bihterbilir59@hotmail.com
Arkasında yeşil alan olan balkonda yakaları fistoyla süslenmiş açık omuzlu bluzuyla gülümsüyor. Açık kumral saçlarına güneş gözlüğü takmış.
YAZAN: Bihter BİLİR

Yıllar öncesinden günümüze kadar ayakta kalmış iki katlı bir ev. Artık elden çıkarılma zamanı gelmiş. “Yaptığımız temizlik kendini göstermiyor. Bu evin yerine yenisi yapılmalı” diyen evin kızları. Onlara direnmeye çalışsa da sözünü dinletemeyen büyükanne. Aslında kızlar da haklı diye düşünse de içi paramparça. ‘Geçmişim’ diyor. Ev satılmış. Yeni bir eve geçme telaşı içinde herkes. Eşyalar kırık camlar gibi etrafa saçılmış. Herkes telaş içinde ben de oradan oraya koşturuyorum.
Kiler dediğimiz boş odada bir yüklük var. Dolap kapağının altında ise ikinci bir bölüm daha. Çocukken annemin o bölmeyi söylene söylene temizlediğini ve kendisi için bir anlamı kalmamış, işe yaramayanları ayıklayıp attığını anımsıyorum. Eşyaları atarken de bir kısmını anneanneme göstermeden, gizlice yok ettiğini de unutmuyorum. Onları neden anneanneme göstermediğini sorduğumda; "Gerek yok, işe de yaramıyor, görse attırmaz zaten" dediğini de…
Bir gün annemin, dolabın alt tarafından, sedefleri yer yer dökülmüş, kilidi kırılmış ve bir kulpu eksik küçük bir sandığı çekiştirerek çıkarttığını görüyorum. Dökülen sedeflerden kalan boşluğun keskin uçları, annemin elini kesiyor. O uzaklaşınca ben sandıkla baş başa kalıyorum. İçimde tanımlayamadığım bir heyecan ve ondan daha da baskın olan bir hüzün var. Yaşımın belleğine saklanan bir hüzün bu. Ah keşke, bana ait bir evim olsa da bu sandığı -küçük olduğu için kendi aramızda çekmece dediğimiz bu kutuyu- yanımda götürebilseydim diye düşünüyorum.
Çünkü annem sandığı çöpe atma konusunda kararlı görünüyor. O sırada terliğini sürüye sürüye gelen anneannemin titreyen sesiyle irkiliyorum. "Ne kalmış ki içinde? Her şeyi attılar zaten diyor." Sonra yanıma oturuyor. Bir mabedin kapısından içeri girer gibi usulca kapağını açtığımız sandıktan alışık olmadığım ama eski zamana ait bir güzelliği hissettiren bir koku yayılıyor etrafa. Sanki geçmiş önümüzde açılmış gibi etrafımız aydınlanıyor. Küçük zarf içinde sararmış fotoğraflar, küçük teneke kutuların içinde-adını sonradan öğrendiğim-zerdeçal, zencefil ve havlican kökleri çıkıyor.
Onları usulca alıp, yeleğinin cebine saklayan anneannem, bir başka kutuda, el şeklide gümüş bir yaka iğnesi çıkartıyor. Bu gümüş elin işaret parmağı ile başparmağı arasında kor gibi parlayan bir mercan top var. İğneyi bana uzatıyor. “İster misin?” diye soran, çığlık çığlığa coşkulu dilsiz bakışlarıyla...
İlk gördüğüm andan beri beni büyüleyen yaka iğnesini alıyorum. Bluzuma iliştiriyorum ve heyecanla sokakta arkadaşlarıma göstermek için koşarak dışarı çıkıyorum. Beni öyle gören teyzem "Aliye Bacı olmuşsun” diye dalga geçiyor. Aliye Bacı, bizim şehirde herkesin bildiği bir kişi. Tedavi olduğu hastaneden çıktıktan sonra gidecek yeri olmadığı için, sağda solda, kedileriyle yaşayan bir kadın. Ne bulursa takan, kolunda, boynunda onlarca kolye, bilezik taşıyan gariban o. Çok takıp takıştırınca, bizleri de ona benzetmekten geri kalmazlardı.
Gülüp geçiyorum Teyzemin benzetmelerine. Asıl derdim anneannemin yanına dönmek. Onu sandığın başında buluyorum. Birlikte dalıp gidiyoruz o küçücük bölmelerin içinde. Danteller, yarım kalmış ebruli kukalar, küçük bir makas, kurşun kalemler, sararmış birkaç makbuz bile var yıllar öncesinden... Her birini eline alıp anısını anlatan anneannemi dinlemeye doyamıyorum.
Annem teyzeme sesleniyor "Götürmek ister misin?" Anneannemin umutla parlayan gözleri, teyzemin anneme «hayır» yanıtını duyunca, gözyaşlarına bırakıyor. "Kıymetini bilmezler" diyor sessizce.
İşe yarayan her şeyi ayırıp, sandığı yere ters çevirdiğimizde, kenarından yere düşüp, yuvarlanan bileziği görüyorum. Uzanıp yakalıyorum onu, kelepçe şeklinde kilitle açılan, oval, içinde “14 gold” yazısı bulunduğunu görüyorum. Ailenin kızları belli ki bunu da beğenmediler. Onlar burunlarını kıvırıp, "Kim takacak bunu" diye söylenmeye başladıklarında, o bilezik çoktan benim bileğime geçiveriyor. Bileziği taktığımı gören anneannem sevgiyle koluma dokunup, "Değerini sen bileceksin, bu bileziği annem çok uzaklardan bana göndermişti." diyor. Susuyor sonra.
O çok uzaklar neresi acaba bunu hiçbir zaman bilmiyoruz?
Bilezik benim oluyor. Yıllarca kolumda kalıyor, hiç çıkartmıyorum, Ta ki kaybetmekten korktuğum için bir çekmeceye kapatıp saklamaya karar verene kadar.
Şimdi arada bir bulunduğu yerden çıkartıp okşuyorum onu. Büyük anneannemin, anneannemin ve annemin elinin değdiği bu güzel bileziği.
Emanetleri bende...

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.