turhan.icli@gmail.com
Gri ceketi, içinde mavi kareli gömleği ve lacivert üzerine açık renk kutucuk desenli kravatıyla. Gri, biraz dökülmüş saçlarıyla gülümsüyor.
Dört farklı kişinin başları ve üzerlerinde renkli konuşma balonları var, her bir konuşma balonunun içinde bir soru işareti bulunuyor. Konuşma balonları turuncu, pembe, mavi ve yeşil renkte. Kişilerin başının üzerinde farklı bir renkte konuşma balonu var.

Dilimizde isim olarak kullandığımız öyle sözcükler var ki, görece kısa sürelerle kullanıyor ve hızla eskitip terk ediyoruz. Neden acaba? Bunun nedenini anlayabilmemiz için bu çeşit sözcüklerin niteliklerini ayırt etmemizde yarar var. Hangi sözcükleri hızla eskittiğimize ilişkin birkaç örnek verelim: Sakat, kadın, müstahdem, kapıcı vb. 



Öteden beri bazı organlarını veya bu organların işlevlerini yitirmiş olan kişilere ne diye hitap edeceğimiz sorunu, ilgili kamuoyunu bir hayli meşgul etmiştir ve etmeye devam etmektedir. Osmanlı döneminde bu kişilere genellikle alildenilmiş ise de en az 19. Yüzyılın sonlarından itibaren 1990’lara kadar sakat sözcüğü kullanılagelmiştir. Bu sözcük bir eksikliğe ya da bozukluğa işaret etmektedir. İnsanların organlarında veya bu organların işlevlerinde meydana gelen eksilme veya bozulma sakatlık olarak adlandırılmıştır. 150 yılda meydana gelen bu değişiklik, dilin gelişim sürecinin doğal bir sonucu, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ‘Türklük’ bilincinin ve dilin Türkçeleştirilmesi eğiliminin ürünü sayılabilir. Ancak, sakatlık sorununun insanlığın ve ülkemizin gündemine daha ağırlıklı olarak girmeye başladığı 1980 sonrası süreçte sakat sözcüğü kırıcı ve incitici olarak algılanmaya ve yerine yeni sözcükler aranmaya başlanmıştır. Önce özürlü sözcüğü tercih edilmiştir. Sakatlık çalışmaları içinde bulunan bir kısım aydın tarafından “özürlü” sözcüğü, bir kusuru çağrıştırdığı, “özür dilemek” kavramını anımsattığı için eleştirilmiş ve 2000’li yıllara doğru sosyal bakış açısının genellikle kabul görmesine paralel olarak bireydeki bir eksikliğe değil de, toplumun çıkardığı engellere dikkat çekmek amacıyla ‘engelli’ sözcüğü tercih edilmiştir. Yer yer engelli sözcüğü de göze batmaya başlamış; “engelsiz”, ‘yetersiz’, ‘yeti yitimi bulunan’ gibi kavramlar kullanılırolmuştur. Hele son zamanlarda ‘özel insan’ sözcüğü, iç bayıltacak ölçülerde ve son derece duygusal bir vurguyla kullanılmaya başlanmıştır.



Oysa sorunun özü değişmemiştir. Sakatlar yine nüfusun önemli bir oranını oluşturmakta; ihmale uğramakta, toplumsal yaşamın kenarlarına itilmekte; yoğun bir ayrımcılığa tabi tutulmaktadır. Özü değişmemiş olan bu kitlenin isminin neden bu denli çok değiştiği elbette merak konusu olacaktır. 



Kadınlar için de benzer bir sorun yaşanmaktadır. Toplumun yarısını oluşturan bu dişi cinsine ne ad verileceği, kafaları yormakta ve bir hayli karıştırmaktadır. ‘avrat’ ile başlayan süreç, ‘hanım’ ile ilerlemiş; sonra biraz daha incelerek ‘bayan’ olmuş; feminist hareketin basıncı sonucu ilerici aydınlar arasında ‘kadın’ olarak yerleşmiştir.



Sanırım, ‘Avrat’ sözcüğü Arapça “avret” sözcüğünden türemiş olup Türk Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi’ne göre, ‘Bir kimsenin açması, başkasına göstermesi ve başkasının bakması haram olan yerleridir. Erkeklerin avret yeri göbekten diz altına kadardır. Kadınların avuç içlerinden ve yüzlerinden başka her yeri; ellerinin üstü, saçları ve ayakları dört mezhepte de avrettir.’ Yani İslam dinine göre kadın cinsi, bedeninin görülmesi haram olan yerleriyle tanımlanmıştır. 



Hatun veya katun, Vikipedi’ye göre, ‘Tarih boyunca Türklerle temas etmiş Asya ve Avrupa milletlerinin dillerine Türk hükümdarının karısı, Türk kadını, saygın kadın, yönetici anlamlarıyla geçmiştir.’ Büyük bir olasılıkla ‘katun’ sözcüğü yüzyıllar boyunca değişikliğe uğrayarak bugünkü ‘kadın’sözcüğüne evrilmiştir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre “erişkin dişi insan” anlamına gelmektedir.



‘Hanım’ sözcüğü de eski Moğol dilinde ‘han’sözcüğünden türetilerek kadın hükümdar veya hükümdar eşi anlamında kullanılmaktadır. Bugün bu sözcük, insanın dişisineverilen bir addan ziyade, kadınların adlarının sonuna “Aysel Hanım, Ayşe hanım” gibi bir nezaket eki olarakeklenmektedir. 



‘Bayan’ sözcüğüne gelince, bu sözcük büyük bir olasılıkla İngilizcedeki ‘mr/mrs’ ikilemine uygun olarak ‘mrs’ ön ekinin karşılığı olmak üzere son yüzyıl içerisinde türetilmiştir. Bu nedenle bir cinsin adı olarak kullanılması, zorlama bir nezaketgösterisinden ibarettir.



Bütün bunlar bilinmesine ya da küçük bir araştırma sonucu öğrenilmesinin mümkün olmasına rağmen dişi cinsine tertemiz Türkçemizin derinliklerine yerleşmiş “kadın” demek yerine, ‘hanım, bayan’ gibi zorlama adlar takmaya çalışmamızın nedeni elbette merak edilecektir.



İşyerlerinde bakım ve temizlik işlerinde çalışan yurttaşlarımıza da bir türlü isim beğenemiyoruz. Önce müstahdemle başladık; ‘hizmetli” diye devam ettik; “yardımcı personel” sözcüğünde karar kıldık. İşin niteliğini net bir biçimde ortaya koyan ve halkın temiz Türkçesiyle icat ettiği “kapıcı” sözcüğü, zaman içerisinde incitici bulunarak‘apartman görevlisi” sözcüğüne terfi etti.



Dilin gelişiminin doğal bir sonucu değil de sıklıkla değişen toplumsal psikolojinin bir yansıması olan bu sözcüklerin ortak paydası, genellikle ayrımcı tutum ve davranışlara maruz kalan toplum kesimleri olmalarıdır. Sakatlar engelliliğe dayalı ayrımcılıkla, kadınlar cinsiyete dayalı ayrımcılıkla, temizlik işçileri veya kapıcılar, sosyal statüye yani sınıf ayrımcılığına dayalı ayrımcılıkla karşı karşıya bulunmaktadırlar.



Dildeki değişimler, önemli oranda toplumun entelijansiyası olarak tanımlanan aydınlar tarafından gerçekleştirilmektedir. Aydınlar, dünyadaki ve ülkedeki gelişmelerden en çok ve hızlı etkilenen bir toplumsal zümredir. Bir toplumun entelektüel gelişimi ve dönüşümü, özellikle aydınlar aracılığıyla yaşama geçirilmektedir. Bu yüzden dildeki değişimler öncelikle aydınlar arasında ortaya çıkmakta; sonra uzunca bir tarihsel süreç içerisinde büyük halk kitlelerine sirayet etmekte; yavaş yavaş yerleşmektedir. Üretilen yeni sözcükler, başlangıçta yazarlar, hatipler ve siyasetçiler tarafından kullanılmaya başlanır. Yazılı, görsel ve sesli kitle iletişim araçları aracılığıyla halk kitlelerine taşınırlar. O sözcükler halkın dil yapısıyla uyum içerisindeyse, başka bir anlatımla o dilin üreme kurallarına uygunsa kabul görür ve giderek yaygınlaşmaya başlar. Bu, dilin doğal beslenme, zenginleşme ve gelişme sürecidir. Bu doğal gelişim süreci içerisinde sözcükler ve kavramlar, yüzyılları kapsayan uzun süreler içerisinde içerik ve anlam kazanırlar. Kuşaklar boyu değiştirilmeksizin kullanılırlar.



Peki, bizde bu süreç neden böyle işlememekte yani sözcükler ve kavramlar nispeten kısa süreler kullanıldıktan sonra eskimekte; terkedilerek yerlerini yenilerine bırakmaktadır? Yazımızın esas konusu budur.



Kanımca bu gibi sözcük ve kavramların sık sık değiştirilmesinin altında sosyolojik, sosyal psikolojik ve duygusal bazı nedenler yatmaktadır. Toplum; ekonomik, sosyal, kültürel vb. birbirinden farklı kesimlere; mülkiyet ilişkileri içerisindeki konumuyla belirlenen sınıf, tabaka ve zümrelere bölünmüş olduğundan bu durum, bireylerin psikolojilerini derin bir biçimde etkilemekte; onlarda büyüklük ve aşağılık kompleksleri yaratabilmekte sınıfsal olduğu kadar psikolojik ve kültürel çatışmalara yol açabilmektedir. Yani sosyolojik bir neden böylece sosyal psikolojik bir nedene dönüşmekte; bu da kitlelerin psikolojilerini derinlemesine şekillendirebilmektedir.



Toplumun beyni demek olan aydınlar da bu bölünmelerden uzak kalamamakta; tam tersine bu sosyal psikolojiyi ayna gibi bire bir yansıtmaktadır. Toplumun sınıf, tabaka ve zümrelere bölünmüşlüğüne paralel olarak aydınlar arasında da farklı anlayış ve düşünme biçimleri gelişmektedir.  Deyim yerindeyse her sınıf ve tabakanın psikolojisini ve ideolojisini yansıtan, sözcülüğünü yapan bir aydın zümresi vardır. Dil de dâhil olmak üzere bütün entelektüel yapı, önemli oranda aydınlar tarafından inşa edildiğinden toplumdaki tüm çatışma, çelişki ve karmaşalar aydınlar arasında da cereyan etmektedir. 



Yeni bir sosyo-ekonomik düzen kurulduğunda o günkü üretici güçler ve üretim ilişkileri uyum halindedir. Ama özellikle teknolojik ve insani üretici güçlerde zaman içerisinde meydana gelen değişiklikler, mevcut üretim ilişkileri tarafından zapt edilemez hale gelince yeni üretici güçlerle bu değişikliklere cevap veremeyen mevcut üretim ilişkileri arasında çatışma başlar. Bu çatışma keskin ve yıkıcı bir aşamaya ulaştığında yeni bir toplumsal devrim dönemi açılır. Devrimci sınıf ve zümreler örgütlenerek eski üretim ilişkilerine son verecek toplumsal devrimi gerçekleştirirler. Bugüne dek klasik olarak ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olmak üzere beş sosyo-ekonomik formasyondan yani beş toplumsal düzenden söz edebiliyoruz. 



Toplumsal sınıf ve tabakalar tarihsel süreç içerisinde çıkarlarına göre konumlanır; ya geçmişi, ya bugünü ya da yarını temsil ederler. Buna göre ya gerici ya tutucu ya da ilerici pozisyonlar alırlar. Genellikle kapitalizm öncesinden yadigâr kalan toprak ağalığı, tefeci-bezirgânlık gibi tabaka ve zümreler gerici, kapitalizmin yarattığı tüccar, sanayici ve bankacı zümreler tutucu, çıkarları yeni bir düzenden yana olan emekçi sınıflar ilerici roller üstlenirler.



Bu tespitler, genellikle bütün toplumlar için geçerlidir. Ama bizde ve bizim tarihsel ve toplumsal yapımıza benzeyen kimi toplumlarda durum başka türlü cereyan etmiştir. Batı yukardaki tespitleri doğrulayacak bir yol izleyerek istikrarlı bir biçimde bütün tarihsel aşamaları sindire sindire yaşarken Doğu toplumlarında tarihsel aşamalar iç içe geçerek daha karmaşık ve çarpık bir süreç işlemiştir. Batı 16, 17, 18 ve 19. yüzyıllar boyunca sanayi ve demokratik devrimini tamamlarken Doğu, bu sürece ayak uyduramamış; sömürgeci Batının üzerine abanmasıyla çağdaş adımları atamadığından geri ve gerici bir pozisyonda kalmıştır. Batıda burjuva devrimleri, daha önceki döneme ait sınıf ve zümreleri tasfiye edip modern bir yapı meydana getirirken bizde köklü bir burjuva devrimi gerçekleşemediğinden, daha doğru bir anlatımla ulusal kurtuluş mücadelemizden sonra başlayan burjuva demokratik devrim süreci tamamlanamadığından toplumumuz Orta Çağa ait tefeci-bezirgân ve feodal sınıflarla modern sınıfların bir arada yaşadığı karmaşık bir hal almıştır. Gerici sınıf ve zümrelerin zehirlediği toplumsal atmosfer, her türlü ilerici ve devrimci düşünce akımını boğmakta; değişim ve dönüşüm yönündeki tüm hareketler, ağır bir biçimde baskılanmaktadır. Aydın zümreler de bu toplumsal gerçeklikten nasibini almış; ona göre şekillenmiştir.



Dikkat edilirse, gerici ve tutucu sınıfları temsil eden aydınlar eski sözcük ve kavramları kullanırken ilerici aydınlar daha yeni ve çağdaş kavramları kullanmayı tercih etmektedirler. Dilimizi zenginleştirenler, sözcük ve kavramlara zengin içerikler kazandıranlar, her türlü bilimsel ve sanatsal yapıtlarıyla ilerici ve devrimci aydınlardır. Her şeye rağmen entelektüel dünyamıza yön verenler hep onlardır.



Burada başka bir süreç daha işlemektedir. Dünyada ve toplumumuzda koşullar, büyük bir değişim ve yenileşme gereksinimini dayatmaktadır. İşte bu değişim ve yenileşme sürecine karşılık veremeyen gerici ve tutucu aydın tipolojisi, nesnelerin özünü değiştiremeyince, biçimini ve görünümünü değiştirmeye yönelmekte; bu durum gerçek değişim gereksinimini karşılayamadığından kavramların içi hızla boşalmakta; yerlerine yenileri konulmaya çalışılmaktadır.



Söz gelişi, sakatlık kaynaklarının kurutulması, sakat sayılarının azaltılması veya sakatlara insan onuruna yaraşır yaşam standartlarının sunulması başarılamayınca, bunu gizlemeye yönelik olarak sürekli onlara ne ad verileceği tartışılmakta; içi kof bir duygusal yaklaşımla yeni kavramlar icat edilmektedir. Benzer bir durum kadınlar için de yaşanmaktadır. Kadın ve erkek eşitliği gerçek anlamda sağlanamayınca, kadının üretim süreçlerindeki ve toplumsal yaşamdaki konumu doğru tanımlanamayınca, bu gerçek, hanım mı desek, bayan mı desek diye sulandırılmakta ve üstü örtülmeye çalışılmaktadır.



Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz bu çarpık ve karmaşık durum, kanımca, toplumsal dengelerimizin yerine oturmasını sağlayacak, Ortaçağ artığı sınıf ve zümreleri, dolayısıyla Ortaçağa ait düşünce kalıplarını ve ideolojilerini bütünüyle tasfiye edecek, ülkemizi emperyalist bağımlılıktan kurtaracak olan köklü bir toplumsal ve kültürel devrimle sona erdirilebilir.



20 Ocak 2024

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.