YAZAN: Ergür ALTAN
Bir kadının bakışlarında keder varsa, gözlerinden yaş yerine ruhu süzülüyordur, kendisinin bile anımsamadığı doğum günlerine doğru usulca…
Gözlerimden süzülen ruhumu anlatacağım size; on iki yaşından beri, tam elli iki yıl boyunca çay ocaklarında çalışan bir kadının ruhunu…
Yaşadığım şehrin birçok iş hanında çalıştım; iş hanlarındaki çay ocaklarında sabah yediden akşam sekize kadar çay demledim, servis yaptım ve yıkadığım bardakları yalnızlığımla duruladım…
Bana ulanlı konuşan beyefendiler oldu, “Pişt” diye çağırıp beni, siparişlerini azarlayarak söyleyen hanımefendiler oldu, yorgunluğumla, solgunluğumla, dalgınlığımla dalga geçen evladım yaşındaki gençler oldu; ben hep sustum…
Suskun bir kadınım, evet; adı Gülsüm olan yaralı bir kadın. Nadiren taburemde oturduğum anlardan birinde, bir kozmetik firmasının kataloğuna ellerim titreyerek bakıyordum ve bir anda yanımda bitiveren patronum bağırmıştı bana çay ocağında, “Gülsüm, senin neyine makyaj yapmak, çaycısın sen alt tarafı!” Ben ilk kez otuz yaşında makyaj yaptım ve iş hanındaki beyefendiler ve hanımefendiler kahkahalarla güldüler. Kendisine çok güzel makyaj yapan hanımefendilerden biri de demedi, “Gel, senin makyajını düzeltelim tatlım…” Bir daha makyaj yapmadım kendime; ama otuz yaşında, ilk makyajımı yaptığımda kırık dökük bir aynanın karşısında, kadın olduğumu anladım…
Otuz yaşına kadar kendime kıyafet aldığımı pek bilmem; komşuların eskisini, annemin entarisini, hatta babamın paltosunu giydiğim bile olmuştur. Bir kadın, babasının paltosunu giyiyorsa, ne anlatabilirsiniz ona aşka dair, mutluluğa dair, hayal kurmaya dair…
Ben babamın aslan kızıydım ona her daim omuz veren, annem tarafından –bir tek nedenden ötürü, evin geçimine katkı sunduğum için takdir edilen bir evlat, kardeşlerimce de onlara harçlık verdikçe sevilen bir abla. Şimdi ben sevilmiş mi oldum, bağra basılmış mı oldum; ah, bağrıma bastığım sokak kedileri geliyor gözümün önüne…
Kadın olmam gerektiğini anımsadım bir gece düşümde; çaydanlıklar dolusu çay dökülmüştü üzerime ve canım çok yanıyordu. Sevme ve sevilme hakkımı anımsadım, gülme, eğlenme ve dans etme hakkımı…
İlk dansımı bir süpürgeyle yaptım Berkant`ın Samanyolu şarkısı çalınırken radyoda. Üç kız kardeşim var ve üçü de çok kötü dans ettiğimi söylediler bana. Bu benim umurumda değildi ve ben Berkant`a eşlik ediyordum dans ederken, “Sen kalbimin mehtabısın, güneşisin…”
Charlie Chaplin filmlerinde gülüşümü gizlemiyordum artık; annem de babam da ayıpladılar beni. İnadına güldüm ve bu yüzden kınandım, dayak yedim, hatta bir keresinde evden kovuldum.
Görücüler geliyordu ve koca adayları bana uzaktan uzağa gösteriliyordu Kocam olsun istemedim ki ben, can yoldaşım olsun istedim; seveceğim, sevileceğim bir can yoldaşı… Belki nasip değildi, belki de bu kriterler kimsenin anlamayacağı bir masumiyetteydi…
İş hanlarında çay servisi yaparken yüzlerini seyrediyordum herkesin; bakışlarını, tavırlarını, sözcüklerini inceliyordum. Çay ocaklarında çalışmış bir kadın olarak diyebilirim ki, sevgiyi beraber öldürüyor erkekler ve kadınlar; hem de suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar incelikleri kanattıkça ve mesela hayal kurma derslerinin gereksizliğine inandıkça.
Çaycı olduğum için emekçi olarak kabul edilmedim; kadın olarak görülmediğim gibi, can olarak bilinmediğim gibi. Adım bile söylenmiyordu. Gülsüm değil, çaycı kadındım ben; hiçbir zaman hanımefendi olmayan, kadın olmayan, can olmayan bir çaycı kadın, bir karı, ulanlı konuşulan, “pişt” diye çağrılan bir şey işte…
Tam altmış dört yaşındayım; altmış dört yaşında bir nar ağacıyım, bir ırmak, serçe ve kadın, -emekçi bir kadınım…
Çok incittiniz beni beyefendiler ve hanımefendiler; duyumsadım bütün hoyratlıklarınızı, samimiyetsizliklerinizi ve sevgisizliklerinizi. Ne gelir ki elimden bir sigara yakmaktan ve artık yalnızca kendime çay demlemekten başka…
Mor bir çaydanlığım var hayallerimi de demlediğim; ah, benimle hayaller kurabilseydiniz keşke…
Bir kadının bakışlarında keder varsa, gözlerinden yaş yerine ruhu süzülüyordur, kendisinin bile anımsamadığı doğum günlerine doğru usulca…
Gözlerimden süzülen ruhumu anlatacağım size; on iki yaşından beri, tam elli iki yıl boyunca çay ocaklarında çalışan bir kadının ruhunu…
Yaşadığım şehrin birçok iş hanında çalıştım; iş hanlarındaki çay ocaklarında sabah yediden akşam sekize kadar çay demledim, servis yaptım ve yıkadığım bardakları yalnızlığımla duruladım…
Bana ulanlı konuşan beyefendiler oldu, “Pişt” diye çağırıp beni, siparişlerini azarlayarak söyleyen hanımefendiler oldu, yorgunluğumla, solgunluğumla, dalgınlığımla dalga geçen evladım yaşındaki gençler oldu; ben hep sustum…
Suskun bir kadınım, evet; adı Gülsüm olan yaralı bir kadın. Nadiren taburemde oturduğum anlardan birinde, bir kozmetik firmasının kataloğuna ellerim titreyerek bakıyordum ve bir anda yanımda bitiveren patronum bağırmıştı bana çay ocağında, “Gülsüm, senin neyine makyaj yapmak, çaycısın sen alt tarafı!” Ben ilk kez otuz yaşında makyaj yaptım ve iş hanındaki beyefendiler ve hanımefendiler kahkahalarla güldüler. Kendisine çok güzel makyaj yapan hanımefendilerden biri de demedi, “Gel, senin makyajını düzeltelim tatlım…” Bir daha makyaj yapmadım kendime; ama otuz yaşında, ilk makyajımı yaptığımda kırık dökük bir aynanın karşısında, kadın olduğumu anladım…
Otuz yaşına kadar kendime kıyafet aldığımı pek bilmem; komşuların eskisini, annemin entarisini, hatta babamın paltosunu giydiğim bile olmuştur. Bir kadın, babasının paltosunu giyiyorsa, ne anlatabilirsiniz ona aşka dair, mutluluğa dair, hayal kurmaya dair…
Ben babamın aslan kızıydım ona her daim omuz veren, annem tarafından –bir tek nedenden ötürü, evin geçimine katkı sunduğum için takdir edilen bir evlat, kardeşlerimce de onlara harçlık verdikçe sevilen bir abla. Şimdi ben sevilmiş mi oldum, bağra basılmış mı oldum; ah, bağrıma bastığım sokak kedileri geliyor gözümün önüne…
Kadın olmam gerektiğini anımsadım bir gece düşümde; çaydanlıklar dolusu çay dökülmüştü üzerime ve canım çok yanıyordu. Sevme ve sevilme hakkımı anımsadım, gülme, eğlenme ve dans etme hakkımı…
İlk dansımı bir süpürgeyle yaptım Berkant`ın Samanyolu şarkısı çalınırken radyoda. Üç kız kardeşim var ve üçü de çok kötü dans ettiğimi söylediler bana. Bu benim umurumda değildi ve ben Berkant`a eşlik ediyordum dans ederken, “Sen kalbimin mehtabısın, güneşisin…”
Charlie Chaplin filmlerinde gülüşümü gizlemiyordum artık; annem de babam da ayıpladılar beni. İnadına güldüm ve bu yüzden kınandım, dayak yedim, hatta bir keresinde evden kovuldum.
Görücüler geliyordu ve koca adayları bana uzaktan uzağa gösteriliyordu Kocam olsun istemedim ki ben, can yoldaşım olsun istedim; seveceğim, sevileceğim bir can yoldaşı… Belki nasip değildi, belki de bu kriterler kimsenin anlamayacağı bir masumiyetteydi…
İş hanlarında çay servisi yaparken yüzlerini seyrediyordum herkesin; bakışlarını, tavırlarını, sözcüklerini inceliyordum. Çay ocaklarında çalışmış bir kadın olarak diyebilirim ki, sevgiyi beraber öldürüyor erkekler ve kadınlar; hem de suçu birbirlerinin üzerine atıyorlar incelikleri kanattıkça ve mesela hayal kurma derslerinin gereksizliğine inandıkça.
Çaycı olduğum için emekçi olarak kabul edilmedim; kadın olarak görülmediğim gibi, can olarak bilinmediğim gibi. Adım bile söylenmiyordu. Gülsüm değil, çaycı kadındım ben; hiçbir zaman hanımefendi olmayan, kadın olmayan, can olmayan bir çaycı kadın, bir karı, ulanlı konuşulan, “pişt” diye çağrılan bir şey işte…
Tam altmış dört yaşındayım; altmış dört yaşında bir nar ağacıyım, bir ırmak, serçe ve kadın, -emekçi bir kadınım…
Çok incittiniz beni beyefendiler ve hanımefendiler; duyumsadım bütün hoyratlıklarınızı, samimiyetsizliklerinizi ve sevgisizliklerinizi. Ne gelir ki elimden bir sigara yakmaktan ve artık yalnızca kendime çay demlemekten başka…
Mor bir çaydanlığım var hayallerimi de demlediğim; ah, benimle hayaller kurabilseydiniz keşke…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.