YAZAN: Şule Sepin İçli
7 Haziran ve 23 Haziran günü Danıştay’da yapılan İstanbul Sözleşmesi Duruşmasına katıldım. Her savunma, acıklı olaylar, farklı deneyimlerle doluydu. İki duruşmada da içeri girerken her hangi bir engellenme yaşamadı kadınlar. Tabii 23 Haziranda, duruşma salonunun dışında basın açıklaması yapacak kadınların ve medya mensuplarının bir araya gelmelerinin polis tarafından engellenmelerini saymazsak.
7 Hazirandaki duruşmada kızlarını, annelerini, kız kardeşlerini kadın cinayetinde kaybeden aileler vardı. Ellerinde öldürülen kadınların fotoğraflarını tutarak ayağa kalktılar. Hepsi çok hüzünlüydü. Mahkeme başkanı, ailelerin fenalaşabileceklerini düşünerek önlem almak istedi ve dışarı kolay çıkabilecekleri alan açılmasını sağladı. Biz bu ailelere dokunamazdık, ulaşamazdık. Çünkü aramızda devletin mahkemelere yaptığı baskılar, toplumda artan bilinçsizlik, kadınlara karşı olumsuz değer yargıları, haksız tahrik indiriminden dolayı hak ettiği cezayı almak yerine adeta ödül alan katiller gibi, listeyi daha da uzatabileceğimiz engeller vardı. Bu engelleri kaldırmak için mücadele etmemiz gerektiğini bir kez daha anladık.
Mahkeme başkanı bazı uyarılarda bulundu. Alkışlamamıza bir şey demiyormuş. Savunma yapılırken, gülmemeliymişiz, bu yasakmış. Anlatılanlar karşısında ağlamamız yasak değildi anlaşılan. Karşı savunmalar yapılırken, insanın gülmeden oturması mümkün değil. Zaten onları hiç alkışlamadan sessizce dinliyoruz. “Ben anlatacaklarımla salonun tümünü ikna edeceğim birazdan,” deyince nasıl tutalım kendimizi? Alaylı alaylı gülüyoruz işte.
Salonda bulunan ailelerin yakınlarının nasıl öldürüldüklerini anlattılar. Güldüğü için, rüyasında eşinin kendisini aldattığını gördüğü için, pembe telefon kılıfı taktığı için, boşanmak istediği için öldürülen kadınlar… Bir kadın tam 37 kez koruma istemiş, 12 kez koruma verilmiş, sonuç yine cinayet. Kadın koruma kararı istemiş. Koruma kararının süresi bitmiş. Aynı gün kadının yaşamı da bitmiş. Geride kalan çocuklar ya sevgi evlerine yerleştirilmişlerdi ya da yakın akrabalarının yanında kalıyorlardı. Öldürülen kadınlar anıt sayaca sayı olarak geçiyorlar. Fakat onlar bir sayı değil, bir can, bir insan. Aslında insanlar, çünkü geride bıraktıkları çocukları, anne-babaları, yakınları, arkadaşları hayatları boyunca yaşadıkları travmaların etkilerini taşıyacaklar.
Bir avukat savunmasında, dışarıda gördüğü balonlarla söze başladı. Ben balonlar kullanılarak bir eylem yapıldığını geçirdim aklımdan. İşin aslı öyle değildi tabii. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine vurgu yapıyordu. Duruşmaya çocuklarıyla gelenlerin ellerinde balon varmış. Öyle ya babalar çocuklarıyla gelmek durumunda kalmıyorlar böyle yerlere. Sonra avukat arkadaş yüzünü heyete çevirdi ve yedi kişilik heyette sadece bir kadının olmasının, ne kadar eşitsiz bir çalışma yaşamının olduğunu anlattı.
Kadın cinayetlerinin ve kadına karşı şiddetin giderek arttığını yapılan araştırmalardan biliyoruz ve haberlerden de takip ediyoruz. Şiddetin en az görüldüğü yıl, 2011 yılı. Bu bir rastlantı değil. 2011 yılı, İstanbul sözleşmesinin imzalandığı yıl. Daha sözleşme uygulanmaya başlamamış bile. Demek ki uygulansaydı, şiddet azalacaktı.
Bir diş hekimi, “Sağlık sektöründe kadınlar, erkeklerden daha çok şiddete maruz kalıyorlar. Ben bir diş hekimi olarak şiddet görmekten korktuğum için bir arkadaşımla muayenehane açtım,” dedi.
“Kadınlar boşanmaktan korkuyor. Çünkü eşleri onları öldürmekle tehdit ediyor. Sürekli takip ediliyorlar. İş güvenceleri yok, barınma sorunları var. Boşanan kadınlar da korku içindeler. Evli olmadıkları halde yüzük takıyorlar ya da bir erkeğin güvencesinde gösteriyorlar kendilerini. Kadınlar iş yerlerinde, evlerinde, sokakta öldürülüyorlar. Peki, neresi güvenli bizim için? Bu sözleşmenin aile kurumuna zarar verdiğini söylüyorlar. Eşleri tarafından öldürülen kadınlardan sonra yıkılan yuvalara, ortada kalan çocuklara ne olacak? Bir kadının üzerindeki yuva yapma ve yaşadığı yıkımlar çok ağır bir yük değil mi?”
Bir konuşmacı, tersinden baktı olaya. “Siz hiçbir kadının evli bir erkeğe evlenme teklifi ettiğini, teklifini kabul etmediğinde, erkeği öldürdüğünü duydunuz mu? Duyamazsınız. Ama bir erkek bunları yapıyor. Üstelik Yargıtay, ‘Kadın evlenmeyi kabul etseydi, ölmeyecekti’ diyebiliyor. Duyarlı erkekler, “Biz yürürken bir kadının arkasında kaldığımızı anladığımızda, yanlış anlamasın diye önüne geçiyoruz ya da karşı kaldırıma geçiyoruz’ diyorlar.
Peki, İstanbul Sözleşmesi feshedildikten sonra neler olmuş? Kadınları öldürmeyi planlayan erkekler internetten araştırmaya başlamışlar. Hangi araçlarla, nasıl yaparsam bu işi, ne kadar az ceza alırım, ne söylersem, nasıl davranırsam haksız tahrik indirimi alırım? diye. Boşanma davasında, davanın açıldığı tarihten itibaren kadına tedbir nafakası bağlandığını biliyoruz. Nafaka bağlanması konusunda da yoğun baskılardan etkilenen hâkimler, ön inceleme kararı vererek, dava açıldıktan altı ay sonra tedbir nafakası bağlamaya başlamışlar. Evden uzaklaştırmada 6284 sayılı yasaya göre kadının beyanı esastır, delil aranmaz. Artık delilleri görmek istiyormuş hâkimler. Dolayısıyla bu kararlar geç alındığı için kadınlar daha çok zor durumda kalıyorlarmış.
Çok çarpıcı bir örnek paylaştı bir avukat. “Kadın evden uzaklaştırma istedi. Erkek de aynı talepte bulununca hâkim duruşma açtı. Biz erkeğin eşine şiddet uyguladığını, duruşma yapılmasının çok tehlikeli olacağını hâkime anlattık. Hâkim, ‘Ben böyle uygun gördüm’ dedi. Duruşma öncesi adam kadına yumruk attı. Duruşmada hâkim bunu öğrendiği halde onları barıştırmaya çalıştı. Barıştırmak hâkimin görevi mi? Onun görevi hukuk kurallarını işletmek.”
“Kadın polisi arıyor ve eşinin kendisini öldüreceğini söylüyor. Polis ev uzak olduğu için gelemeyeceğini bildiriyor. Kadın ne yapması gerektiğini sorunca da kapıyı kilitleyip oturmasını tavsiye ediyor. Oysa terör olayında bir kişiyi yakalamak için bir ordu gidiyor. Bir kadının canı bu kadar mı ucuz?”
Bir avukat savunmasında, yaşadığı şiddeti anlattı. Sonunda gözleri doldu, salondaki herkes ağladı. “Siz yemek istediği gibi olmamış diye eşinizden yumruk yediniz mi hiç? Eşiniz boğazınızı sıktığında, nefes alamadığınız halde çocuklar duymasın diye içinize ağladınız mı? Doktor eşim 2007 yılında hastalanıp ölmeseydi, şimdi benim adım da anıt sayaca yazılacak, iki çocuğum okuyup meslek sahibi olamayacaktı.”
Diri diri yakarak öldürdüğü halde haksız tahrik indirimi alan katilin, neden haksız tahrik indirimi aldığının dosyalarda yazmadığını öğrendik. İzlediği porno filmindeki kadına benzediği için kadını öldürdüğünü söyleyen de haksız tahrik indirimi almış. Katil savunmasında, “İyi ki İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı” diyor. Bu kişisel bir söylem değil. Arkasında kadınları yok sayan bir tutum var. Yok sayılan kadınlar, var olma çabası veriyor. Gerçekten anlatılanlar inanılır gibi değil. Tecavüze uğradığı için öz savunma yapmak zorunda kalan, saldırganı öldüren kadına indirim uygulanmıyor ve kadın hala ceza evinde yatıyor. İşlenen suçların ağırlığının karşılaştırılamayacağı durumlarda kadın erkek arasındaki eşitsizlik ne kadar derin!
İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı, tecavüze uğrayan kadına tercüman verilecek, kadın durumunu doğru düzgün anlatacak ve belki de öldürülmeyecekti. Cezaların arttırılmasının istenmesi yerine, şiddet uygulayan eğitilecekti. Ortaokul ders kitaplarında, kadının eşine itaat etmesi gerektiği yazmayacak, toplumsal cinsiyet eşitliğini içeren konular yer alacaktı. Şiddet gören kadının yurt dışında yaşama hakkı olacaktı. Boşanma davasında kadın müvekkilini savunan avukat, mahkeme salonunda erkek eşten dayak yemeyecekti. Kadınlar öldürülmekten korkmayacak, daha kolay iş bulabileceklerdi. Kadın şoförler, kadın oldukları için işten çıkarılmayacaktı. Pandemi sürecinde, 29 kişilik kapasitesi olan bir kadın sığınma evi, 60 kişilik bir kapasiteyle hizmet vermeyecek, 500 bin kadın nüfusu olan bir ilde, sadece bir tane kadın sığınma evi olmayacaktı.
Bu sözleşme, kadınların mücadelesiyle yazıldı. 1995 yılında koruma kararı isteyen Nahide Opuz, gereken desteği göremediği için eşi annesini öldürdü. Opuz, olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdı ve Türkiye, kadınları yeterince koruyamadığı için ceza aldı. İstanbul
Sözleşmesi bu ihmalden doğdu. 2011 yılında, 246 kabul ve bir çekimser oyla mecliste onaylandı. Meclisin onayladığı bu sözleşme, şimdi bir kişinin kararıyla nasıl feshedilebilir!? Üstelik bu Sözleşmeye milyonlarca kadın destek verirken. Yapılan araştırmalar, yüzde 7 oranında insanın bu sözleşmeye karşı olduğunu gösteriyor. Burada savunulan kadınlar değil, yaşam hakkı.
Mahkeme heyetine şöyle seslendiler: “Sizin vicdanınızdan başka gidecek bir yerimiz yok. Başınızı yastığa koyduğunuzda, bu yaşanan örnekleri, eşinizi, kızınızı, kız kardeşlerinizi düşünün. Toplumun olumsuz değer yargılarına göre değil, hukuk kurallarına göre karar vermelisiniz. Aksi halde heyette şimdi sadece bir kadın varken, yarın bir kadını bile göremeyeceksiniz. Olumlu bir karar verdiğinizde, adınız tarihe geçecek. Hangi yönde karar verirseniz verin, sizi unutmayacağız. Baskı altında olduğunuzu biliyoruz. Gerçeklere göre karar vereceğinize inanmak istiyoruz.” dediler.
Duruşma boyunca öldürülen kadınlar hep oradaydı. Onların çığlıklarını duyduk. Adlarını saymak istemiyorum. Çünkü birinin adını unutursam, haksızlık etmekten korkarım. Öldürülen kadınların geride kalan çocukları bir bir geçti önümüzden. Kadınlar verdikleri mücadeleyle ve yaptıkları savunmalarla bize bu duyguları yaşattılar. Anlatılanlar bir ders niteliğindeydi. Edebi değeri olan bir kitap yazdılar duruşma salonunda.
Savcı kararın iptalini istedi. Heyetin kararı da adli tatilden önce açıklanacak. Bu ülkenin savcılarının olduğunu gördüğümüz gibi, hâkimlerimizin de olduğunu görmeyi umut ediyoruz.
24 Haziran 2022
7 Haziran ve 23 Haziran günü Danıştay’da yapılan İstanbul Sözleşmesi Duruşmasına katıldım. Her savunma, acıklı olaylar, farklı deneyimlerle doluydu. İki duruşmada da içeri girerken her hangi bir engellenme yaşamadı kadınlar. Tabii 23 Haziranda, duruşma salonunun dışında basın açıklaması yapacak kadınların ve medya mensuplarının bir araya gelmelerinin polis tarafından engellenmelerini saymazsak.
7 Hazirandaki duruşmada kızlarını, annelerini, kız kardeşlerini kadın cinayetinde kaybeden aileler vardı. Ellerinde öldürülen kadınların fotoğraflarını tutarak ayağa kalktılar. Hepsi çok hüzünlüydü. Mahkeme başkanı, ailelerin fenalaşabileceklerini düşünerek önlem almak istedi ve dışarı kolay çıkabilecekleri alan açılmasını sağladı. Biz bu ailelere dokunamazdık, ulaşamazdık. Çünkü aramızda devletin mahkemelere yaptığı baskılar, toplumda artan bilinçsizlik, kadınlara karşı olumsuz değer yargıları, haksız tahrik indiriminden dolayı hak ettiği cezayı almak yerine adeta ödül alan katiller gibi, listeyi daha da uzatabileceğimiz engeller vardı. Bu engelleri kaldırmak için mücadele etmemiz gerektiğini bir kez daha anladık.
Mahkeme başkanı bazı uyarılarda bulundu. Alkışlamamıza bir şey demiyormuş. Savunma yapılırken, gülmemeliymişiz, bu yasakmış. Anlatılanlar karşısında ağlamamız yasak değildi anlaşılan. Karşı savunmalar yapılırken, insanın gülmeden oturması mümkün değil. Zaten onları hiç alkışlamadan sessizce dinliyoruz. “Ben anlatacaklarımla salonun tümünü ikna edeceğim birazdan,” deyince nasıl tutalım kendimizi? Alaylı alaylı gülüyoruz işte.
Salonda bulunan ailelerin yakınlarının nasıl öldürüldüklerini anlattılar. Güldüğü için, rüyasında eşinin kendisini aldattığını gördüğü için, pembe telefon kılıfı taktığı için, boşanmak istediği için öldürülen kadınlar… Bir kadın tam 37 kez koruma istemiş, 12 kez koruma verilmiş, sonuç yine cinayet. Kadın koruma kararı istemiş. Koruma kararının süresi bitmiş. Aynı gün kadının yaşamı da bitmiş. Geride kalan çocuklar ya sevgi evlerine yerleştirilmişlerdi ya da yakın akrabalarının yanında kalıyorlardı. Öldürülen kadınlar anıt sayaca sayı olarak geçiyorlar. Fakat onlar bir sayı değil, bir can, bir insan. Aslında insanlar, çünkü geride bıraktıkları çocukları, anne-babaları, yakınları, arkadaşları hayatları boyunca yaşadıkları travmaların etkilerini taşıyacaklar.
Bir avukat savunmasında, dışarıda gördüğü balonlarla söze başladı. Ben balonlar kullanılarak bir eylem yapıldığını geçirdim aklımdan. İşin aslı öyle değildi tabii. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğine vurgu yapıyordu. Duruşmaya çocuklarıyla gelenlerin ellerinde balon varmış. Öyle ya babalar çocuklarıyla gelmek durumunda kalmıyorlar böyle yerlere. Sonra avukat arkadaş yüzünü heyete çevirdi ve yedi kişilik heyette sadece bir kadının olmasının, ne kadar eşitsiz bir çalışma yaşamının olduğunu anlattı.
Kadın cinayetlerinin ve kadına karşı şiddetin giderek arttığını yapılan araştırmalardan biliyoruz ve haberlerden de takip ediyoruz. Şiddetin en az görüldüğü yıl, 2011 yılı. Bu bir rastlantı değil. 2011 yılı, İstanbul sözleşmesinin imzalandığı yıl. Daha sözleşme uygulanmaya başlamamış bile. Demek ki uygulansaydı, şiddet azalacaktı.
Bir diş hekimi, “Sağlık sektöründe kadınlar, erkeklerden daha çok şiddete maruz kalıyorlar. Ben bir diş hekimi olarak şiddet görmekten korktuğum için bir arkadaşımla muayenehane açtım,” dedi.
“Kadınlar boşanmaktan korkuyor. Çünkü eşleri onları öldürmekle tehdit ediyor. Sürekli takip ediliyorlar. İş güvenceleri yok, barınma sorunları var. Boşanan kadınlar da korku içindeler. Evli olmadıkları halde yüzük takıyorlar ya da bir erkeğin güvencesinde gösteriyorlar kendilerini. Kadınlar iş yerlerinde, evlerinde, sokakta öldürülüyorlar. Peki, neresi güvenli bizim için? Bu sözleşmenin aile kurumuna zarar verdiğini söylüyorlar. Eşleri tarafından öldürülen kadınlardan sonra yıkılan yuvalara, ortada kalan çocuklara ne olacak? Bir kadının üzerindeki yuva yapma ve yaşadığı yıkımlar çok ağır bir yük değil mi?”
Bir konuşmacı, tersinden baktı olaya. “Siz hiçbir kadının evli bir erkeğe evlenme teklifi ettiğini, teklifini kabul etmediğinde, erkeği öldürdüğünü duydunuz mu? Duyamazsınız. Ama bir erkek bunları yapıyor. Üstelik Yargıtay, ‘Kadın evlenmeyi kabul etseydi, ölmeyecekti’ diyebiliyor. Duyarlı erkekler, “Biz yürürken bir kadının arkasında kaldığımızı anladığımızda, yanlış anlamasın diye önüne geçiyoruz ya da karşı kaldırıma geçiyoruz’ diyorlar.
Peki, İstanbul Sözleşmesi feshedildikten sonra neler olmuş? Kadınları öldürmeyi planlayan erkekler internetten araştırmaya başlamışlar. Hangi araçlarla, nasıl yaparsam bu işi, ne kadar az ceza alırım, ne söylersem, nasıl davranırsam haksız tahrik indirimi alırım? diye. Boşanma davasında, davanın açıldığı tarihten itibaren kadına tedbir nafakası bağlandığını biliyoruz. Nafaka bağlanması konusunda da yoğun baskılardan etkilenen hâkimler, ön inceleme kararı vererek, dava açıldıktan altı ay sonra tedbir nafakası bağlamaya başlamışlar. Evden uzaklaştırmada 6284 sayılı yasaya göre kadının beyanı esastır, delil aranmaz. Artık delilleri görmek istiyormuş hâkimler. Dolayısıyla bu kararlar geç alındığı için kadınlar daha çok zor durumda kalıyorlarmış.
Çok çarpıcı bir örnek paylaştı bir avukat. “Kadın evden uzaklaştırma istedi. Erkek de aynı talepte bulununca hâkim duruşma açtı. Biz erkeğin eşine şiddet uyguladığını, duruşma yapılmasının çok tehlikeli olacağını hâkime anlattık. Hâkim, ‘Ben böyle uygun gördüm’ dedi. Duruşma öncesi adam kadına yumruk attı. Duruşmada hâkim bunu öğrendiği halde onları barıştırmaya çalıştı. Barıştırmak hâkimin görevi mi? Onun görevi hukuk kurallarını işletmek.”
“Kadın polisi arıyor ve eşinin kendisini öldüreceğini söylüyor. Polis ev uzak olduğu için gelemeyeceğini bildiriyor. Kadın ne yapması gerektiğini sorunca da kapıyı kilitleyip oturmasını tavsiye ediyor. Oysa terör olayında bir kişiyi yakalamak için bir ordu gidiyor. Bir kadının canı bu kadar mı ucuz?”
Bir avukat savunmasında, yaşadığı şiddeti anlattı. Sonunda gözleri doldu, salondaki herkes ağladı. “Siz yemek istediği gibi olmamış diye eşinizden yumruk yediniz mi hiç? Eşiniz boğazınızı sıktığında, nefes alamadığınız halde çocuklar duymasın diye içinize ağladınız mı? Doktor eşim 2007 yılında hastalanıp ölmeseydi, şimdi benim adım da anıt sayaca yazılacak, iki çocuğum okuyup meslek sahibi olamayacaktı.”
Diri diri yakarak öldürdüğü halde haksız tahrik indirimi alan katilin, neden haksız tahrik indirimi aldığının dosyalarda yazmadığını öğrendik. İzlediği porno filmindeki kadına benzediği için kadını öldürdüğünü söyleyen de haksız tahrik indirimi almış. Katil savunmasında, “İyi ki İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı” diyor. Bu kişisel bir söylem değil. Arkasında kadınları yok sayan bir tutum var. Yok sayılan kadınlar, var olma çabası veriyor. Gerçekten anlatılanlar inanılır gibi değil. Tecavüze uğradığı için öz savunma yapmak zorunda kalan, saldırganı öldüren kadına indirim uygulanmıyor ve kadın hala ceza evinde yatıyor. İşlenen suçların ağırlığının karşılaştırılamayacağı durumlarda kadın erkek arasındaki eşitsizlik ne kadar derin!
İstanbul Sözleşmesi uygulansaydı, tecavüze uğrayan kadına tercüman verilecek, kadın durumunu doğru düzgün anlatacak ve belki de öldürülmeyecekti. Cezaların arttırılmasının istenmesi yerine, şiddet uygulayan eğitilecekti. Ortaokul ders kitaplarında, kadının eşine itaat etmesi gerektiği yazmayacak, toplumsal cinsiyet eşitliğini içeren konular yer alacaktı. Şiddet gören kadının yurt dışında yaşama hakkı olacaktı. Boşanma davasında kadın müvekkilini savunan avukat, mahkeme salonunda erkek eşten dayak yemeyecekti. Kadınlar öldürülmekten korkmayacak, daha kolay iş bulabileceklerdi. Kadın şoförler, kadın oldukları için işten çıkarılmayacaktı. Pandemi sürecinde, 29 kişilik kapasitesi olan bir kadın sığınma evi, 60 kişilik bir kapasiteyle hizmet vermeyecek, 500 bin kadın nüfusu olan bir ilde, sadece bir tane kadın sığınma evi olmayacaktı.
Bu sözleşme, kadınların mücadelesiyle yazıldı. 1995 yılında koruma kararı isteyen Nahide Opuz, gereken desteği göremediği için eşi annesini öldürdü. Opuz, olayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdı ve Türkiye, kadınları yeterince koruyamadığı için ceza aldı. İstanbul
Sözleşmesi bu ihmalden doğdu. 2011 yılında, 246 kabul ve bir çekimser oyla mecliste onaylandı. Meclisin onayladığı bu sözleşme, şimdi bir kişinin kararıyla nasıl feshedilebilir!? Üstelik bu Sözleşmeye milyonlarca kadın destek verirken. Yapılan araştırmalar, yüzde 7 oranında insanın bu sözleşmeye karşı olduğunu gösteriyor. Burada savunulan kadınlar değil, yaşam hakkı.
Mahkeme heyetine şöyle seslendiler: “Sizin vicdanınızdan başka gidecek bir yerimiz yok. Başınızı yastığa koyduğunuzda, bu yaşanan örnekleri, eşinizi, kızınızı, kız kardeşlerinizi düşünün. Toplumun olumsuz değer yargılarına göre değil, hukuk kurallarına göre karar vermelisiniz. Aksi halde heyette şimdi sadece bir kadın varken, yarın bir kadını bile göremeyeceksiniz. Olumlu bir karar verdiğinizde, adınız tarihe geçecek. Hangi yönde karar verirseniz verin, sizi unutmayacağız. Baskı altında olduğunuzu biliyoruz. Gerçeklere göre karar vereceğinize inanmak istiyoruz.” dediler.
Duruşma boyunca öldürülen kadınlar hep oradaydı. Onların çığlıklarını duyduk. Adlarını saymak istemiyorum. Çünkü birinin adını unutursam, haksızlık etmekten korkarım. Öldürülen kadınların geride kalan çocukları bir bir geçti önümüzden. Kadınlar verdikleri mücadeleyle ve yaptıkları savunmalarla bize bu duyguları yaşattılar. Anlatılanlar bir ders niteliğindeydi. Edebi değeri olan bir kitap yazdılar duruşma salonunda.
Savcı kararın iptalini istedi. Heyetin kararı da adli tatilden önce açıklanacak. Bu ülkenin savcılarının olduğunu gördüğümüz gibi, hâkimlerimizin de olduğunu görmeyi umut ediyoruz.
24 Haziran 2022
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.