Bir ofis ortamında yuvarlak bir masa etrafında oturan iki kadın. Soldaki açık renk bir bluz ve siyah etek giymiş, uzun kahverengi saçları var. Sağdaki koyu mavi bir elbise giymiş ve kıvırcık siyah saçları var. İkisi de birbirine dönük oturuyor ve konuşuyorlar. Arka planda büyük bir pencere var ve dışarıda şehir manzarası görünüyor. Işık, pencerenin dışından içeriye doğru geliyor.

Güzel Türkçeme aşığım. Elimden geldiğince dilimi gerek konuşurken gerek yazarken en düzgün şekilde kullanmaya gayret ederim.



Ben TRT çocuğuyum. Kendimi bilmeye başladığım 60'lı yılların ortalarından 2000'li yılların başlarına kadar okulum oldu TRT. Özellikle radyo. Ülkemizde çoğunluğu kısıtlı koşullarda yaşamak zorunda olan kördeşlerim gibi benim de sanatsal ve kültürel ihtiyaçlarıma yanıt verirdi o güzel kurum. Dolayısıyla, hayatıma giren herkesin çok takdir ettiği düzgün Türkçemin mimarı eski TRT'dir.



90'lı yıllardan itibaren özel radyo ve televizyonların hızla yaygınlaşması, çok güvendiğim Türk Dil Kurumundaki yazın ve imla kurallarında saçma sapan değişiklikler yapma sevdası güzel Türkçemde bozulmaların da başlangıcı oldu. Ve üzülerek yazıyorum ki, paramızdan altı sıfır atılalı onca yıl geçmesine rağmen hala bir liraya bir milyon, bin liraya birmilyar lira demekten vazgeçemeyen yurdum Aziz Nesinlikleri, dilimize giren acayiplikleri inanılmaz bir çabuklukla benimseyiverdiler.



90'lı yılların sonlarına kadar kimse kuzen sözcüğünü kullanmazdı. Bilmezdi zaten. Halaoğlu, dayıkızı, amcaoğlu, teyzekızı, kimi zaman da yeğen denirdi. 



O canım sözgelimi oldu atıyorum. Varsayalım, diyelim ki, örneğin sözcükleri de sıkça kullanılırdı ama kimse atmazdı. Ne atıyorsun kardeşim?... Top mu, tüfek mi, taş mı, yoksa inşaat temeli mi?...



Biz haftasonunu birleşik yazardık, oldu ayrı ayrı hafta sonu. Tek kanallı, siyah, beyaz televizyonlarımızda cumartesi, pazar günleri, öğleden sonraları o çok sevdiğimiz programlar başlarken ekranda kocaman harflerle HAFTASONU yazardı. Bir de magazin gazetemiz vardı HAFTASONU adında. Her haftasonu paylaşımlarında özellikle dikkat kesiliyorum, mutlu bir haftasonu diliyorum mu yazmışlar, mutlu bir hafta sonu diliyorum mu?...



Birleşik olarak suluboya, kuruboya, yağlıboya, karakalem yazardık. Şimdilerde; sözcükleri ayırmışlar, sulu boya, kuru boya, yağlı boya, kara kalem yazıyorlar ve cinlerimin tepemde toplantı yapmalarına yardımcı oluyorlar. Üyesi olduğum resim gruplarındaki paylaşımlara kulak attığımda özellikle teker teker okutuyorum bilgisayarıma, suluboya mı yazmışlar, sulu boya mı?... Yağlıboya mı, yağlı boya mı? diye. Bu resmen saplantıya dönüştü bende.



Ağabey yazar, konuşma dilimizde abi derdik. Yazarken de abi yazılmaya başlandı hiçbir rahatsızlık duyulmadan.



Bizler heyecanlanırdık. Heyecan yapmazdık.



Paniğe kapılırdık. Panik yapmaz, panik olmazdık.



Rakamları yazı olarak yazdığımızda; birleşik olarak onbir, yirmiiki, yetmişbeş yazardık. Bir metinde, ayrık olarak on bir, yirmi iki, yetmiş beşe rastlayınca o metni yazanı falakaya yatırıp, o sayılarca vurmak vurmak istiyorum.



Kendine şair, yazar payesini verenlerde bile rastlamışımdır. Tüm de'ler ve da'ları, ki'leri ayrı ayrı yazıyorlar. Her ‘de’yi ayırarak ben de de var değil, birinci ‘de bitişik ikinci ‘de’ ayrık olarak bende de var. Sen de de yok muydu değil, sende de yok muydu diye yazardık biz. Çünkü dahi anlamında kullanıldığı zaman ayrılmalı de'ler ve da'lar. Yani bende dahi var yazmak yerine, bende de var yazılmalı. Ama nerdeeee!... Bende ki, sende ki gibi ‘ki’yi ayırarak yazmazdık. Birleşik olarak bendeki sendeki yazardık. Ki'ler; dedim ki, ola ki, bilmelisin ki derken ayrılırdı.



Haaa, unutmadan belirteyim ki, biz bitişik olarak birşey, herşey, bugün, hergün yazardık, şimdilerde onlar da ayrı ayrı yazılır oldu beni çileden çıkarmak istercesine.



Bir buluşma ayarlanacağı zaman, saat 05.00 gibi ya da saat 08.00 gibi falanca yerde buluşalım diyorlar. O gibiyi bir türlü anlamlandıramamışımdır. Buluşmalar sabahın köründe değil, akşamüstü (akşam üstü değil) olacağına göre, saat 17.00ya da 20.00’de, falanca yerde buluşalım demek daha doğru olmaz mı? Bizler sularında sözcüğünü kullanırdık. 15.00sularında. 18.00 sularında gibi. Bunu da anlayamamışımdır. Neden sularında?... Saatlerin suyu mu var?... Sularında sözcüğünün neden kullanıldığını bilen birileri varsa ve beni de aydınlatırsa çok sevinirim.



İnsanlar herhangi (her hangi değil) bir konuda tartışırlar laf çarpıştırmaya başlarlar. Konuyu bir başkasına aktarırken; “hadi ordan be!...” yaptım. “Gitsene başımdan!..." yaptım. “Oooofff yaaa, yeter!...” yaptım diye anlatırlar. Yapmadın kardeşim. Dedin, söyledin, çıkıştın.



Tartışmak kavga etmek anlamında kullanılır oldu. Oysa bir konu üzerinde fikir alışverişinde bulunmaktır tartışmak. Kimi zaman babamla fikir ayrılığına düşeriz. İkimizin de fikri değişmeyeceğine göre sözü uzatmamak yerine “Tartışmayalım bu konuda.” dediğimde babam; “Sen kimsin ki benimle tartışacaksın?...” deyiveriyor. Oysa büyüklerimle, hele hele babamla kavga etmek asla haddim olamaz ama ne yazık ki yaşı 80'leri geçmiş büyüklerimiz bile alışıyorlar dilimizdeki bozulmalara.



Neyse ki sinirlerimi zıplatan ‘hayret bir şey’ unutulmaya yüz tuttu. Hayret bir şeysin adında şarkı bile yapmışlardı. Yaşlılardan küçücük çocuklara kadar herkesin ağzına sakız olmuştu hayret bir şey.    



Şu kız arkadaş, erkek arkadaşa da ‘taktım ben’ en fenasından. Türkçemizde mis gibi sevgili sözcüğü dururken neden böyle zırvalıklara meydan verilir hiç anlamam. Ayşe, Selma, Tuğçe benim kız arkadaşım, Ali, Mehmet, Mert erkek arkadaşımdır.  Eğer Ali, Mehmet ya da Mert'le arkadaşlığım aşka dönüşürse benim sevgilim olur erkek arkadaşım değil. Öz be öz Türkçesi budur.



Yemek, içmek nasıl doğalsa vücudun yenilenleri, içilenleri sindirip, kalıntıları boşaltması da o kadar doğal değil mi?...Eskiden insanlar helaya, ayak yoluna ya da tuvalete giderlerdi. Şimdilerde lavaboya gidiyorlar kardeşim. Tuvalet başka, lavabo başka. Sanırsın hacetlerini lavaboya yapacaklar, üzerine de ellerini yıkayacaklar. İnsancıklar konuşmalarıyla birbirlerini rahatlıkla kırabilir, en sevdiklerinin ardından atıp, tutup, gıybet edebilirlerken en doğal ihtiyaçları olan tuvalet ihtiyacını ifade etmeye utanıyor, lavaboya gideceğim diyorlar.



Hele şu eskiden çekinmeden kullandığımız, herkesin normal karşıladığı, günümüzde farklı anlamlar yüklenerek kazara kullanıldığında hemen kikir kikir gülmelere sebebiyet veren sözcükler beni zıvanadan çıkarıyor vesselam.



Kuş diyemiyorsunuz rahatlıkla. “Kuş aldım, kuşum çok sevimli, kuşum öldü, kuş gördüm” diyemiyorsunuz artık.Cinsel organlara da kuş deniyor ne yazık ki. Sinirden çatlıyorum ama elimden bir şey gelmiyor.



Sevişmek sözü yalnızca cinsel ilişkiye indirgendi. Hiç yadırganmazdı bir erkek, başka bir erkek arkadaşından söz ederken; “biz onunla çok sevişiriz ya da kim bilir şimdi nerelerde?... Çok sevişirdik kendisiyle.” dediğinde. İki genç birbirine aşıksa, gençler sevişiyorlarmış denirdi ve kimse ağzını küçük dilini gösterecek kadar açıp gülmezdi.



Koymak sözcüğü de ne yazık ki cinsellikle anılır oldu. Tutmak, yapmak, vermek, kaldırmak, yalamak bile.



Günümüzde biri kazara bir sopa, kapı kolu, salatalık, patlıcan gibi herhangi bir nesneyi tutmuş olsun. Hemen diğeri oradan atılır: Herkesin tuttuğu kendine. Hahahahahaaaaa!...



Üniversiteyi bitirip, doktora yapan biri rahatlıkla “Doktora verdim” derdi. Ama şimdi: “Doktora mı verdiiinnnnn!...Hahahahahaaaaa!...”



Kendimi bildim bileli dondurma ya bir özel dondurma kabına konup, kaşıkla yenir, ya da külaha konur, yalayarak yenir. Bu gayet doğal değil mi?... Değil efendim değil. “Dondurmayı kaşıkla mı yersin, yala yarak mı?... Hahahaaaaaaa!...”



Gençlik yıllarımda benim de zaman zaman güldüğüm olurdu ama artık gerçekten midem bulanıyor, sinirlerim bozuluyor. Hele bir de “Türkçe lastik gibi. Nereye çeksen oraya gidiyor demezler mi!....” Kardeşim senin niyetin bozuk. Türkçe ne yapsın?



Bir ülkeyi yok etmek istedikleri zaman önce dilinden başlarlarmış. Yazacak o kadar çok şey var ki bu konuda. Hepsini yazmaya kalksam ne benim gücüm ne de bilgisayarımın kapasitesi yeter.



Düzeysizlikten, şımarıklıktan hiç hoşlanmayan canım, biricik ATATÜRK BABAM, onca önem verdiği, üzerine titrediği, mümkün olduğunca sadeleştirip, özüne döndürmeye, yabancı sözcüklerden arındırmaya çalıştığı güzel Türkçemizin düşürüldüğü durumu, hele hele argoya, cinselliğe malzeme yapıldığını görse ne yapar, ne düşünürdü acaba?...



22-Haziran-2021-Salı

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.