HAZIRLAYAN: Emine KAMÇI
Tam adıyla Ayşe Yıldız Kenter Güngör11 Ekim 1928’de İstanbul’da Çamlıca semtinde doğmuş ve 17 Kasım 2019’da yine İstanbul’da ölmüştür.
Annesi İngiliz asıllı Nadide Kenter, babası ise Meclis-i Âyan üyesi Mehmet Galip Bey'in oğlu diplomat Ahmet Naci Kenter'dir. Asıl adı Ayşe Yıldız olan sanatçı, ablası Güner, ağabeyleri Nedim ve Mahmut ile küçük kardeşi Müşfik'ten oluşan 7 kişilik bir ailede büyümüştür. Türk oyuncu ve Aynı zamanda Devlet Sanatçısıdır. 1951 yılında Nihat Akçan ile evlenir. Çiftin bu evlilikten Leyla isimli çocuğu dünyaya gelir. Sanatçı bu eşinden 1958’de ayrılır.
Yıldız Kenter, Nihat Akçan ile olan evliliği ile ilgili olarak şunları söyler: “Konservatuar bitti, evlilik geldi. Şimşek gibi çaktı, parladı, söndü. İkimiz de büyümemiştik daha çünkü. Ama 1952’nin 29 Mart’ında, evliliğin en güzel ödülünü aldım kucağıma. Leyla. Bu evlilik değerdi be, değerdi her şeye. Değerdi. (…) Çok iyi bir insandı, çok zarifti, çok yakışıklıydı, ama hep çocuk kaldı. Biraz da çapkındı. Zaten benim bir öğrencimle evlendi. Her şeye rağmen kutsarım o evliliğimi, çünkü kızımız Leyla dünyaya geldi.”
Yıldız Kenter, sonrasında hayatının aşkı olacak Şükran Güngör’ü 1956’da ‘Dünkü Çocuk’ oyununu izlerken tanır, çok etkilenir. Aslında pek de iyi anlaşarak başlamaz arkadaşlıkları, ancak daha sonra birbirlerini tanıyınca aşktan önce dostluk doğar aralarında. Bu dostluk hiç tükenmeyen bir hayat arkadaşlığı ve aşkla da pekişince, ailelerine rağmen 1965’te evlenme kararı alırlar. Yıldız Kenter’in annesinin Şükran Güngör’ü çulsuz ve biraz da köylü bulmasına, Şükran Güngör’ün annesinin de Yıldız Kenter’i dul ve çocuk sahibi olması nedeniyle istememesine rağmen, kimseyi dinlemeyerek nikâh masasına otururlar. Hem de herkesten gizli, 1965 yılında oynadıkları Pembe Kadın oyunundan hemen sonra. Balayına gitmezler, kendilerine ait bir evleri bile yoktur. Ertesi gün tekrar sahnededirler. Ailelerinin evlendiklerinden haberi yoktur. Bir süre ailelerinin yanında kalarak, durumu bu şekilde idare ederler. Sonrasında işler yoluna girer.
Yıldız Kenter’in anne ve babasına dair:
Olga, Ahmet Naci Bey’in evlenme teklifini kabul eder, ancak yalnız değildir, bir de oğlu Jack vardır. İstanbul’a dul, çocuklu bir İngiliz gelinle dönen Ahmet Naci Bey’i ailesi hoş karşılamaz. Olga her şeye göğüs gerer, hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile girer. Müslüman olur ve Nadide ismini alır. Nüfus cüzdanında doğum yerine Londra değil,
Bandırma yazılır. Görünüşte köklü ve varlıklı bir aileden gelseler de maddi sıkıntı içinde yaşarlar. Nadide Hanım, İngilizce öğretmeni olarak evlerde ders vererek aile gelirine katkıda bulunur. Aile, Soyadı Kanunu çıktığında kent efendisi anlamına gelen Kenter soyadını alır.
Yıldız Kenter, o dönemi şöyle anlatıyor: “Babamın ailesi annemi istemiyor. “Bu gavur karıyı da nereden buldun getirdin?” diyor. Hatta Nedim Abim doğunca, babaannem abimi, “Yarısı yavrumun yavrusu, yarısı yılan yavrusu!” diye seviyor.”
“Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Ancak yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim, ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de.” Dede Mehmet Galip Bey ölünce, babaanne Nuriye Hanım İstanbul’daki konağı satar, ancak Ahmet Naci Bey ve Nadide Hanım’a bu satıştan pay vermez. Altı çocuklu aile için zor yıllar başlar. “İngiliz gavur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yolgeçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzevatçı Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Sürekli bir macera yaşanırdı evimizde. En büyük abim Jack (o başka babadan), evin bu haline dayanamadı, 14 yaşında Türkiye’yi terk etti.” “Her şeyin kıymetini çok iyi bildik, çünkü her şeyimiz çok azdı, çok hesaplıydı. Yine de elinden geldiğince, hiçbir şeyden mahrum etmedi annem bizi. Ders verdi, tercüman olarak çalıştı. Hiç durmadı. Ama annemin yanı sıra, bir çocuk olarak en fazla mesuliyeti de ben yükleniyordum. (…) Gün oldu komşu evlere bile gittim temizlik yapmak için. İki elin çıkardığı sesi duymaya o zamandan alıştırdılar beni: “Öyle temiz yıkıyorsun ki bulaşıkları, bravo! Senden daha iyi tertipleyen yok bu evi, bravo!” O iki elin çıkardığı sesi duymak benim zaafım oldu. Bana bakılsın, ben sevileyim, ben beğenileyim. Bu bir zaaftır, ama ben bu zaafı bugün de bir güce dönüştürmeye çalışmaktayım. Her gelen yeni iş bir imtihan oluyor. Ben hem seviyorum hem korkuyorum o
imtihandan. Ama o ses yok mu, o ses? Beni peşinden sürükleyen çok cazip bir zaaf o. Çocukken de peşinden giderdim, şimdi de gidiyorum.
Anne İngiliz’dir, ama Yıldız Kenter’in konservatuvara girmesine öyle kolay izin vermez. Hatta dayakla bile ikna edilmeye çalışılır. Babası, konservatuara gizlice kaydını yaptırır. Ekim 1944’te mezun olduktan sonra, sekiz yıl mecburi hizmet yapmak kaydıyla, Devlet Konservatuvarına parasız yatılı olarak kabul edilir.
Yıldız Kenter, o yılları şöyle anlatıyor: “On bir yaşındayken Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla Çocuk Kulübü’yle başladım. Sonra Halkevi Korosu’na ve temsil koluna girdim. Ortaokulu bitirince konservatuvara girmek istedim; beni bırakmadılar. Bir yıl lise okudum, fakat çok mutsuzdum. Tiyatrodaydı aklım fikrim. Sonunda babam yardımcı oldu. Sınava girdim, kazandım. Konservatuvar başladı. Şimdi düşündüğümde mesleğimi çok küçük yaşta zaten seçmiş olduğumu ayırt ediyorum… Bu arada bana çok yardım eden Agâh Hün, Neriman Hün vardı, onları hiç unutmam. İkisi de öldüler, ikisine de büyük vefa borcum var.”
“Cebeci gibi tutucu bir semtte o kadar çok laf üretiliyordu ki konservatuvarla ilgili. Aslen İngiliz olan annem, “Kızlarla oğlanlar aynı yatakhanede yatıyorlar, seni asla göndermem,” ağabeyim Nedim, “Gidemezsin, orospu mu olacaksın?” diyerek karşı çıktı konservatuvara girmeme.”
Konservatuvarda öğretmenlerinden Carl Ebert, o yıllarda öğrencisi Yıldız Kenter için şunları yazar: “İstihdadı fevkalade! Devlet Konservatuvarının bugüne kadar yetiştirdiği en kuvvetli elemandır. Gerçek, tabii ve intensif bir şekilde en kuvvetli dramatik havayı yaratmaya muktedirdir. Tek zayıf tarafı sesidir ki, bunun dikkatli ve itinalı fonetik çalışmasıyla kuvvetlendirilmesi gerekir. Bedeni durumu fena değilse de, kambur ve göğsünü kısarak yürümesi, ciğerlerinde hastalık doğurabilir. Olağanüstü bir istihdada sahip olması dolayısıyla, gelişme çağında bulunan bu öğrenciye, gereken her şeyin yapılmasını ve hastalıktan korunmasını tavsiye ederim. Derhal sıhhi muayeneye tabi tutulması, sanatoryuma yollanması, iyi gıdalandırılması, pek önemli olmayan derslerden affedilmesi gerekir. Çalışması fevkalade. Sınıf geçmesi uygundur. (Sınıf atlaması mümkün olmadığı takdirde)”
İlk olarak, 1948’de William Shakespeare’in On ikinci Gece adlı oyununda, Olivia rolüyle profesyonel oyunculuğa adım atar. “On ikinci Gece’yle sahneye çıkmıştım. Parlak bir öğrenciyken sahneye çıkınca bir balon gibi şişmiş olduğumu, iğne batar batmaz anladım. Öyle bir söndüm ki süründüm, üç-dört yıl her şeye yeniden başlamak, her şeyi sahne pratiği içinde anlamak, çözümlemek gerekti. Çok acı çektim o ilk yıllar… Sonra hocam Cüneyt Gökçer’in bana güvenmesiyle oynayabildiğim Miras’la bir parça ayaklarımın üstünde durmaya başladım. Ondan sonra düşmemek gayem oldu, ama mümkün değil tabii…”
Yıldız Kenter, 1948’de mezun olunca Rockefeller bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Playhouse ve Actors Studio’da eğitim görür.
“Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi: Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…” Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım için çok pişmanlık duydum.”
Yurda döndüğünde mezun olduğu okulu Devlet Tiyatroları’na hoca olarak atanır. Yıldız Kenter, 1959 yılında Muhsin Ertuğrul’un haksız yere görevden alınmasını içine sindiremeyerek, kardeşi Müşfik Kenter’le Devlet Tiyatroları’ndan istifa eder. İstanbul’a geldikleri yıllarda evlerinde kaldıkları Metin And’la aralarında platonik bir ilişki yaşanır. Bir ara evlenmeyi bile düşünürler, ama evliliğin dostluklarını zedeleyeceğini hissederek karşılıklı vazgeçerler bu sevdadan.
Yıldız Kenter, yeterince Shakespeare oynayamadığından yakınır, ama Çehov oyunları Kent Oyuncuları repertuvarında önemli bir yer tutar. Martı, Üç Kız Kardeş, Vanya Dayı, Yıldız ve Müşfik Kenter’in keyifle ve farklı yıllarda tekrar oynadıkları oyunlardır.
Yıldız Kenter, sadece tiyatro alanında değil, beyazperde de defalarca izleyicilerle buluşur. Üç kez Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alan sanatçı, 1989 yılında Korsika-Bastia Film Festivali’nde Hanım filmindeki rolüyle aynı dalda ödüle layık görülür. 1981 yılında Devlet Sanatçısı unvanı alan Kenter, 1998 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün sahibi olur. 1984’te Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince Adelaide Ristori Ödülü’ne layık görülür.
Devletten hiç destek almadan inşa edilen Kenter Tiyatrosu için verilen uğraşlar, koltuk satışları gibi girişimler, büyük emeklerle kurulan Kenter Tiyatrosu, bir sigorta primi sorunu yüzünden icradan satılmakla karşı karşıya kalır. Sorunu aşmak için Sakıp Sabancı’yla konuşmak isteyen Yıldız Kenter, Sabancı’ya ulaşamaz. Son çare gittiği dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e durumu anlatır ve sigorta şirketi anında icrayı kaldırıp, borcu senetlendirir. Yıllar sonra 1991’de Demirel’le yapılan bir söyleşide hiç aşk mektubu almadığı
yönünde bir cümle okuyunca, Yıldız Hanım harekete geçer. “Hoş bir röportajdı. Süleyman Bey’in o rahat, insancıl tavrını yansıtıyordu. Birden içinden ona bir mektup yazmak ve ‘Ben size bir aşk mektubu gönderiyorum’ demek geldi. Yazdım. Tiyatromuzu hacizden nasıl kurtardığını hatırlattım ve bu nedenle ona duyduğum sevgiden, bu sevginin hiçbir zaman sarsılmayacağından söz ettim. Birkaç gün sonra telefonla aradı ve teşekkür etti.” 2009’da sahnede 60. yılını geride bırakırken, Eugene Stickland’ın yazdığı Kraliçe Lear adlı oyunu ile yine seyircinin alkışlarını alır. 2009’dan bu yana tiyatro yapmaz Yıldız Kenter.
Yıldız Kenter’i 17 Kasım 2019’da kaybettik.
Ben Yıldız Kenter’i çok küçük yaşlarımdan beri bilirim. Radyonun neredeyse tek eğlencemiz olduğu o günlerde, büyük küçük hepimiz İstanbul radyosunu dinlerdik. Arkası yarınların, radyo tiyatrolarının yanı sıra müzik, şiir, skeç, oyun gibi sanatsal içerikli reklam programları da yayınlanırdı o günlerde. Reklamların birinde, Uğurlugil Ailesi diye bir oyun sunulurdu seri olarak. İşte Yıldız Kenter’i ben bu oyunda tanıdım. Oyunun adını duyar duymaz ailenin bütün bireyleri radyo başında olurdu. Yıldız Kenter’in yanı sıra Müşvik Kenter, Şükran Güngör, Tevfik Gelenbe, Erol Günaydın, Adile Naşit, Genco Erkal, Pekcan Koşar, Çolpan İlhan ve Güler Öktem gibi oyuncular da rol alıyorlardı. Sürekli dinlediğimiz için bütün oyuncuların seslerini ezberlemiştik. Yıldız Kenter’le birlikte, Uğurlugil Ailesi kadrosundan farklı farklı zamanlarda başka oyuncuları da yitirdik. Ancak hiçbirini unutmadık, unutmayacağız. Bu değerli insanları saygı ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad olsun.
Tam adıyla Ayşe Yıldız Kenter Güngör11 Ekim 1928’de İstanbul’da Çamlıca semtinde doğmuş ve 17 Kasım 2019’da yine İstanbul’da ölmüştür.
Annesi İngiliz asıllı Nadide Kenter, babası ise Meclis-i Âyan üyesi Mehmet Galip Bey'in oğlu diplomat Ahmet Naci Kenter'dir. Asıl adı Ayşe Yıldız olan sanatçı, ablası Güner, ağabeyleri Nedim ve Mahmut ile küçük kardeşi Müşfik'ten oluşan 7 kişilik bir ailede büyümüştür. Türk oyuncu ve Aynı zamanda Devlet Sanatçısıdır. 1951 yılında Nihat Akçan ile evlenir. Çiftin bu evlilikten Leyla isimli çocuğu dünyaya gelir. Sanatçı bu eşinden 1958’de ayrılır.
Yıldız Kenter, Nihat Akçan ile olan evliliği ile ilgili olarak şunları söyler: “Konservatuar bitti, evlilik geldi. Şimşek gibi çaktı, parladı, söndü. İkimiz de büyümemiştik daha çünkü. Ama 1952’nin 29 Mart’ında, evliliğin en güzel ödülünü aldım kucağıma. Leyla. Bu evlilik değerdi be, değerdi her şeye. Değerdi. (…) Çok iyi bir insandı, çok zarifti, çok yakışıklıydı, ama hep çocuk kaldı. Biraz da çapkındı. Zaten benim bir öğrencimle evlendi. Her şeye rağmen kutsarım o evliliğimi, çünkü kızımız Leyla dünyaya geldi.”
Yıldız Kenter, sonrasında hayatının aşkı olacak Şükran Güngör’ü 1956’da ‘Dünkü Çocuk’ oyununu izlerken tanır, çok etkilenir. Aslında pek de iyi anlaşarak başlamaz arkadaşlıkları, ancak daha sonra birbirlerini tanıyınca aşktan önce dostluk doğar aralarında. Bu dostluk hiç tükenmeyen bir hayat arkadaşlığı ve aşkla da pekişince, ailelerine rağmen 1965’te evlenme kararı alırlar. Yıldız Kenter’in annesinin Şükran Güngör’ü çulsuz ve biraz da köylü bulmasına, Şükran Güngör’ün annesinin de Yıldız Kenter’i dul ve çocuk sahibi olması nedeniyle istememesine rağmen, kimseyi dinlemeyerek nikâh masasına otururlar. Hem de herkesten gizli, 1965 yılında oynadıkları Pembe Kadın oyunundan hemen sonra. Balayına gitmezler, kendilerine ait bir evleri bile yoktur. Ertesi gün tekrar sahnededirler. Ailelerinin evlendiklerinden haberi yoktur. Bir süre ailelerinin yanında kalarak, durumu bu şekilde idare ederler. Sonrasında işler yoluna girer.
Yıldız Kenter’in anne ve babasına dair:
Olga, Ahmet Naci Bey’in evlenme teklifini kabul eder, ancak yalnız değildir, bir de oğlu Jack vardır. İstanbul’a dul, çocuklu bir İngiliz gelinle dönen Ahmet Naci Bey’i ailesi hoş karşılamaz. Olga her şeye göğüs gerer, hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile girer. Müslüman olur ve Nadide ismini alır. Nüfus cüzdanında doğum yerine Londra değil,
Bandırma yazılır. Görünüşte köklü ve varlıklı bir aileden gelseler de maddi sıkıntı içinde yaşarlar. Nadide Hanım, İngilizce öğretmeni olarak evlerde ders vererek aile gelirine katkıda bulunur. Aile, Soyadı Kanunu çıktığında kent efendisi anlamına gelen Kenter soyadını alır.
Yıldız Kenter, o dönemi şöyle anlatıyor: “Babamın ailesi annemi istemiyor. “Bu gavur karıyı da nereden buldun getirdin?” diyor. Hatta Nedim Abim doğunca, babaannem abimi, “Yarısı yavrumun yavrusu, yarısı yılan yavrusu!” diye seviyor.”
“Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Ancak yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim, ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca babamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de.” Dede Mehmet Galip Bey ölünce, babaanne Nuriye Hanım İstanbul’daki konağı satar, ancak Ahmet Naci Bey ve Nadide Hanım’a bu satıştan pay vermez. Altı çocuklu aile için zor yıllar başlar. “İngiliz gavur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yolgeçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzevatçı Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Sürekli bir macera yaşanırdı evimizde. En büyük abim Jack (o başka babadan), evin bu haline dayanamadı, 14 yaşında Türkiye’yi terk etti.” “Her şeyin kıymetini çok iyi bildik, çünkü her şeyimiz çok azdı, çok hesaplıydı. Yine de elinden geldiğince, hiçbir şeyden mahrum etmedi annem bizi. Ders verdi, tercüman olarak çalıştı. Hiç durmadı. Ama annemin yanı sıra, bir çocuk olarak en fazla mesuliyeti de ben yükleniyordum. (…) Gün oldu komşu evlere bile gittim temizlik yapmak için. İki elin çıkardığı sesi duymaya o zamandan alıştırdılar beni: “Öyle temiz yıkıyorsun ki bulaşıkları, bravo! Senden daha iyi tertipleyen yok bu evi, bravo!” O iki elin çıkardığı sesi duymak benim zaafım oldu. Bana bakılsın, ben sevileyim, ben beğenileyim. Bu bir zaaftır, ama ben bu zaafı bugün de bir güce dönüştürmeye çalışmaktayım. Her gelen yeni iş bir imtihan oluyor. Ben hem seviyorum hem korkuyorum o
imtihandan. Ama o ses yok mu, o ses? Beni peşinden sürükleyen çok cazip bir zaaf o. Çocukken de peşinden giderdim, şimdi de gidiyorum.
Anne İngiliz’dir, ama Yıldız Kenter’in konservatuvara girmesine öyle kolay izin vermez. Hatta dayakla bile ikna edilmeye çalışılır. Babası, konservatuara gizlice kaydını yaptırır. Ekim 1944’te mezun olduktan sonra, sekiz yıl mecburi hizmet yapmak kaydıyla, Devlet Konservatuvarına parasız yatılı olarak kabul edilir.
Yıldız Kenter, o yılları şöyle anlatıyor: “On bir yaşındayken Ankara Radyosu’nda Ayşe Abla Çocuk Kulübü’yle başladım. Sonra Halkevi Korosu’na ve temsil koluna girdim. Ortaokulu bitirince konservatuvara girmek istedim; beni bırakmadılar. Bir yıl lise okudum, fakat çok mutsuzdum. Tiyatrodaydı aklım fikrim. Sonunda babam yardımcı oldu. Sınava girdim, kazandım. Konservatuvar başladı. Şimdi düşündüğümde mesleğimi çok küçük yaşta zaten seçmiş olduğumu ayırt ediyorum… Bu arada bana çok yardım eden Agâh Hün, Neriman Hün vardı, onları hiç unutmam. İkisi de öldüler, ikisine de büyük vefa borcum var.”
“Cebeci gibi tutucu bir semtte o kadar çok laf üretiliyordu ki konservatuvarla ilgili. Aslen İngiliz olan annem, “Kızlarla oğlanlar aynı yatakhanede yatıyorlar, seni asla göndermem,” ağabeyim Nedim, “Gidemezsin, orospu mu olacaksın?” diyerek karşı çıktı konservatuvara girmeme.”
Konservatuvarda öğretmenlerinden Carl Ebert, o yıllarda öğrencisi Yıldız Kenter için şunları yazar: “İstihdadı fevkalade! Devlet Konservatuvarının bugüne kadar yetiştirdiği en kuvvetli elemandır. Gerçek, tabii ve intensif bir şekilde en kuvvetli dramatik havayı yaratmaya muktedirdir. Tek zayıf tarafı sesidir ki, bunun dikkatli ve itinalı fonetik çalışmasıyla kuvvetlendirilmesi gerekir. Bedeni durumu fena değilse de, kambur ve göğsünü kısarak yürümesi, ciğerlerinde hastalık doğurabilir. Olağanüstü bir istihdada sahip olması dolayısıyla, gelişme çağında bulunan bu öğrenciye, gereken her şeyin yapılmasını ve hastalıktan korunmasını tavsiye ederim. Derhal sıhhi muayeneye tabi tutulması, sanatoryuma yollanması, iyi gıdalandırılması, pek önemli olmayan derslerden affedilmesi gerekir. Çalışması fevkalade. Sınıf geçmesi uygundur. (Sınıf atlaması mümkün olmadığı takdirde)”
İlk olarak, 1948’de William Shakespeare’in On ikinci Gece adlı oyununda, Olivia rolüyle profesyonel oyunculuğa adım atar. “On ikinci Gece’yle sahneye çıkmıştım. Parlak bir öğrenciyken sahneye çıkınca bir balon gibi şişmiş olduğumu, iğne batar batmaz anladım. Öyle bir söndüm ki süründüm, üç-dört yıl her şeye yeniden başlamak, her şeyi sahne pratiği içinde anlamak, çözümlemek gerekti. Çok acı çektim o ilk yıllar… Sonra hocam Cüneyt Gökçer’in bana güvenmesiyle oynayabildiğim Miras’la bir parça ayaklarımın üstünde durmaya başladım. Ondan sonra düşmemek gayem oldu, ama mümkün değil tabii…”
Yıldız Kenter, 1948’de mezun olunca Rockefeller bursu kazanarak, American Theatre Wing, Neighbourhood Playhouse ve Actors Studio’da eğitim görür.
“Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi: Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…” Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım için çok pişmanlık duydum.”
Yurda döndüğünde mezun olduğu okulu Devlet Tiyatroları’na hoca olarak atanır. Yıldız Kenter, 1959 yılında Muhsin Ertuğrul’un haksız yere görevden alınmasını içine sindiremeyerek, kardeşi Müşfik Kenter’le Devlet Tiyatroları’ndan istifa eder. İstanbul’a geldikleri yıllarda evlerinde kaldıkları Metin And’la aralarında platonik bir ilişki yaşanır. Bir ara evlenmeyi bile düşünürler, ama evliliğin dostluklarını zedeleyeceğini hissederek karşılıklı vazgeçerler bu sevdadan.
Yıldız Kenter, yeterince Shakespeare oynayamadığından yakınır, ama Çehov oyunları Kent Oyuncuları repertuvarında önemli bir yer tutar. Martı, Üç Kız Kardeş, Vanya Dayı, Yıldız ve Müşfik Kenter’in keyifle ve farklı yıllarda tekrar oynadıkları oyunlardır.
Yıldız Kenter, sadece tiyatro alanında değil, beyazperde de defalarca izleyicilerle buluşur. Üç kez Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü alan sanatçı, 1989 yılında Korsika-Bastia Film Festivali’nde Hanım filmindeki rolüyle aynı dalda ödüle layık görülür. 1981 yılında Devlet Sanatçısı unvanı alan Kenter, 1998 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün sahibi olur. 1984’te Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince Adelaide Ristori Ödülü’ne layık görülür.
Devletten hiç destek almadan inşa edilen Kenter Tiyatrosu için verilen uğraşlar, koltuk satışları gibi girişimler, büyük emeklerle kurulan Kenter Tiyatrosu, bir sigorta primi sorunu yüzünden icradan satılmakla karşı karşıya kalır. Sorunu aşmak için Sakıp Sabancı’yla konuşmak isteyen Yıldız Kenter, Sabancı’ya ulaşamaz. Son çare gittiği dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e durumu anlatır ve sigorta şirketi anında icrayı kaldırıp, borcu senetlendirir. Yıllar sonra 1991’de Demirel’le yapılan bir söyleşide hiç aşk mektubu almadığı
yönünde bir cümle okuyunca, Yıldız Hanım harekete geçer. “Hoş bir röportajdı. Süleyman Bey’in o rahat, insancıl tavrını yansıtıyordu. Birden içinden ona bir mektup yazmak ve ‘Ben size bir aşk mektubu gönderiyorum’ demek geldi. Yazdım. Tiyatromuzu hacizden nasıl kurtardığını hatırlattım ve bu nedenle ona duyduğum sevgiden, bu sevginin hiçbir zaman sarsılmayacağından söz ettim. Birkaç gün sonra telefonla aradı ve teşekkür etti.” 2009’da sahnede 60. yılını geride bırakırken, Eugene Stickland’ın yazdığı Kraliçe Lear adlı oyunu ile yine seyircinin alkışlarını alır. 2009’dan bu yana tiyatro yapmaz Yıldız Kenter.
Yıldız Kenter’i 17 Kasım 2019’da kaybettik.
Ben Yıldız Kenter’i çok küçük yaşlarımdan beri bilirim. Radyonun neredeyse tek eğlencemiz olduğu o günlerde, büyük küçük hepimiz İstanbul radyosunu dinlerdik. Arkası yarınların, radyo tiyatrolarının yanı sıra müzik, şiir, skeç, oyun gibi sanatsal içerikli reklam programları da yayınlanırdı o günlerde. Reklamların birinde, Uğurlugil Ailesi diye bir oyun sunulurdu seri olarak. İşte Yıldız Kenter’i ben bu oyunda tanıdım. Oyunun adını duyar duymaz ailenin bütün bireyleri radyo başında olurdu. Yıldız Kenter’in yanı sıra Müşvik Kenter, Şükran Güngör, Tevfik Gelenbe, Erol Günaydın, Adile Naşit, Genco Erkal, Pekcan Koşar, Çolpan İlhan ve Güler Öktem gibi oyuncular da rol alıyorlardı. Sürekli dinlediğimiz için bütün oyuncuların seslerini ezberlemiştik. Yıldız Kenter’le birlikte, Uğurlugil Ailesi kadrosundan farklı farklı zamanlarda başka oyuncuları da yitirdik. Ancak hiçbirini unutmadık, unutmayacağız. Bu değerli insanları saygı ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad olsun.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.