eminekamci@hotmail.com
Açık kahverengi saçlarını toplamış, üzerinde siyah montuyla, açık alanda, gülümsüyor.
Güneş batarken bir çayırda duran kuzular. İki beyaz kuzu ön planda, birbiriyle yakın şekilde duruyor. Solda bir koyunun arka bacağı ve yünü görünüyor, arka planda birkaç koyun daha otluyor. Çimenlerin üzerinde yumuşak bir ışık süzülüyor, gün batımı atmosferi sıcak ve huzurlu bir manzara oluşturuyor.
YAZAN: Emine KAMÇI

Yükleri çok ağırdı; birkaç yaprak bulabilmenin kaygısıyla ağır aksak çevrede dolanıyor, bir parça da olsa açlıklarını yatıştırmaya çalışıyorlardı. Gebeydiler ve diğerleri kadar şanslı değillerdi. Oysa, ötekiler ağaçlara tırmanarak patlayıncaya dek karınlarını doyuruyorlar, bu da yetmez gibi iki gebe keçinin rızıklarına da ortak oluyorlardı.
Arkadaşımın isteği üzerine bu ormanlık alana gelmiş, bir süre sonra da onları görmüştük. Gerilmiş karınlarıyla ortalıkta dolaşırken bu acınası durumları ilgimizi çekmiş, onlarla ilgilenmeye karar vermiştik. Ağaçlarda yapraklar kopararak önce ellerimizle besledik. Ancak bu besleme şekli açlıklarını gidermeye yetmeyince biz de ağaçların dallarını eğerek yapraklara erişmelerini sağladık. Sevgiyle sokuldular bize. Biz de okşayıp sevdik onları. Az sonra yeni bir sevgi yumağı daha katıldı bu cümbüşe. Kısa bacaklı, küçük siyah bir köpekti bu. Bir anda ayaklarımızın dibinde bitivermişti bu güzel yaratık. Epey bir zaman yanımızdan ayrılmadan nereye gittiysek geldi bizimle. Öyle ki küçük piknik molamızda bile yanımızda kalarak yiyeceklerimize ortak oldu. Sıra ot toplamaya gelince onun yanımızda olmadığını fark ettik. Bu ot toplama işi de ayrı bir zevkti. Adeta yeşil bir denizde gibiydim. Suyun içine dalar gibi, yeşil otlara gömülerek o sarmalanışın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Bu arada ellerimi ta diplere sokarak arkadaşımın tarif ettiği şekilde otları toplamaya da devam ediyordum. Müthiş bir gündü. Arapsaçı çoğunlukla olmak üzere farklı otlar topladık. Bunların arasında, ebegümeci, labada ve damar otu da vardı.
Arkadaşım da benim gibi bitkilere ve hayvanlara ayrı bir ilgi duyuyordu. Köpekler ve kediler bu yaratıkların başında geliyordu.
Arkadaşımda kaldığım bir gün, hayvanlara düşkünlüğüne yakından tanık olmuştum. O gün birlikte deniz kıyısına gidecek, su soğuk değilse denize de girecektik. Ancak evden çıkmadan önce, arkadaşım dışarıda beklemekte olan kedi ve köpeklerin yemeklerini hazırlamış, kapının önüne çıkar çıkmaz bu sevgi yumaklarıyla burun buruna gelince de onları bir güzel doyurmuştu. Öyle ki yiyeceklerin tozu bile kalmamıştı. Karnını doyuran kediler ortadan kaybolmasına karşın, köpekler yürüyüşümüzde bize eşlik etmişlerdi. Tamı tamına sekiz taneydiler.biz yürüdükçe onlar da yürüyor, biz durunca onlar da duruyordu. Bu halleriyle adeta bir tabur askeri andırıyorlardı. Kıyıdan köşeden çıkan düşman askerlerine bizim tabur anında müdahale ediyor, yanımıza yaklaşmalarına izin vermiyorlardı.
Yolumuzun Üzerinde dut ağaçları da vardı. Zaman zaman durup dutlardan atıştırıyor, sonra da yolumuza devam ediyorduk. Ağaç ve ev aralarından geçerek sonunda tam kadro olarak deniz kıyısına vardık. Tabi ki bizimkiler de hemen yanı başımıza kurulmuştu. Alışmış olduklarından arkadaşımın yanına sırayla uğrayarak ilk işleri kenelerini temizletmek oldu. Arkadaşım sabırla, hiç acele etmeden onları temizledi. Temizlenen köpekler daha sonra benim yanıma gelerek sevilmek istediklerini anlatan davranışlarda bulundular. Kafalarını kolumun altına sokuyor, ellerimi yalıyorlardı. tabi ki ben de onların bu sevgisini karşılıksız bırakmadım.
Su bana göre biraz soğuk olduğundan denize girmedim. Arkadaşım gidince köpeklerle kıyıda bekledim. bir kez köpek tarafından ısırılıp dört kez iğne yememe karşın, hala köpeklerden korkmuyor, onlarla iletişimimi çok iyi bir şekilde sürdürüyordum.
Arkadaşım aynı zamanda bir biyoenerji uzmanıydı. Asıl mesleği iç mimarlık olduğu halde, bir süre bu işi yaptıktan sonra mimarlık ofisini kapatmış, biyoenerji ilgisini çekince de yeniden bir ofis açmış, kendi deyimiyle, danışanlarını buraya kabul etmişti.
Kıyısından, köşesinden ben de biyoenerjiyle ilgileniyordum ama arkadaşım kadar inandığım söylenemezdi. Gerçi iyileşmelere ilişkin birtakım örneklere tanık olmuştum; ancak yine de şüphelerim yok değildi. Yakın çevremden iki kişinin biyoenerjiyle iyileştiğini görmüştüm. Biri İzmir’den, diğeriyse İstanbul’dan olmak üzere iki kanserli hastanın iyileşmesine kesin tanık olmuştum. Hatta İzmir’deki hastanın iyileşmesi, hastanedeki doktor tarafından da doğrulanmıştı.
Halen arkadaşım, danışanlarına daha yararlı olabilmek için kendini geliştirmeye devam ediyor. Alanıyla ilgili durmadan kitaplar okuyor, çeşitli şehirlerde verilen eğitimlere katılıyor. Diğer yandansa bitkilerden şifalı ilaçlar yapıyor.
Çiftleşme zamanı, kuzulama zamanı derken yazın gelişiyle ortalık sıcaktan kavrulurken doğaldır ki otlar da kuruyordu. Sadece otlar kurumakla kalabilseydi keşke. Yandılar, belki de yakıldılar. Bu yıl da yurdunuzun birçok yerinde ormanlar yanıp kül oldu. Şimdi düşünüyorum da o yangınlar, arkadaşımla beslemeye çalıştığımız o güzel yaratıkların yerine yurduna da uğramış, onlara da zarar vermiş miydi acaba?
Tam da bu yazımı gözden geçirirken, yeni bir haberle sarsılıyorum. Eskişehir’de çıkan orman yangınında, on kurtarma görevlisinin yaşamını yitirdiğini üzüntüyle öğreniyorum. Yangına müdahale etmek isteyen bu görevlilerin yeterli eğitime ve araca gerece sahip olmadıkları belirtiliyordu. Bu haberle bir kez daha canımız yandı. Hangi birine dayanmalı? Yok olan onca yeşile, hayvanlara mı, yoksa onları kurtarma pahasına kendilerini yakanlara mı?
Gün geçmiyor ki kötü bir haber duymayalım. Öyle bir duruma geldik ki yurdumuzda yaşamaktan nefret eder olduk. Bunların ardından bursa, İzmir Bornova gibi yeni yangın haberleri geldi. Bursa’daki bir köylü yurttaşın acı ifadesi, yüreklerimizi bir kez daha dağladı. Onca hayvan, çığlıklarıyla, haykırışlarıyla gecenin karanlığını yırtarak bir bir can vermişlerdi. Yine de elden geldiğince ilk müdahaleyi köylüler gerçekleştirmişti. Tam da bunları söylerken ‘Orman Köylüleri’ konusuna değinmeden geçemeyeceğim.
Geçmişte orman köylüleri ve ormanların korunması arasında çok yakın bir ilişki vardı. Günümüzdeki teknolojik olanaklara sahip olunmadığı zamanlarda orman köylüleri adeta ormanların bekçiliğini yaparlardı. Bu sistemin temel dinamikleri şunlardı:
Yangın gözetleme ve müdahale: Orman köyleri genellikle ormanlık alanların içine veya bitişiğine kuruluydu. Köylüler ormanlarda en ufak bir dumanı veya yangın belirtisini hemen fark eder ve genellikle kendi olanaklarıyla komünal bir şekilde ilk müdahaleyi yaparlardı. Bu hızlı reaksiyon küçük yangınların büyümeden kontrol altına alınmasını sağlardı.
Bilgi birikimi ve yerel uzmanlık: Nesiller boyu ormanla iç içe yaşayan köylüler, ormanın coğrafyasını, bitki örtüsünü, rüzgâr yönlerini ve su kaynaklarını çok iyi bilirlerdi. Bu yerel bilgi, yangınla mücadelede ve orman kaynaklarının sürdürülebilir kullanımında kritik öneme sahipti.
Orman ürünlerinden faydalanma ve sorumluluk: Köylüler ormandan odun, ot, mantar gibi ürünleri toplama hakkına sahipti. Bu durum, onların ormanı kendi geçim kaynaklarının bir parçası olarak görmelerine ve ona sahip çıkmalarına neden oluyordu.
Kültürel bağ ve duyarlılık: Orman, birçok orman köyü için sadece bir geçim kaynağı değildi. Aynı zamanda kültürel ve sosyal yaşamlarının da önemli bir parçasıydı. Bu derin bağ, ormana karşı yüksek bir duyarlılık ve koruma bilinci yaratıyordu.
Günümüzle karşılaştırma: Bugün yangınla mücadele, modern teknoloji
Hava araçları, uydu takibi ve benzerleri, organize ekiplerle yürütülüyor olsa da geçmişteki orman köylülerinin doğrudan katılımı ve yerel bilgi birikimi, yangınların daha nadir ve daha az yıkıcı olmasında önemli Bir faktördü. O dönemde yangınlar, bugün olduğu gibi çok olmazdı.
Gelişen teknolojiye karşın, yerel halkın orman koruma süreçlerine dahil edilmesinin önemi hala tartışılan bir konudur. Bir sonraki kuzulama zamanında ülkece köylümüzle, kentlimizle, çiftçimizle, işçimizle, her türlü sorunlarımızdan arınmış olarak buluşmak dileğiyle; umutla kalın.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.