorlar. Diyoruz ki, “Üç tane yer bulun görmek istediğiniz.” O üç yerden bize bilgi getiriyorlar. Mesela bir kartpostal, gittiklerine dair…
Biz baston öğretirken her ay, dolayısıyla dokuz ay kalırlarsa dokuz kere, öğrencilerimizi arabaya koyuyoruz. Bütün öğrencilerimize eğitimin başından beri görüşlerini kullanmasınlar diye maske taktırıyoruz.
Tam körsen maske takmıyorsun; ama ışığı dahi görüyorsan maske takıyorsun sekiz saat boyunca.
Bu maskeli öğrencileri arabaya koyuyoruz… Otoparkta dolaştırıyoruz… Girip çıkıyoruz ki yönlerini kaybetsinler. Bir yere götürüyoruz. Sonra kapıyı açıp “Buyur arkadaş,” diyoruz…
Diyelim ki üçüncü ayında, önceden gittiği bir yere götürüyoruz. Diyoruz ki, “Üç tane soru hakkın var, merkeze geri gelmek için.”
Altıncı ayda yabancı bir yere götürüyoruz ve iki soru hakkı olduğunu söylüyoruz…
Eylem: Sorularını kime soruyorlar?
Fatoş: Sokakta, kaldırımda yürürken rastladığı birisine ve: bir yanımdaki sokak hangi sokak? Önümdeki kesişen sokak ne?” gibi sorular soruyor. Birisini bulamadığında bir dükkâna soruyor.
Eylem: Peki nasıl denetliyorsunuz?
Fatoş: İki-üç araba geziyor ve gözlüyor… Ve sonunda merkeze geliyorlar. Otuz senedir bir kişiyi bile kaybetmedik. Hepsi bir şekilde geri dönüyor. Bir de biz “Hava soğuk veya tipi var, kar var aman çıkartmayalım.” demiyoruz. Eğer Nebrasca’da yaşayacaklarsa karda eğitim görmek mecburiyetindeler; çünkü karda baston eğitimi hakikaten değişik bir eğitim.
Eylem: Evet, ben hala yürüyemiyorum karda.
Fatoş: Ama İstanbul’da alışık değiliz. Burada öyle değil. Burada bir kar yağdı mı iki ay kalıyor yerde. Onun için karda özellikle çıkarıyoruz öğrencileri…
Bu sınırlı soru sorma meselesini ben sadece kör olanlar için konuştum. Mesela biri hem kör hem de zihinsel engelli. Onun eğitimi tabii farklı oluyor. İstediği kadar sormasına izin veriyoruz ona. Mühim olan onun geri gelmesi. Ben size averajları verdim; ama her kişinin eğitimi özel. Yani herkesi ihtiyaçlarına ve neler yapabileceklerine göre eğitiyoruz.
Eylem: Peki eğitimi gruplar halinde mi yoksa kişiye özel mi veriyorsunuz?
Fatoş: Ya iki ya üç kişi var gruplarda. Üç kişiyi geçmiyor.
Eylem: Grupları engel düzeylerine göre mi belirliyorsunuz?
Fatoş: Yok, ben belirliyorum. Hangi alanda boş yer varsa oralara yerleştiriyoruz; çünkü bir eğitim döneminde kontenjan on bir-on iki kişi oluyor ve herkes iki saat baston, iki saat günlük yaşam, iki saat marangozluk, bir saat kabartma, bir saat bilgisayar eğitimleri alıyor. Onun için her derste iki-üç kişi oluyor.
Diyelim ki şekerli bir arkadaş var, onların baston eğitimini ya ilk saate koyuyoruz ya da öğle yemeğinden sonra; çünkü şekerleri düşüyor. Bunları bildiğimiz için sorun olmuyor.
Diyelim ki biri var, hava sıcaklığı etkiliyor. Onun için onu burada en sıcak olan zamana özellikle koyuyoruz.
Eylem: Zihinsel engelli bir körü eğitemediğiniz oluyor mu?
Fatoş: Baklava yapamıyor; ama mikrodalgada pişiriyor. Düdüklü tencerede yemek yapıyor. Diyelim ki kabartma yazı. Belki kısaltmaları öğrenemiyor (Braille yazı çok fazla yer kapladığı için bazı heceler ve kelimeler bazı nokta kombinasyonlarıyla bir ya da iki karakter halinde kısaltılır) fakat alfabeyi, yazmayı ve okumayı öğrenebiliyor. Belki tek başına soru sormadan A’dan B’ye gidemiyor; ama her on dakikada bir birisine sorarak istediği yere gidebiliyor.
Bizim en önemli farkımız beklentiyi yüksek tutmamız; çünkü beklentiyi yüksek tutup geride kalabilirsin; ama beklentiyi az tuttuğunda onu aşıp ileriye gidemiyorsun.
Bizim uzmanlar olarak beklentimiz olmazsa öğrencinin hiçbir beklentisi olmuyor zaten buraya geldiğinde.
Ben çok uzun zaman boyunca Braille öğrettim. Şekerliler geliyorlar: “biz duyduk ki şekerliler kabartma yazı öğrenemezler.” “Vallahi, ben bunu size öğreteceğim. Ya parmağınızı kullanırsınız ya dilinizi… Siz bilirsiniz.” diyorum.
Öyle bir havayla girdiğim vakit tamam; ama diyebilirim ki: “AA, evet ben de şekerliyim, ben de yapamıyorum…” O havaya girince öğrenci de o havada zaten, bu kez kesinlikle öğrenemiyor.
Eylem: Ben de yaşadığım için özellikle merak ediyorum da; diyelim ki biri hem kör hem de belli bir işitme engeli var. Bir kulağı duymuyor ve işitme cihazı kullanıyor. İşitme cihazı kullanan birisi kullandığı kulağından mesafe bilgisini alamıyor. Mesela benim sağ kulağımda var, sağ tarafımda sanki insanlar üst üsteymiş gibi bir algım oluşuyor. İşitme cihazı şeklinde özel konuşmayayım; ama bazı cihazların kapasitelerini ölçerek onu bilip ona göre davranabilme eğitimi verebiliyor musunuz?
Fatoş: Tabii ki on seneye göre cihazların kapasiteleri de arttı. Onun için çoğunlukla biz cihaz gerekiyor ise uzmana gönderiyoruz. Uzman bakıyor ve cihazı veriyor. Ondan sonra bizim işimiz o cihazı arkadaş nasıl kullanıyor, ona bakıyoruz; çünkü herkesin kullanma şekli başka. Bazısı yalnızca konuşmada kullanıyor. Bazısı dışarı çıktığı vakit kullanıyor. Onu gözlüyoruz ve yalnızca cihazla kalmıyoruz. Bizim için önemli olan engelleri aşmak. Yani eğer A’dan B’ye gidebiliyor; ama tam ortada dört şeritlik bir yol var. Yani her şeyi geçiyor; ama o yola geldiğinde trafikten dolayı rahatlıkla karşıdan karşıya geçemiyor. O zaman diyoruz ki, “Bakalım acaba oraya giden bir otobüs var mı? Otobüse bin, o caddeyi geç in. Eğer onu yapamıyorsan, bekle birisi karşıdan karşıya geçerken birlikte geçmeyi öner…” Yani her şeyin bir çözümü var.
Biz aynı zamanda tam kör ve tam sağır arkadaşlara baston eğitimi veriyoruz. Diyelim ki bir caddeden geçmek istiyorlar, onların trafiği dinleyip geçmelerine imkân yok. Onun için ellerinde kartları var. Aynı zamanda bunu kabartma olarak yazıyoruz ki hangi kartı kullandığını bilsin. Kartı gösteriyor; ama bunu gösterdiğinde yanından biri geçiyor mu onu da bilmiyor; çünkü duymuyor. Kart elinde, köşede duruyor. Kartta: “Ben kör-sağırım, karşıya geçmek istiyorum, yardım edebilir misiniz?” yazıyor.
Ben otuz iki yıldır rehabilitasyon içindeyim, daha bir sorun görmedim ki çözümü olmasın. Biz öğrencilerle gece bilardo oynamaya gittik mesela… Ben resim yapmaya başladım ve resim öğretmenim de kör.
Eylem: Ben de rehabilitasyona gitmiştim. İstanbul’da. Bana Baston eğitimi veren hocam, “Ben seni eğitemem, sen az duyduğun için bir yerden bir yere kendin gidemezsin,” demişti; ama şimdi rutin olarak İzmir’den Manisa’ya gidip geliyorum. Kısa bir yol belki; ama sonuçta şehir değiştiriyorum ve kendim yapıyorum bunu. Yardım istediğim oluyor tabii. Karşıya geçerken hep başka biriyle geçiyorum; çünkü çok yanıltıcı olabiliyor mesafeler…
Bir de ben ilkokul dördüncü sınıfa kadar az duyduğumu bilmediğimden önlem alamadım. Dolayısıyla zihin haritamda bir eksiklik oldu. Az gelişmişlik diyebilirim. Çok fazla üç boyutlu düşünemediğim oluyor. Yani çift taraflı; ama elimden geldiğince geliştirmeye çalışıyorum.
Fatoş: Yalnızca sende olmuyor o. Ben onu görenlerde de çok görüyorum. Onun görmeyle pek alakası olduğunu zannetmiyorum. Olabilir de tamamen görmeyle alakası olduğunu zannetmiyorum.
Eylem: Evet. Hatta bu kalıtsal bile olabilir bir yere kadar; ama ben geliştirmeye çalışıyorum. Mesela ben lisedeyken boş bir arazi vardı okulun önünde. O boş araziyi bir türlü geçemezdim. Üç yıl boyunca da geçemedim kendi başıma.
Fatoş: İşte biraz değişik düşüneceksin. Diyelim ki o boş araziye altı-yedi tane tuğla koyabilirdin…
Eylem: Haklısınız… Şöyle oldu. Manisa’da çalıştığım okulun karşısında da bir boş arazi var şans eseri… Çok benziyor eskisine. Sanki bir şekilde nanik yaparcasına tekrar çıktı karşıma.
Sonra ben, çok ilginç bir şekilde bu araziden hiçbir şey yapmadan geçebiliyorum artık. Ayak hafızasına güvenerek yaptım…
Nasıl olduğunu, nasıl yapabildiğimi algılayamıyorum; ama yapıyorum. Ayak hafızama güvenmeyi öğrendim çünkü.
Fatoş: Mesela benim evimin dışındaki balkona ben rüzgar çanları koydum. Elbette ona tam güvenemiyorum; çünkü rüzgâr olmadığında çalmaz, ama rüzgar olduğunda kaç tane ev geçmişim düşünmeme gerek kalmıyor.
Diyelim ki havuzdasın. Koy bir radyo merdivenin oraya, çıkmak istediğinde radyoya doğru yüz…
Mesela on dairelik bir apartmanımız var öğrencilerin yaşadığı, dışarısının ve içerisinin temizliği öğrencilere ait. Dışardaki holde ara ara prizler var. Şimdi tüm holü dolaşıp elini aşağı tutup prizi bulabilirsin; ama öğrenciler duvarlara, tam ellerinin hizasına birer nokta koydular prizi işaretleyen. O noktayı buluyorsun, elini alta kaydırıyorsun ve prizi buluyorsun.
Eylem: Peki Türkçe ya da İngilizce bir kitap yazmayı düşündünüz mü? Mesela bağımsız hareket üzerine yeni yazılmış bir kitap var. Henüz o kitabı okuma fırsatım olmadı; ama siz kör olmasının yanı sıra çok engelli insanları da çalıştırdığınız için çok iyi olur. Kendisine yöntem arayanlar, Amerika’ya gidemeyecek insanlar için birebir… Mesela bana yardım edemeyeceklerini söylediler. Kendim bir şeyler yapmaya çalıştım.
Fatoş: Eylem! Ben işte ona çok kızıyorum! Kızdığım şey sana “yapamazsın” demeleri. Yani herkes çözüm bulur. Bak sen de kendin çözüm bulmuşsun. Rehabilitasyona kimsenin gitmesine gerek yok aslında. Yani rehabilitasyonun iyi olmasının nedeni, bazı şeyleri biz biliyoruz, sen üç sene düşüneceğin yerde biz sana altı ayda bunları veriyoruz.
Biz diyoruz ki, yapılmış şeyi bir daha niye yapasın. Bulunmuş şeyi bir daha niye bulasın. Biz teknikleri bulmuşuz, toplamışız sana veriyoruz. Sen kendin niye o kadar arayasın?
Rehabilitasyonun ikinci yararı da ben rehabilitasyon eğitimi almadan önce, duygusal olarak kendimi çok yalnız hissediyordum. Diğer arkadaşlarla konuştuktan sonra ben esas körlüğümü anlamaya, onun üzerinde durmaya başladım.
Benim için önemli olan kişilerin neler öğrendikleri değil. Önemli olan kişilerin ruhsal durumları ve onlara “YAPABİLİRSİN!” denmesi.
İşte Türkiye’deki rehabilitasyon uzmanlarına öğretmek istediğim bu. Herkes öğretir, herkes öğrenir; ama motive etmek çok zor. Hakikaten körlüğe inanmak çok zor. Biz Türkiye’de eğitim veriyorduk. Bizim programlardan birisi de öğretmenleri eğitmekti. Onlara uçurtma yapmasını öğretiyorduk. Ondan sonra da uçurtma uçuruyorlardı. master seviyesindeki bir görme engelliler öğretmeni ki her halde halen körlerle çalışan arkadaş dedi ki: “Ben körün uçurtma uçuracağına inanmıyorum.”
Düşün, o öğretmen körün uçurtma uçuracağına inanmıyorsa daha nelere inanmıyor. Uçurtma uçurtmak ne demek!
Eylem: Ben uçurmuştum; ama uçurtma yapmadım.
Fatoş: Ben de yapmadım. Ben görüyorken yapmadım. Mesele buna bile inanmayan arkadaşlar daha nelere inanmıyor! Eğer bir kitap yazarsam onun üzerine yazmak istiyorum. Kör kişileri köreltiyorlar tutumlarıyla. Şu var: Gören bir gence: “Sen bunu yapamazsın” denildiğinde o bunu her zaman duymadığından, diğer çevrelerden de desteği olduğundan sorun olmuyor çoğunlukla. Biz körlerde böyle değil. Bizim çevremizde herkes sözleşmiş gibi “yapamazsın,” diyor. “Aman bunu yapma, şunu yapma…” diyor.
Bir de bunu rehabilitasyon uzmanından, öğretmeninden duyuyorsan tabii ki seni etkiliyor.
Eylem: Bir gazetede sizin bir röportajınızı okumuştum: “Türkiye’de iki tane rehabilitasyon merkezi var ve bu sayı çok az,” demiştiniz.
Fatoş: Evet. Düşün, benim dediğim zaman elli milyonduk. Şimdi seksen milyonuz, hala iki tane var. Burada iki yüz yirmi milyon nüfus, seksen yedi tane de rehabilitasyon merkezi var.
Şu da var Eylem. Rehabilitasyonun olmamasının yanı sıra Türkiye’de rehabilitasyon uzmanı yok. Bina açarsın; ama içinde uzmanın körlere inancı yoksa bir şey ifade etmiyor.
Benim en büyük amacım, arzum: bir uzmanlık bölümü olması. Yani ABD’de bir üniversitede uzmanlık bölümü açmamız. Şöyle düşünüyorum. Muazzam olur bence:
Aynı üniversitede bir merkez açacaksın. Körlük merkezi…
Açtığın uzmanlık bölümüne her uzman o körlük merkezinde dokuz ay maskeli olarak öğrencilerle aynı eğitimden geçecek.
Biz burada öyle yapıyoruz. Ne kadar master seviyesinde veya doktora seviyesinde uzman ol, bizim müesseseye gelip çalışmak istiyorsan altı yüz saat maskeli kör veya değil, maskeli eğitim görmek zorunda. Eğer sekreter olmak istiyorsan altı hafta; ama sekreterlikten başka çalışanlar dört ay maskeli eğitim görmeli.
Eylem: Empati kurabilmesi için mi? Yoksa…
Fatoş: Empati kurabilmesi için değil. Şu var Eylem. Bence empatiyi kuramıyorsun.
Eylem: Evet! Ben de bu gerçeği sizin ağzınızdan duymaları için özellikle sordum.
Fatoş: Şöyle diyeyim: Bir erkeğe diyelim, üç ay elbise ve topuklu ayakkabı giydirdin. Onun kadına empatisi artıyor mu? Hayır. Adam biliyor ki, günün sonunda maskesini çıkartacak, arabasına binip gidecek.
Maksat empati değil. Bizim arzumuz körlüğe inanması ve: “Tamam, ben dört ayda Fatoş gibi kabartma okuyamıyorum; ama bunu her gün yaparsam Fatoş gibi kabartma okuyup bilgisayar öğrenip bastonla istediğim her yere gidebilirim.” demesi.
Çünkü biz rehabilitasyon uzmanları olarak aslında satıcıyız. Bizim görevimiz satıcılık. Bizim sattığımızsa körlük. Ben körlüğü her gün öğrencilerime satıyorum. Dışardan gelen turlara, işverenlere… satıyorum.
İyi bir satıcı sattığı malzemeye inanmalıdır.
Eylem: Peki eğitimi bitirdikten sonra öğrenci herhangi bir danışmanlık alıyor mu?
Fatoş: Öğrenci bizim kurumda… Yani bizim merkez kurumun bir parçası. Diyelim ki başka şehirden geldi: Bahsettiğim o altı tane ofis vardı, onlarda başlıyor, bizim merkezi bitiriyor. Bizim merkezi bitirdikten sonra esas planı olan işini seçiyor. Bizim kuruma girdiğinden itibaren tüm öğrencilerimizin planı ne tür bir işe gireceklerini belirlemek.
Yani bütün rehabilitasyonların amacı kör öğrencileri işe sokmak. Zaten federal hükümet onun için para veriyor bize.
Diyelim ki on sekiz yaşında bir arkadaş. Normalde planı merkezimizde eğitim gördükten sonra üniversiteye gitmek. Bizim kurum üniversite masraflarını ödüyor ve kullanması gereken araçları alıp kullanmayı öğretiyor bu arada… Üniversiteden sonra da işe girmek.
On dört yaşında her kör bizim kuruma başvurup öğrenci olabiliyor. Merkezin demiyorum, genelde kurumun…
Bazı öğrenciler aşağı yukarı on-on iki yıl bizim kurumun üyesi olabiliyor. Lise hayatını bizim rehberliğimizle geçiriyorlar bazıları.
Diyelim ki üniversiteyi bitirdiler, master yapmak istediklerinde mastera gönderiyoruz. Ondan sonra işe giriyor. İşe girdikten ve para kazanmaya başladıktan dört ay sonra onun kurumumuzda olan öğrenciliğini bitiriyoruz artık.
Bütün yapılan masraflar federal hükümet tarafından karşılanıyor. Geri ödeme olmuyor.
Eylem: Peki Türkiye’den hiç uzman gelmedi mi size? Ben nasıl bir eğitim vermeliyim diye?
Fatoş: Bizim merkezimiz eyalete ait olduğundan başka eyaletlerden gelen biri bile para ödemek zorunda. Aylık 5.200 dolar. Kolay değil dokuz ay kaldığınızda yapacağınız masraf yaklaşık 50.000 dolar olacak.
Eylem: Siz Türkiye’ye geldiğinizde nasıl bir eğitim veriyorsunuz?
Fatoş: Biz üç kere geldik. İlk geldiğimizde herkesi davet ettik. Yani kör, gören… Aşağı yukarı elli-altmış kişiye eğitim verdik iki hafta boyunca.
İkincisinde daha çok kör arkadaşlara eğitim verdik.
Üçüncüsünde öğretmenlere yani gören ve kör uzmanlara… Ya da körlükle ilgili bir alanda çalışanlara eğitim verdik.
Eylem: Ne tür eğitimler verdiniz?
Fatoş: Makyajdan, marangozluğa kadar. El işinden bilgisayara ve bastona kadar ne varsa öğrettik. Hatta egzersiz yapmak yemek yemek… Yani ne düşünüyorsan…
İki hafta içinde hepsini verdik. Tadımlık olarak verdik; fakat her gün aşağı yukarı bir buçuk saat körlük felsefesi eğitimi verdik. Esas önemli olan oydu ve ben hala arkadaşlarla yazıştığımda Türkiye’ye gelip arkadaşları gördüğümde etkisini görüyorum. Yani o iki haftada demek ki çok etkilemişiz.
Eylem: Peki diyelim ki bir proje yazılsa böyle bir şeyi bir daha yapar mısınız?
Fatoş: Tabii. Hala bir grubumuz var. Hala bir proje yapılsa hepimiz gönüllü olarak geliriz. En güzeli İstanbul’un dışında yapmak; çünkü İstanbul’a üç kere geldik. Benim hep içimde ukdedir: Her şey İstanbul’da oluyor. Neden diğer şehirlerde olmasın…
Eylem: Böyle bir projeyi yapmak için insanlar size nasıl başvurabilir?
Fatoş: Benim bütün iletişim bilgilerime ulaşılabilir. Sende var. Herkese verebilirsin… Türkiye benim vatanım. Benim gibi burada çok var. Benden çok daha iyi olan kişiler var. Benim de eşimin de otuz-otuz beş senede belirli bir birikimimiz var. Bunu aktarmak isteriz. Aktaracağımız kişiler kör olabilir ya da liderler olabilir. Bizim en büyük arzumuz, birkaç kişiye verelim ondan sonra onlar birkaç kişiye daha versin…
Eylem: Öğretim zinciri gibi…
Fatoş: Evet! Hakikaten bir kişi tek başına yapamaz bunu. Ben yetiştirdiğim tüm öğrencilere onu söylüyorum: Beni mutlu edecekseniz benden iyi olun. Beni geçin. Eğer bizi geçmezlerse zaten bir anlamı yok ve mutlaka birkaç kişiye dokunun. O çok önemli.
Eylem: Kesinlikle o çok önemli. Mesela siz söylemeseydiniz ya da ben araştırmasaydım Türkiye’de böyle bir şeyin yapıldığını bilmezdim. Bu Türkiye’de neden yayılmamış mesela?
Bbir projemizden bahsetmek istiyorum size. Biz iki arkadaş, ben ve Murat Kefeli, http://koruz.biz
Diye bir site yaptık ve bu sitede körlerin yararlanacağı bazı ipuçları var.
Ben bastonuma bisiklet zili taktım. Neden taktım; çünkü “pardon” demekten bıktım ve bisiklet zilini çalarak insanların önümden çekilmelerini sağlıyorum. Diyelim ki bunu yazdım o siteye. Ya da sizin havuzdan çıktığınızda yaptığınız şeyi yani eşyalarınızın yanına radyo koyma meselesini Murat yazmış. Aklın yolu bir… Bu ipuçlarını o sitede birleştiriyoruz şimdi.
Moda kategorisi bile var insanlar bu tür şeyler paylaşmak ister diye…
Fatoş: Tabii ki. Ben de makyajımı kendim yapıyorum. Ojemi kendim sürüyorum; çünkü ABD’de kuaför fiyatları çok yüksek. Türkiye’de olsaydım belki bunları öğrenmeye gerek görmez, doğrudan doğruya kuaföre giderdim.
Eylem: Evet. İhtiyaç-talep meselesi…
Fatoş: Aynen. Onun için, annem tamamen gören bir insan, hayatında baklava yapmış bir insan değil. Ben burada yapıyorum; çünkü baklava bulamıyorum.
Bazı şeyleri mecburen, ihtiyaçtan dolayı öğrendim. İyi de oldu.
Resim yapmayı öğrenmeye başladım. Ders alıyorum.
Eylem: Yağlı boya mı?
Fatoş: Akrilik boya. Öyle bir boya ki kurumadan çıkabiliyor; ama kuruduktan sonra çıkmıyor.
Ama ben dokunulan resim yapıyorum. Mesela üç tane resim yaptım. Bir tanesi bitti, diğerlerini hala yapıyorum. İlk yaptığım resim deniz manzarası. Bunun için kum alıp boyayla karıştırdım. Üzerine minicik minicik deniz kabukları alıp yapıştırdım. Maviye boyadım ve stretch filmi biraz kırıştırırsan ve üzerine koyarsan aynı dalga gibi görünüyor. En üstü de gök mavisi, onun üzerini suyla kırmızıyı karıştırırsan, yana doğru eğip kaldırırsan daha açık renk oluyor. Güneş ışığı…
Yani dediğim gibi bütün resme dokunabiliyorsun. Bu resmi yapmak çok zevkli. Bir dahaki resmimin adı “Benim Tabağımdan.”
Bulgur, mercimek, pirinç ve arpa şehriyesi kullanacağım. Mesela çiçek yapacağım. Mercimeği sarıyla karıştırıp onu çiçeğin ortasına koyacağım. Arpa şehriyelerini çiçeğin yaprağı olarak kullanacağım…
Eylem: Ben de delgeç kalıntıları olur, yuvarlak yuvarlak, onları bir kâğıda yapıştırarak kelebek yapmıştım.
Fatoş: Ben resme çok merak saldığım için…
Bu arada buradaki müzelerle de çalıştım ben. Müzeleri nasıl körlere açabiliriz diye.
Eylem: Ben de müzeler hakkında bir rapor hazırlamıştım. Üyesi olduğum Engelsiz Erişim Derneği’nin Engelsiz Erişimli Saatler adlı radyo programından yurtdışında da benim hep istediğim şeylerin yapıldığını öğrendikten sonra aklın yolu bir dedim ve bakanlığa ulaşabilecek kişinin de cesaretlendirmesiyle kendimi cesaretlendirerek bir rapor hazırlayıp Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ulaşabilecek birine gönderdim.
Fatoş: Burada da ben uzun müddet birkaç müzeyle çalıştım. Bizim merkezin bütün duvarlarında kör arkadaşların sanatları var. Hatta asılı olan eserlerin yanlarında mürekkep yazı, kabartma yazıyla yazılmış sanatçıların hayatları var. Aynı zamanda qr kod diye bir şey var duydun mu bilmiyorum. qr kodla onlar akıllı telefonlarla da tüm bilgileri alabiliyorlar.
Eylem: Çok mantıklı! Peki, körler qr kodun orada olduğunu nasıl biliyorlar?
Fatoş: Müzelerden insanlar geliyorlar. Bizim qr kodlara bakıyorlar. Dediğin çok doğru. Qr kodların tüm müze vb. yerlerde aynı yerde olması lazım ki bizler bunları rahatlıkla bulup resimlerini çekebilelim. Bizim merkezde her odanın yanında kabartma ve mürekkep baskıyla tabelalar bulunur. Mesela benim odamın dışında “direktör” yazıyor. Hemen onum altına qr kodunu bir kartonun üzerine yapıştırdık ki elinle rahatlıkla bulup telefonların kameralarını hizalayasın.
Eylem: Türkiye’de de elektronik rehberler var; ama hangi camekânlarda rehberin hangi menüsüne bakacağıma dair, yani hangisine karşılık geldiğine dair kabartma bir uyarı yok; ama qr kod olsa ve her camekânda belli bir yerde olsa sorun çözülürdü.
Fatoş: Evet. Diyelim ki camekânın sol üst köşesine koyuyorsun…
Ama işte bilmiyorlar. Ben müzeler konferansına katıldım. Bir bölümü de qr kodla anlatılıyordu. Qr koda gidiyorsun: “Şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz…” diyorlar; fakat tüm yaptıkları görenler için. Kalktım dedim ki:
“Bu muazzam bir olay; ama bunu körler için yapsanız muazzam para alırsınız. Proje yazıyorlar çünkü. Dedim ki:
“Qr kodu herkes kullanıyor; ama projeyi körler için yazın çok para alırsınız.” Onlar da “tabii yapalım,” dediler. Yani satış da lazım. Hangi kör müze konferansına gider? Biz bazen katılmadığımız için sesimizi duyuramıyoruz.
Eylem: Kesinlikle haklısınız. Ben müzedeki eserlerin maketlerinin de yapılmasını çok istiyorum.
Fatoş: Onu yapabilirsiniz. Bir proje hazırlayabilirsiniz. Burada Lincoln’daki müzeye yarışma açıyor ve bilinmeyen sanatçıların katılmalarını istiyor. O sanatçılar maket yapıyorlar. İlk üçe girene ödül veriliyor; ama amaç müzeye görmeyenler için maket kazandırmak tabii.
Sonuçta herkes yarışmaya katılmayı arzu ediyor adı duyulsun diye. Ya da üniversitelerin güzel sanatlar bölümlerinde de böyle bir yarışma açılabilir. Ya da maketle heykelle ilgili bölümlerde bir sene, bir projesi bir müzedeki eserlerin maketlerini yapmak olabilir.
Eylem: Zaten bu aralar özellikle bir sürü proje hazırlanıyor. Bu projelerden birisi de bu olabilir.
Fatoş: Tabii, duydun, belki de gittin. Karanlıkta yemek projesi hakkında ne düşünüyorsun?
Eylem: Ben gitmedim; ama röportajlarını dinlemiştim. Röportajda ilk dediği şey: “Biz bu işi görmeyenlerle empati kurmanız için yapmıyoruz. Diğer duyularınızın farkına varmanız için yapıyoruz.”
Mesela oraya giden bir gurme tavuk etini dana eti zannetmiş.
Fatoş: Peki bu iyi bir şey mi? Ne anlam çıkarttın sen bundan Eylem?
Eylem: Diğer duyu organlarımızı kullanmadığımız için, sadece gözümüzle karar verdiğimiz için diğer duyu organlarımıza vermemiz gereken değeri hatırlatmak amacı…
Fatoş: Aynı zamanda diyor ki: “Dana etiyle tavuk etini ayırmak bir kör için güçtür.”
Eylem: Onu tam demiyor aslında; çünkü garson kör. Binaya girer girmez onların rehberleri kör insanlar oluyor.
Fatoş: Bak ben şunu söylüyorum… Neden buraya geldim: Bu proje ilk başta Fransa ve Almanya’da başladı. Ben bir sürü yazı okudum gidenlerin ağızlarından. Çoğu körlüğün ne kadar kötü bir şey olduğunu söylüyor. “Ben kör olsam kesinlikle hiçbir şey yapamam. Şarabı döktüm. Etimi yemeye başladım; ama tabağımda bir şey bulamadım…”
Bizler bu tür şeyleri yıllarca yaptığımız için alışkınız; ama mesela ben ilk kör olduğumda çatalı bıçağı nasıl kullanacağımı bilmiyordum.
Yani çoğunluğun yazdığı körlüğün ne kadar zor, kötü, zahmetli… olduğunu.
Ben Türkiye’deyken Nuri Kaya gelip benimle konuştu. Ben dedim “Yapmayın bunu; çünkü bu Amerika’da da var ve bu körlere hakikaten çok zarar veriyor.”
Mesela ben öyle bir proje yapacak olsam, aynı bunun gibi bir restoran, yine körler rehber; fakat ortalık aydınlık.
Yine körler garson ve her masada bir-iki tane şahane giyinmiş, çok iyi körlük eğitimi görmüş kişiler olurdu.
Eylem: Çok mantıklı!
Fatoş: Ve körlüğün hakikaten alelade, sıradan bir şey olduğunu, körlerin de garsonluk yapabileceklerini, körlerin de iyi giyineceğini, körlerin de çatal-bıçak kullanıp gayet rahat yemek yiyebileceğini… gösteririm.
Proje yazmak kolay bir şey; ama o projeyi yazdıktan sonra sonuçlarını da hesaba katmak gerekiyor. Körlüğe yararı oluyor mu olmuyor mu?
Bir de şu var: Yazılacak projelerin bizden gelmesi lazım. Yani gören birinden değil.
Ve körler, “bu zararlı bir proje,” dediyse bunun yapılmaması gerekiyor. Her kesim için geçerli bu…
Beklentileri bu Eylem! Bizden beklentileri hayatımızın ne kadar zor olduğunu göstermemiz! Ve ispatlıyor da… Bu proje onu ispatlıyor. Zaten kafalarında o var. Yani bir kör bize yol gösteriyor diye düşünmüyor oraya girdiğinde. Bıçağını bulup etini kesemediğine yoğunlaşıyor.
Eylem: Gerçekten tamamen haklısınız!
İzmir belediyesiyle bir defalığına bir projemi gerçekleştirmiştik. Bir anaokuluna gidip çocuklara Braille kitap okuyup sordukları soruları cevaplandırmıştık geleceğe önyargısal yatırım yapmak için…
Çocuklardan birisi kapıyı nasıl açtığımı sorduğunda ben de gayri ihtiyari: “Sen nasıl bakmadan ayakkabı giyiyorsan ben de öyle yapıyorum,” demiştim. Bakmadan bir şeyleri yapmak kolay oluyor demek istemiştim yani. Çocuk hemen denedi, ayakkabısının cırtcırtının sesini duydum…
Belki de çok büyük bir riske girdim. Bazen çok da düşünmek gerekiyor bir cevap verirken değil mi?
Fatoş: Evet; fakat her halde ben de ona yakın bir cevap verirdim Eylem. Çocuklar bana da soruyorlar: “Nasıl giyiniyorsun?” “Aynı senin gibi,” diyorum.
Ondan sonra onlara diyorum ki: “Sen de bakmadan bazı şeyleri her halde yapıyorsundur. Mesela her halde aynaya bakarak dişini fırçalamıyorsundur…”
Aynı senin gibi dedikten sonra mutlaka açıklaman gerekiyor. Eğer öyle bırakırsan hiç yeterli olmuyor.
Eylem: Yetişkin insanlarla çocuklar arasında çok büyük bir fark var bu konuda.
Fatoş: Muazzam! Bayılıyorum çocuklarla çalışmaya. Akıllarına ne geliyorsa soruyorlar!
Bir de bir şey daha dene:
Kart al ve kartların üzerine kabartma alfabeyi yaz. Altına da kabartma olarak iki-üç tane cümle yaz. Onu okumaya çalışsınlar… Ve anlayacaklar ki hakikaten aynı düzyazı mantığıyla…
Hiçbir farkı yok mantıksal olarak.
Yalnızca sen okuyunca onlara sadece bir fikir gibi geliyor… Anlatabiliyor muyum?
Hâlbuki onlar da kendileri yaparsa anlıyorlar ki, bunda hiçbir zorluk yok. Bizim a harfi böyleyken bunların da bir tane noktayla yapılıyor işte…
Eylem: İnanın, çok samimi söylüyorum çok verimli bir röportaj oldu. Her şey için teşekkür ederim.
Fatoş: Rica ederim, benim için de verimliydi…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.