Erkekler, kadınlar giremesin diye izbe yerlerde toplanırlar ya..
Kadın olduğum için herkesin önüne, sahneye çıkmamdan daha doğal bir şey olamazdı. Toplumun benim için biçtiği kalıplara itiraz ettiğim her anda karşımda duran, birden beliriveren ve özellikle önüme konan engelleri aşamayacağım ihtimallerinden ziyade kendi varlığıma ihanet etmemek için neler yapabileceğime kafa yordum. İlk işimden itibaren, bir gün oralarda söylediklerimin er geç kabul göreceğinden ve kadınları bir araya getireceğinden emindim. Gündelik yaşamım izin vermese de hazır hissediyordum çünkü bu coğrafyada mutluluktan daha öncelikli gayelerim vardı.
Judith Butler’ın deyişiyle ‘bela olan bedenler’ alan yaratmak için kıpırdamak zorundadırlar. Çocukluğumdan itibaren yerimde durduğumu hatırlamıyorum. Kendi başıma koşup yürümeyi öğrendiğim günlerde götürüldüğüm dans eğitimi, başımı belaya sokmamam için aileme zaman kazandırmak yanında, bana ileride neyi eleştirel biçimde unutmam gerektiğini öğretmiş olabilir. Anaokulundan liseye kadar her yıl temsillerde prenses rolüyle sahnede olmam, masalların uyandırma işlevlerini keşfetmeme sebep olmuş olabilir. Lise yıllarımda kütüphanelerde okuduğum kadın tarihine ilişkin kitaplar bende derin meraklar uyandırmış olabilir. Üniversitede istediğim her şeyi yaparım şeklindeki cahil cesaretimle elde ettiğim gereksiz başarılar, deneyselliğin ilkelerini pratik etmeme fırsat yaratmış olabilir. 26 yaşımda ikiz çocuk doğurup, sorumlulukların sınırlarını keşfetmem ve toplumun bana yüklediği yeni statü ile baş etmem, olduğumdan daha güçlü hissettirmiş olabilir. Ayaklarımın üzerinde durmak için çalıştığım her iş, asıl yapmak istediklerimi çalar saat gibi her gün hatırlatmış olabilir. Tüm bu tecrübeleri paylaşma zorunluluğu yukarıda saydıklarımın sonucunda ya da sadece kendimden büyük bir şeyin içinde kaybolup, oradan gösterebileceğim bir şeylerle geri dönme heyecanından hiç vaz geçmememden kaynaklanmış olabilir.
Herkesin anlayacağı bir ölçüm, biçim kaygısı taşımadığım için kıpırdayarak, zıplayarak, dans ederek ama durmayarak 2009 yılında kendi tiyatromu kurarak alanımı açtım. Öncelikle kadın sorunlarını sahneye koyarak, amatör ve profesyonel kadınların ortaklaştığı projeler üretmelerine fırsat sağlayarak, eril dilden arınmış metinler yazarak, çağdaş sahneleme yöntemleri araştırarak ve durmadan gelişerek alanımı genişlettim. Bunca yıl, sayısız projeyi hayalden gerçeğe taşımak hala bana bebek adımı kadar yol almışım gibi hissettiriyor. Çünkü kadınların hak arayışı bildiğiniz gibi küresel ve tarihi çok eski bir mücadelesidir. Eril düzenin oyunlarını bozmak için daha fazlasına, yumruğunu kaldıran, harekete katılan daha çok kadına ihtiyaç var. Şu aralar ‘mutluluğun 5 sırrı’ minvalinde kitapları okumak yerine ‘sır mır yok’ diyebilmeleri gerekiyor.
12 yıldır yazdığım, yönettiğim, oynadığım oyunlar ve performanslar sırasında, gündelik hayatımın dışında çalışabileceğim bir fiziki mekânın olmaması, beni dış etkenlerle, bazen onlara rağmen üretmeye itti. Ursula Le Guin’in deyişiyle ‘toplumsal ya da estetik dayanışmaya ya da onaya en az sahip sanatçılardan’ biri oldum. Çünkü anneliğim hayatımın tüm meselelerini içeriyordu. Asla işimden daha anlamsız değildi. Sadece çok fazla enerji, pratiklik ve öncelikler konusunda imkânsız bir denge gerektiriyordu. Bunun çözümü sahicilikteydi, en kuytumdan çıkan hayalimin bile samimiyetle işe dönüşmesinden başka seçeneğim yoktu. Diğer yandan tiyatrocu olarak ev yaşamımı da oyun alanına çevirmekteydim. Aslında zamanla anladım ki tiyatromu kurmadan önce, asıl oyunun hayat olduğu konusuna direngen bir yaklaşım içindeymişim. Artık sanatın terapi etkisi olduğunu düşünenlerin aksine flaş çaktırdığını, huzur kaçırdığını söyleyebilirim.
Tutkularımın peşinden gitmek için yaptığım bu eylemi çevremdekiler yaşamımda bir tepki gibi algılayarak eleştirdi, çekiştirdi. Oysa tepkinin eylem olmadığını, sahnedeki oyunumdan sonra bunları yapmalarının gerektiğini çok sonra fark ettiler. Elbette maddi manevi tüm riskleri yüklenerek, ilkokula giden ikiz çocuklarla sadece mesai saatlerinde çalışmış olmamın rahatlığına alışmış bir aile hayatında tiyatro yapmak kolay olmadı. Hatta Camille Claudel’in trajik yaşam öyküsünü sahneleme inadımın kaynağı, eminim ki o günlerde maruz kaldıklarımdı. İlk oyunum olmasına rağmen, hayal ettiğimden daha başarılı bir proje çıkarmış olarak seyircinin kalbini kazandım. Sadece kadınların değil, erkeklerin de! Ezen konumundakilerin kendilerini sorgulamalarını sağlayabileceğim bir yol seçmiştim artık. Belki de farkında olmadıkları güçler tarafından sürüklendiklerini, kolaycılıklarını ve bunların bedellerinin ağırlığını hissettirme şansım olacaktı. Her gün çeşitli biçimlerde şiddet gören kadınların sesi olmak ne kadar önemli bir misyon olsa da, tek başına kurtuluşa inanmıyordum.
Bir sistemde var olmanın o sistemi atlatmak olduğunu deneyimlediğim ‘Çok Yaşa Andy Warhol’dan sonra daha da deneysel ve özgün işler çıkarmaya başladım. ‘Önemsiz Bir Ölüm’ oyunumda pencereden atlayarak ölümü mutlu bir son olarak gören bir kadının hayatıyla yüzleştirdim seyircimi, ‘Dişi’de vahşi kurt kadınla, ‘Üçüncü Türle Yakın İlişkiler’ de uzaylı kadınla, Ego’da her şeyi yaratmış olan tanrıçayla! ‘O aşk değil nar’da kadın oldukları için tarihte çok geç isimleri duyulan şairleri bir bir konuşturdum dizeleriyle. Her projemle kadın hareketi içindeki yerim durmadan genişliyordu. Zamanla yürüyerek açtığım patikada kaybolduğumda ise kulağıma fısıldayan kadınlar oluyordu. Dünyanın her yerinden duyduğum sanatçılar var ama en yakındakiler; Sevim Burak, Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Didem Madak, Asuman Susam, Şükran Yücel.
Bana harita vermek yerine ihtiyaç duyduğum her anda varlıklarını hissettiğim kadınlar! Yeri geldiğinde hemcinslerimi eleştirmekten kaçınmadığım için geçmişin, şimdinin, gelmekte olanın gerçeğini temsil ederek dengemi korumamda etkili oldular.
Kadın futbol takımı ile Tante Rosa sahnelemek, körlerle oyun yapmak ne kadar deneysel görünse de, benim hayatımda olması gerekenlerdi. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği olarak sıklıkla duyduğumuz ancak benim feminist düşüncenin ürünlerinden olarak gördüğüm tüm kavramların yürürlükte olması gibi.
Erkeklerin çıkarsızca yanımda oldukları ya da ellerindeki imkânları paylaştıkları bir hatıram yok. Erkek oyuncunun provaya giderken çamaşırı, ütüyü düşünmek, turnelerden önce çocuklarına tencereler dolusu yemek yapmak zorunda hissetmemesi bile maruz bırakıldığımız ayrımcı sistemin kanıtıdır. Bu yüzden hem kişisel hem kitlesel biçimde bir hak savunucusu, tüketilmek istenen tabiriyle feministim!
Patikamın getirdiği yerden arkama baktığımda, hayatımı anlatmam için davet edildiğim onlarca seminerde, etkinlikte, bazen sosyal medyadan gördüğü kadarıyla beni rol model almaya heveslenen veya sıçrama anlarına destek verdiğim ama onları sürekli olarak havada tutmamı bekleyen kadınlar görüyorum. Oysa dayanışmanın amacı sorunları çözmek ve birlikte direnerek güçlenmektir. Özgünlüğünüzü kaybettiren hiçbir şey mutlak çözümün parçası olamayacağı gibi sizi zayıflatacaktır. Emin olun, bela olun! Kendiniz olarak gittiğiniz her yerde ben sizi bulurum.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.