coskun@media.ankara.edu.tr
Arkalarında durgun bir ırmağın olduğu ormanlık alanda, çimenlerin üzerinde zıplayan 3 genç kadın var. Kadınlar siyah pantolon, pembe ve beyaz renklerde kısa kollu tişört giyinmişler. Kadınların saçları açık ve uzun, iki kadının saçı kahverengi, birinin saçı sarı.
YAZAN: Hülya COŞKUN

Ülkemizde kadınların başarılarıyla gururlanma süreçlerinde toplumun kadına, kadının kendisine ve sporcu kadına bakışının birçok yönüne tanıklık ediyoruz.
Elbette bu olumlu bakışı değiştirecek olumsuz yönde algı yönetimlerinin nasıl devreye girdiğine de tanıklık ediyoruz.
Özellikle spor performansları aracılığıyla, kadın bedenine, giysilerine, cinsel aidiyetlerine odaklanarak bunları gündeme taşıyan zihnin, kadın aklını, karakterini, yeteneğini ve üstünlüğünü nasıl değersizleştirmeye çalıştığını da takip ediyoruz.
Spora, kadına ve ideolojilere bu bağlamda bakmak sadece eğitimciler için değil tüm kadın-erkek için zorunlu hale geliyor. Toplumda bireyler voleybolcu kadınların elde ettiği müthiş başarılar neticesinde neyle karşı karşıya kaldı/kalıyor? Bugüne kadar kadınların yaşamını sınırlayan ve bunun normal olarak kabul edilmesini sağlayan ideolojik bilince, ataerkil görsel ve kültürel sınırlamaya kadınlar, kazandıkları başarıyla meydan okuyor.
Görüyoruz ki, kadın sporcular iyi performans gösterdikleri ve kendi fiziksel sınırlarını zorladıkları zaman sıklıkla cinsiyetleri ve biyolojik cinsiyetleri sorgulanır hale geliyor. Bunun biyolojik cinsiyetle ilgili gerçek bir sorun olmasından ziyade, cinsiyet farklılıklarının sporcuların fiziksel bedenlerinde yer almasıyla ilgisi var. Cinsiyet ideolojileri kültürümüzde yaygın. Fiziksel bedenin kültürel normlara uymasını sağlamak için kendine ve başkalarına uygulanan şiddet dikkat çekiyor. Kadınlara spor yoluyla uygulanan şiddete tanık oluyoruz.
Dolayısıyla sadece ırk, sınıf ve cinsiyet meselelerine değil aynı zamanda zihin ve beden meselelerinde de bize yardımcı olabilecek bir adalet ve eşitlik retoriğine (söylemine) ihtiyacımız olduğu bir kez daha kendini gösteriyor. Toplumsal cinsiyet ideolojilerini, toplumsal dünyaların organizasyonundaki erkeklik, kadınlık ve kadın-erkek ilişkilerine ilişkin karmaşık fikir ve inanç ağları, sporu, sporcuyu anlamamızda da bizleri sınırlara, yasaklara, gözetlenme ve kendimize çeki düzen vermeye götürüyor.
Türkiye’nin A Milli Kadın Voleybol Takımı’nın art arda kazandığı uluslararası düzeyde iki büyük başarının sonucu bu kalıplarla toplumu yüz yüze getiriyor. Baskı bu kez kadın voleybolcular üzerinden arttırılmaya çalışılıyor.
Yine de biraz umutlu olmak istiyorum çünkü, sporcularımızın bu başarıyı yönetme tarzlarının getirdiği olumlu bir sonuç olduğunu düşünüyorum. Kadına yönelik pekiştirilmek istenen olumsuz algının toplum genelinde bu nedenle çok karşılık bulduğunu düşünmüyorum. Tam da bu kabul görmeme yüzünden, sporcu kadın bedenleri ve yaşam tarzları ısrarla kitleleri etkileme gücüne sahip bazı din görevlileri tarafından gündemde tutulmaya çalışılıyor. Biliyorsunuz ülkemizde spor dendiğinde akla gelen ilk branş futbol. Çok sayıda futbol programı ve yorumcusu var. Ancak yorumcuların neredeyse tamamının erkek olması –var olan kadınlar daha çok soru cümleleri kuruyor- ülkemizde spora ve kadına bakışın önemli göstergesi.
Medya aracılığıyla yaratılan bu kültür ortamında yapılan spor programları ve haberin miktarı ile türü, kadınların spordaki başarılarını ve katkılarını değersizleştiriyor ve önemsiz gösteriyor. Görüyoruz ki, spor medyası kadınları “erkeklerden” farklı şekilde nitelendiriyor ve oyun sahalarındaki performanslarından ziyade ailevi ilişkilerine, özel yaşamlarına ve fiziksel çekiciliklerine odaklanıyor. Kadın spor muhabirleri bazen sahadaki kadınlarla aynı türden ötekileştirmeyle karşı karşıya kalıyor. Erkek egemenliğinin son kalesi olarak kabul edilen spor medyası, kadın sporlarına adil bir şekilde yer vermeyi sürekli olarak ihmal ediyor. Haberler futbol ile başlıyor, haberde kadın sporuna ilişkin bir aktarım yapılacaksa o spor branşında kadın işaretleniyor ve ikincilleştirilerek veriliyor.
Örneğin: Futbol spor branşı haberleştirilirken erkek futbolu ifadesi kullanılmıyor, “… futbolda Fenerbahçe …” deniliyor. Ama kadın futbolu haberleştirilirken, Fenerbahçe kadın futbol takımı denilerek kadın vurgulanıyor. Çünkü spor/futbol erkeğe ait bir alan.
Bir başka örnekte 2022-2023 futbol sezonunda Merkez Hakem Kurulu Başkanı (MHK) olarak göreve getirilen Prof. Dr. Lale Orta’ya ilişkin kullanılan eril dil de karşımıza çıktı. Tüm haberler “MHK başkanı kadın Lale Orta …” diyerek verildi. Kadınlık vurgulanarak cinsiyeti ön plana çıkartıldı ve bu işaretleme yoluyla ikincilleştirilen eril dil kullanıldı. Lale Orta’dan önce başkan olanlar, mesela Sabri Çelik’in cinsiyeti hiçbir haber sunumunda, programlarda vurgulanmadı/vurgulanmaz.
Maalesef kadınlar zaten spor medyasında dramatik biçimde yeterince temsil edilmiyor. Bu haber eksikliği, spor izleyicileri için kadın sporunun daha az değerli olduğu, rekabetten ve kaliteden yoksun olduğu algısını yaratıyor. Bu ciddi yetersiz temsilin, kadın sporcuların spor dünyasında çok az öneme sahip olduğu izlenimini yarattığını söyleyebilirim. Spor medyası kadın sporunu marjinalleştirirken, erkek sporculara rutin olarak statü, güç ve prestij veriyor. Kadın sporcular yalnızca daha az haber almakla kalmıyor, aynı zamanda yer aldıkları haber de genellikle performansların yanı sıra karakterizasyon açısından da önyargılı bir içerikle sunuluyor. Yani çekicilik ve uygun toplumsal cinsiyet katılımına –futbol ve basketbol erkek sporu olarak görülürken, voleybol, jimnastik, buz pateni kadın sporu olarak ayrıştırılıyor- dayalı olarak kapsamdaki farklılıklara dikkat çekmek istiyorum. Görüyoruz ki, spora katılım ve spor kapsamı bazıları tarafından yalnızca cinsiyet ve cinsellik önyargısı temelinde sınıflandırılıyor. Öte yandan ideoloji üretenlerdeki tedirginlik, kadınların voleybol sporuyla gelen başarısının kitle iletişim araçları aracılığıyla aktarımı süreçlerinde, toplumda bilinç değişimine neden olacağı yönünde.
İzledik.
Maç süresi boyunca ve sonunda kadınlara yönelik güzellik anlayışı mitleri, kadının bedeniyle barışık hali ve yine kadınların birbirlerine destek olan güç görüntüleri, toplumun görmemesi gereken görüntülerdi. Çünkü kadın ataerkil ideolojide, evde olmalı, çocuğuna, eşine hizmet etmeli ve “dış dünyanın tüm kötülüklerinden” uzak yaşamalıydı. Bunu yaşamının normali olarak öğrenmişti. Öte yandan kapitalist sistemin yarattığı güzellik efsanesi toplumda bir kadının başarılı olması durumunda güzel olmaması gerektiği yönünde algıydı. Başka bir deyişle, fiziksel güzellik, zekâ ve yetenek arasında bir denge söz konusu olamazdı.
İzlenen her maçla bunlar yerle bir olurken yaşanan sevinç, başarıyı kucaklama ve kutsama, toplum ve kadın voleybolcular arasında güçlü bağların kurulmasını sağladı. Özellikle kadını cinsel obje olarak gören ideoloji şaşkına döndü. Sahada kadınlar erkekler birbirlerine sarılıyor, kucaklıyor, havalara kaldırıyor. Kadın ve erkek bu kadar yakın temasta şehvet uyandırır ezberi şimdi ne yapacaktı. Spor kültürü cinsleri önce birey olarak görür.
Tabi sistemin amacı özellikle “çağdaş medyanın” ve sosyal medyanın kadınların tasvirlerinde açıkça görülen, ataerkil görsel sınırlama retoriği kadınların sistematik ve kurumsal olarak baskı altında kalmasını sağlamak. Böyle olsa da kadınlar, voleybolcu kadınlar aracılığıyla kendilerini kısıtlayan yapıların farkına varmaya başladı. Başarı her ne kadar “altın kızlar” manşetleri atılarak değersizleştirilmeye, nesneleştirilmeye çalışılsa da sonuçta ataerkilliğin bozulmasına ve hatta tersine dönmesine yol açabileceği korkusu da dahil olmak üzere, derinlere kök salmış korkulardan ve hegemonik ideolojileri bir kez daha karşımıza çıkarması açısından önemli. Kadınlar spor aracılığıyla otorite, görünürlük ve ekonomik sermayelerinin artmasıyla daha da güçlendikçe, ataerkilliğe yönelik büyüyen bir tehdit oluşturmaya devam edecektir. Özgür kadının sembolleri olarak voleybolcu kadınlar, kadınların-erkeklerin daha çok bilinçlenerek özgürleşmesinin yolunu açmaya devam edecek.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.