YAZAN: Avukat Turhan İÇLİ
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 15 Ağustos 2025 günü, o ünlü hutbelerinden birini daha okudu. İslam’ın miras uygulamasının yani erkeğin miras hakkından kadının iki katı olarak yararlanmasının adalete daha uygun olduğunu söyledi. Böylece, dolaylı yoldan Türk Medeni Kanununun kadın ve erkek için eşit miras hakkına ilişkin düzenlemelerini eleştirerek bunun kul hakkına girmek anlamına geldiğini belirtti. Bu hutbe, kadın-erkek eşitliğine karşı saldırının yeni bir aşamaya sıçratılmak istendiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Zira miras hakkı, kadın-erkek eşitliğinin temel ölçütlerinden biridir. Kadının mirastan yararlanma biçimi ve oranı, onun ne denli özgürleşmiş olduğunun fotoğrafını sunar bize. Bu nedenle bazı ilerici partiler ve kadın örgütleri, haklı olarak bu saldırıya tepki gösterdiler. Ben bu yazımda miras hakkının ortaya çıkışının tarihsel koşullarını ve kadın-erkek eşitliği ile miras hakkı arasındaki güçlü ilişkiye dikkat çekmeye çalışacağım.
Tarih boyunca kadın ve erkeğin toplumsal konumu farklı kültürlerde ve dönemlerde değişim göstermiştir. Sosyolojik ve antropolojik araştırmalara göre ata-erkil topluluklara kadar toplum kadın odaklı bir örgütlenme içerisindeydi. Zira erkeğin egemenliğine dayalı aile kurumu henüz tarih sahnesine çıkmamıştı. Cinsel yaşam, katı kurallara bağlanmamıştı. Bir erkek birden fazla kadınla ilişki kurabildiği gibi, bir kadın da birden fazla erkekle cinsel birliktelik yaşayabiliyordu. Bir çeşit gurup seksi yürürlükteydi. Dünyaya gelen çocukların babaları bilinemese bile anneleri kesin olarak bilindiğinden soy anne üzerinden sürüyordu. Kadının doğurganlığı da soyun devamının güvencesi olarak ona özel bir statü kazandırıyordu. Elde edilen geçim kaynakları ortak olduğundan yani henüz özel mülkiyet sistemine geçilmediğinden miras hakkından da söz edemiyoruz.
Tarihin belirli bir evresinde doğurganlık özelliği kadının başına belalar açmaya başladı. Onu erkek karşısında zayıf düşürdü. Zira, cinsel iş bölümü gereği kadın çocuk doğuruyor; bir dönem ona bakıyor; evde kaldığı için bir kez yakıldıktan sonra söndürülmemesi gereken ocağı tüttürüyordu. Bugün kullanılan “baba ocağı” deyimi, belki de o gün “ana ocağı” olarak kullanılıyordu.
Erkekler ise avcılık döneminde avlanmak, çobanlık döneminde ise, sürüleri otlatmak için uzak mesafelere gitmek zorundaydılar. Toplumsal zenginliği artıran sürü ekonomisi, yavaş yavaş, sürüleri elinde bulunduran erkeğin kontrolüne geçmeye başladı. Erkek, giderek sürülerin mülkiyetine el koydu. Böylece doğan özel mülkiyet sistemi tarım döneminde iyiden iyiye güçlenip yerleşti. Buna paralel olarak ana-erkil toplumun yerine ata-erkil toplum egemen hale geldi. Kadın ikinci cins durumuna itildi. Giderek dişi köle haline getirildi. Bir yandan çok karılılık güç kazanırken erkeğin merkezinde olduğu aile kurumu oluştu. Erkeğin mülkü haline gelen maddi varlıkların, erkek çocuklara miras olarak devredilmesi sürecine girildi
Elbette bu süreç öyle yağdan kıl çeker gibi kolaylıkla gerçekleşmedi. Amazon efsanelerinde olduğu gibi, kadın cinsimiz erkek egemenliğine hemen boyun eğmedi. Binlerce yıl direndi ve erkeklere kök söktürdü. Günümüzde bile ana-erkil topluluklara rastlamak mümkündür. Bugün Çin’deki Mosuo toplumu, Hindistan’daki Khasi halkı ve Afrika’daki Akan toplumu gibi örnekler, anaerkil veya kadınların güçlü olduğu toplumsal yapıların kalıntılarını oluşturuyor. Mosuo’larda mülkiyet anne tarafından geçerken, Khasi’lerde en küçük kız çocuk mirasçı olur. Akan toplumunda da benzer şekilde soy ve miras anneden geçer.
Eski Yunan ve Roma İmparatorluğu’nda kadınlar yurttaş sayılmaz, miras ve mülkiyet haklarından büyük ölçüde mahrum bırakılırdı. Bu toplumlarda kadınlar, erkek vesayeti altında yaşar ve toplumsal yaşamda ikincil roller üstlenirdi.
İslam’ın gelişiyle birlikte kadının miras hakkı tanınmış, ancak bu hak erkeğin yarısı oranında belirlenmiştir. Bu durum, kadınların bazı toplumsal ve ekonomik haklar kazanmasını sağlasa da tam eşitliği getirmemiştir.
Orta Asya’daki eski Türk devletlerinde kadınlar daha güçlü ve eşit roller üstlenebilmiş, aile ve toplum içinde söz sahibi olabilmişlerdir.
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanıyla ve Medeni Kanun’un kabulüyle kadınlar miras ve medeni haklar konusunda erkeklerle eşit hale geldi. Bu, kadınların toplumsal statüsünde önemli bir dönüm noktası oldu. Üstelik 1930 ve 1934 yıllarında Anayasada yapılan değişikliklerle kadınlar da seçme ve seçilme haklarına kavuştular. 2001 yılında Medeni Kanunda köklü değişiklikler yapılarak kadının durumu daha da güçlendirildi. 2001 yılından önce evli çiftler arasında genellikle mal ayrılığı rejimi geçerliydi. Mal ayrılığı rejiminde her eş kendi adına kayıtlı olan malın sahibi oluyordu. Evlilik süresince elde edilen mallar da kimin üzerinde kayıtlıysa ona ait sayılıyordu. Bu durumda kadınlar evlilik süresince birlikte edinilmiş mallarda eşit hak iddia etmekte zorlanabiliyorlardı. Özellikle kadının geliri yoksa, veya daha azsa evlilik sona erdiğinde ekonomik olarak dezavantajlı duruma düşebiliyordu. 2001’deki değişiklikle birlikte edinilmiş mallara katılma rejimi getirildi. Yeni rejim, evlilik süresince edinilen malların aslında ortak kabul edilmesini sağladı. Yani artık evlilik boyunca elde edinilen mallar kimin adına kayıtlı olursa olsun evlilik sona erdiğinde eşler arasında eşit olarak paylaştırılıyor. Bu, kadının evlilik içinde emeğini ve katkısını ekonomik anlamda da koruyan bir güvence getirmiş bulunuyor. Sonuç olarak mal ayrılığı rejiminde kadın birçok mal üzerinde hak iddia edemezken edinilmiş mallara katılım rejimiyle birlikte o mallar üzerinde eşit hak sahibi oldular. Bu değişiklik kadınların mali açıdan daha güçlü ve eşit konuma gelmesini sağladı.
Medeni Kanundaki 2001 yılı değişikliği, bunlarla kalmadı; yüzyıllardan beri evin reisi olmakla böbürlenen erkek egemen anlayışa ağır bir darbe vurdu. Daha önceki Türk Medeni Kanununda aile reisinin erkek olduğu kabul ediliyordu. Ancak bu değişiklikle birlikte “aile reisi” kavramı kaldırıldı. Artık eşler aile içinde eşit haklara sahip hale geldi yani kadın da erkek de aile ile ilgili kararlarda eşit söz sahibi olabiliyor. Bu da kadın erkek eşitliği açısından önemli bir adım
Bütün bu gelişmeler, gerici çevrelerde derin kaygılara yol açtı. Böyle giderse, Allah korusun! yaşamın tüm alanlarında kadın ile erkek tam eşit bir statüye kavuşabilir; erkeğin bin yıllardan beri süre gelen egemenliği yerle bir olabilirdi. Bu nedenle tarikatların ve cemaatlerin tam desteğini de arkasına alan Ak-Parti hükümetleri, bu uğursuz gidişe (?!) son vermek için harekete geçti. Önce kadın-erkek eşitliğinin uluslararası güvencesini oluşturan İstanbul Sözleşmesini, 2021 yılında Anayasaya açıkça aykırı bir biçimde fesih etti. Ardından 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine dair Kanun tartışmaya açıldı.
İşte Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 15 Ağustos hutbesi bunları tamamlayan son hamle olarak değerlendirilmelidir. Ali Erbaş, Atatürk Cumhuriyetini tasfiye sürecinin, kadına yeniden boyun eğdirmeksizin tamamlanamayacağının farkında. Bu yüzden Türkiye’nin Orta Çağa iade edilmesi çabasına, kadının miras hakkının kaldırılmasını veya sınırlandırılmasını tartışmaya açmakla başlıyor.
21 Ağustos 2025
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, 15 Ağustos 2025 günü, o ünlü hutbelerinden birini daha okudu. İslam’ın miras uygulamasının yani erkeğin miras hakkından kadının iki katı olarak yararlanmasının adalete daha uygun olduğunu söyledi. Böylece, dolaylı yoldan Türk Medeni Kanununun kadın ve erkek için eşit miras hakkına ilişkin düzenlemelerini eleştirerek bunun kul hakkına girmek anlamına geldiğini belirtti. Bu hutbe, kadın-erkek eşitliğine karşı saldırının yeni bir aşamaya sıçratılmak istendiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Zira miras hakkı, kadın-erkek eşitliğinin temel ölçütlerinden biridir. Kadının mirastan yararlanma biçimi ve oranı, onun ne denli özgürleşmiş olduğunun fotoğrafını sunar bize. Bu nedenle bazı ilerici partiler ve kadın örgütleri, haklı olarak bu saldırıya tepki gösterdiler. Ben bu yazımda miras hakkının ortaya çıkışının tarihsel koşullarını ve kadın-erkek eşitliği ile miras hakkı arasındaki güçlü ilişkiye dikkat çekmeye çalışacağım.
Tarih boyunca kadın ve erkeğin toplumsal konumu farklı kültürlerde ve dönemlerde değişim göstermiştir. Sosyolojik ve antropolojik araştırmalara göre ata-erkil topluluklara kadar toplum kadın odaklı bir örgütlenme içerisindeydi. Zira erkeğin egemenliğine dayalı aile kurumu henüz tarih sahnesine çıkmamıştı. Cinsel yaşam, katı kurallara bağlanmamıştı. Bir erkek birden fazla kadınla ilişki kurabildiği gibi, bir kadın da birden fazla erkekle cinsel birliktelik yaşayabiliyordu. Bir çeşit gurup seksi yürürlükteydi. Dünyaya gelen çocukların babaları bilinemese bile anneleri kesin olarak bilindiğinden soy anne üzerinden sürüyordu. Kadının doğurganlığı da soyun devamının güvencesi olarak ona özel bir statü kazandırıyordu. Elde edilen geçim kaynakları ortak olduğundan yani henüz özel mülkiyet sistemine geçilmediğinden miras hakkından da söz edemiyoruz.
Tarihin belirli bir evresinde doğurganlık özelliği kadının başına belalar açmaya başladı. Onu erkek karşısında zayıf düşürdü. Zira, cinsel iş bölümü gereği kadın çocuk doğuruyor; bir dönem ona bakıyor; evde kaldığı için bir kez yakıldıktan sonra söndürülmemesi gereken ocağı tüttürüyordu. Bugün kullanılan “baba ocağı” deyimi, belki de o gün “ana ocağı” olarak kullanılıyordu.
Erkekler ise avcılık döneminde avlanmak, çobanlık döneminde ise, sürüleri otlatmak için uzak mesafelere gitmek zorundaydılar. Toplumsal zenginliği artıran sürü ekonomisi, yavaş yavaş, sürüleri elinde bulunduran erkeğin kontrolüne geçmeye başladı. Erkek, giderek sürülerin mülkiyetine el koydu. Böylece doğan özel mülkiyet sistemi tarım döneminde iyiden iyiye güçlenip yerleşti. Buna paralel olarak ana-erkil toplumun yerine ata-erkil toplum egemen hale geldi. Kadın ikinci cins durumuna itildi. Giderek dişi köle haline getirildi. Bir yandan çok karılılık güç kazanırken erkeğin merkezinde olduğu aile kurumu oluştu. Erkeğin mülkü haline gelen maddi varlıkların, erkek çocuklara miras olarak devredilmesi sürecine girildi
Elbette bu süreç öyle yağdan kıl çeker gibi kolaylıkla gerçekleşmedi. Amazon efsanelerinde olduğu gibi, kadın cinsimiz erkek egemenliğine hemen boyun eğmedi. Binlerce yıl direndi ve erkeklere kök söktürdü. Günümüzde bile ana-erkil topluluklara rastlamak mümkündür. Bugün Çin’deki Mosuo toplumu, Hindistan’daki Khasi halkı ve Afrika’daki Akan toplumu gibi örnekler, anaerkil veya kadınların güçlü olduğu toplumsal yapıların kalıntılarını oluşturuyor. Mosuo’larda mülkiyet anne tarafından geçerken, Khasi’lerde en küçük kız çocuk mirasçı olur. Akan toplumunda da benzer şekilde soy ve miras anneden geçer.
Eski Yunan ve Roma İmparatorluğu’nda kadınlar yurttaş sayılmaz, miras ve mülkiyet haklarından büyük ölçüde mahrum bırakılırdı. Bu toplumlarda kadınlar, erkek vesayeti altında yaşar ve toplumsal yaşamda ikincil roller üstlenirdi.
İslam’ın gelişiyle birlikte kadının miras hakkı tanınmış, ancak bu hak erkeğin yarısı oranında belirlenmiştir. Bu durum, kadınların bazı toplumsal ve ekonomik haklar kazanmasını sağlasa da tam eşitliği getirmemiştir.
Orta Asya’daki eski Türk devletlerinde kadınlar daha güçlü ve eşit roller üstlenebilmiş, aile ve toplum içinde söz sahibi olabilmişlerdir.
Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanıyla ve Medeni Kanun’un kabulüyle kadınlar miras ve medeni haklar konusunda erkeklerle eşit hale geldi. Bu, kadınların toplumsal statüsünde önemli bir dönüm noktası oldu. Üstelik 1930 ve 1934 yıllarında Anayasada yapılan değişikliklerle kadınlar da seçme ve seçilme haklarına kavuştular. 2001 yılında Medeni Kanunda köklü değişiklikler yapılarak kadının durumu daha da güçlendirildi. 2001 yılından önce evli çiftler arasında genellikle mal ayrılığı rejimi geçerliydi. Mal ayrılığı rejiminde her eş kendi adına kayıtlı olan malın sahibi oluyordu. Evlilik süresince elde edilen mallar da kimin üzerinde kayıtlıysa ona ait sayılıyordu. Bu durumda kadınlar evlilik süresince birlikte edinilmiş mallarda eşit hak iddia etmekte zorlanabiliyorlardı. Özellikle kadının geliri yoksa, veya daha azsa evlilik sona erdiğinde ekonomik olarak dezavantajlı duruma düşebiliyordu. 2001’deki değişiklikle birlikte edinilmiş mallara katılma rejimi getirildi. Yeni rejim, evlilik süresince edinilen malların aslında ortak kabul edilmesini sağladı. Yani artık evlilik boyunca elde edinilen mallar kimin adına kayıtlı olursa olsun evlilik sona erdiğinde eşler arasında eşit olarak paylaştırılıyor. Bu, kadının evlilik içinde emeğini ve katkısını ekonomik anlamda da koruyan bir güvence getirmiş bulunuyor. Sonuç olarak mal ayrılığı rejiminde kadın birçok mal üzerinde hak iddia edemezken edinilmiş mallara katılım rejimiyle birlikte o mallar üzerinde eşit hak sahibi oldular. Bu değişiklik kadınların mali açıdan daha güçlü ve eşit konuma gelmesini sağladı.
Medeni Kanundaki 2001 yılı değişikliği, bunlarla kalmadı; yüzyıllardan beri evin reisi olmakla böbürlenen erkek egemen anlayışa ağır bir darbe vurdu. Daha önceki Türk Medeni Kanununda aile reisinin erkek olduğu kabul ediliyordu. Ancak bu değişiklikle birlikte “aile reisi” kavramı kaldırıldı. Artık eşler aile içinde eşit haklara sahip hale geldi yani kadın da erkek de aile ile ilgili kararlarda eşit söz sahibi olabiliyor. Bu da kadın erkek eşitliği açısından önemli bir adım
Bütün bu gelişmeler, gerici çevrelerde derin kaygılara yol açtı. Böyle giderse, Allah korusun! yaşamın tüm alanlarında kadın ile erkek tam eşit bir statüye kavuşabilir; erkeğin bin yıllardan beri süre gelen egemenliği yerle bir olabilirdi. Bu nedenle tarikatların ve cemaatlerin tam desteğini de arkasına alan Ak-Parti hükümetleri, bu uğursuz gidişe (?!) son vermek için harekete geçti. Önce kadın-erkek eşitliğinin uluslararası güvencesini oluşturan İstanbul Sözleşmesini, 2021 yılında Anayasaya açıkça aykırı bir biçimde fesih etti. Ardından 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine dair Kanun tartışmaya açıldı.
İşte Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 15 Ağustos hutbesi bunları tamamlayan son hamle olarak değerlendirilmelidir. Ali Erbaş, Atatürk Cumhuriyetini tasfiye sürecinin, kadına yeniden boyun eğdirmeksizin tamamlanamayacağının farkında. Bu yüzden Türkiye’nin Orta Çağa iade edilmesi çabasına, kadının miras hakkının kaldırılmasını veya sınırlandırılmasını tartışmaya açmakla başlıyor.
21 Ağustos 2025
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.