jaletunc@yahoo.com
Doğada ormanlık yolda bir gurup bisikletli insan arka arkaya bisikletleriyle ilerliyorlar. İnsanlar şortlu ve kısa kollu tişörtlü, sırtlarında sırt çantaları, kafalarında kask var.
YAZAN: Jale YILDIRIM TUNÇ

Her zaman ki aceleci tavrıyla giyindi, kuşandı piknik malzemelerini sepete koydu, en üste pötikareli piknik örtüsünü yiyecekleri koruyacak şekilde sarmaladı, katlanabilir sandalyenin kılıfını geçirdi kapının eşiğinde Selma’nın aramasını bekliyordu. Hoş Selma eşinin ve çocuklarının malzemelerini ancak yerleştirir kadıncağıza yardım eden yok ki evin bütün işlerini kendisi hallediyor diye düşünürken telefonu çaldı. Selma özür dileyerek eşinin acil bir hastası olduğunu biraz gecikeceklerini söylüyordu, Melike; önemli değil canım ben hazırım nasıl olsa bisikletimle gideceğim, hava da çok güzel siz gelene kadar dere kıyısının yakınında gölge bir yer bulurum, bu saatlerde boş masalar vardır örtümü serer, malzemelerimi yerleştirir, sabah yürüyüşümü yaparım… Hadi kapat ben çıkıyorum orada görüşürüz.

Piknik malzemelerini, yanda sepeti olan üç tekerlekli bisikletine yerleştirdi ve yola koyuldu. Uzun süredir dere kıyısına gidilecek yoldan geçmediğinden sağına soluna bakınarak buralar ne kadar değişmiş, yanlış gitmiyorum inşallah; yol boyunca uzun kavaklar, iç taraflarda irili ufaklı çam ağaçları vardı ne oldu ki onlara? İlerledikçe yol kenarında öbek öbek, kesilmiş ağaçların tomruklarını gördü. Onca ağacı neden kestiklerine anlam veremedi, etrafa yeni kesilmiş yaş ağaç kokusu yayılmaya başlamıştı. Oysa ihtiyaç duyulduğunda kurumuş ağaçların kesildiğini ve hemen yerlerine yeni fidanların dikildiğini biliyordu. Gördüğü ağaç katline anlam veremeden üzüntüyle ve söylenerek yoluna devam etti. Kırk beş dakika sonra Selmalarla buluşacağı yere varmıştı… Bisikletinden indi, malzemeler nedeniyle ağırlaşmış olan bisikleti yavaşça sürükleyerek küçük kayalığın yanına yerleştirdi, boynunu, omuzlarını, sırtını sağa sola çevirerek ve bacaklarını sallayarak kasılmış olan bedenini rahatlattı. Derin bir nefes alıp temiz havayı içine çekti ve oksijeni ciğerlerinde hissettikten sonra ellerini havaya kaldırıp Yaradan’a teşekkür etti. Etrafına bakınarak dereye yakın masa aradı, sabahın erken saatleri olduğu için çok kalabalık değildi. Öğlen sıcağından ve güneşin direkt ışığından korunabilecekleri ağaç altında şahane bir yer buldu. Selma’nın beş yaşındaki kızı ve sekiz yaşında olan oğlu için de burası çok uygun diye düşündü. Bisikleti az daha sürükleyerek masanın yakınına getirdi, sepetinden pötikareli örtüsünü alıp masanın üzerine serdi, malzemelerini açmadan masanın üzerine bıraktı. Saatine baktı etrafta üçerli beşerli gruplar halinde insanlar belirmeye başlamıştı, “Selmalar da gecikmese bari bu mevsimde böyle hava nadir görülür, nasiplenmek tadını çıkarmak lazım” diye söylendi. Yürüyüş bahanesiyle olduğu yerden ayrılıp az ilerideki meşhur “Yokuş Tepe” ye doğru tırmanmaya başladı. Yürümeyi çok seven Melike zamanın geçtiğinin farkında olmadan elini kolunu sallayarak, yazın son demlerini yaşayan çiçeklerle, böceklerle selamlaşarak yola devam ediyordu. Yokuş Tepe ilçeye ve denize yakın olduğu için tatil günleri piknikçilerin gözdesi bir yerdi, son zamanlarda çevredeki diğer il ve ilçelerden Yokuş Tepe’nin methini duyan insanların buraya doluşmaları, çöplerini, atıklarını ortalıkta bırakmaları yerli vatandaşları rahatsız etmeye başlamıştı.

Saatler öğleye yaklaşınca hava da ısınmaya başlamıştı, Melike yol boyunca koca koca tomrukları düşünerek ve kafasındaki sorulara yanıtlar arayarak zamanın geçtiğini anlamamıştı. Hızlı adımlarla dönüş yoluna koyuldu. Derenin kıyısından yokuş aşağıya inerken derenin şırıltısına kuş sesleri eşlik ediyordu, “ahhh o da ne? Tek kulağı siyah diğeri bembeyaz gövdesi alacalı bir tavşan”, hızlıca önünden geçip gitmişti. Nihayet eşyalarını bıraktığı masanın yanına vardı, termosu çıkardı, buz gibi suyu kafasına dikip içince yorulduğunu anladı. Sandalyesini kılıfından çıkarıp masanın yakınındaki dev gövdeli çınar ağacına yasladı, telefonuna baktı WhatsApp’ta Selma’nın mesajını okudu, gecikme için özür diliyor on dakika içinde çıkacaklarını yazıyordu, “nerden baksan bir saate ancak gelirler” dedi. Yeni okumaya başladığı kitabını yanına almadığı için hayıflandı. Sandalyeye iyice gömülmüştü başını yukarı kaldırdı, gözlerini yaslandığı çınar ağacının yapraklarına dikti ve öylece kaldı…

Duyduğu tuhaf sesle irkildi; “heyyy- insan- buralar- bizim topraklar- ne hakla- buradasın, geçiş belgen var mı?” Yerinden doğrulup sağına soluna bakındı kimse yok. Arkasına döndüğünde sesten daha tuhaf olan bir şey gördü. İri yarı bir tilki arka ayakları üstünde duruyor; başında siyah melon şapka, siyah takım elbisenin içinde parlak mor gömlek, boynunda siyah-beyaz puantiyeli papyonu, ön sağ ayak parmakları arasında purosu ve parlak iskarpin ayakkabılarıyla insana benzemeye çalışan bir tilki. Diğer ön ayağı ile gel işareti yapıyor, gördüğüne inanmasa da meraklanan Melike yerinden doğruluyor ayakları yerden kesilmiş gibi hafif adımlarla tilkiye doğru yürüyor, yaklaştıkça iri yarı tilkinin küçüldüğünü görüyor, gide gide devasa bir tümseğin yanında duran tilki kaba bir şekilde; “işte buralar benim, bu tümseğin altında zenginlik var, benimle gelirsen sana da pay veririm zengin olursun” derken büyük gürültüyle tümsek açılıyor. Öyle parlak bir ışık ortalığı kaplıyor ki Melike “Tanrım kör oldum bakmak istemiyorum” diyerek kendini geriye çekmek isterken ayağı kayıp aşağıya düşüyor. Tilki onun düşmesine purosundan dumanlar çıkararak kahkahalarla gülüyor. Düştüğü yer yukarıda ki aydınlığın tersine zifiri karanlık olduğu için pır pır yanıp sönen şeylerin orada çalışan işçilerin gözleri olduğunu çıkardıkları homurtulu seslerden anlıyor, Gözü karanlığa alıştıkça kazma küreklerle çalışan maymunları, tırnakları ve dişleriyle onlara yol açan köstebekleri fark eden Melike “hayır hayır bu gördüklerim rüya olsa gerek, neredeyim ben?” diye söylenirken yaşlı aslanın ön ayaklarını arkasına kenetlemiş, yeleleri kir içinde, dişleri

dökülmüş, birkaç gün önce yediği avının kanları dudağının kenarında kurumuş, iki büklüm, perişan halde işçileri denetliyor olmasına anlam vermeye çalışıyordu…

O da ne? Yol kenarında gördüğü koca tomruklar da orada üst üste istiflenmiş, ağaçtan piramit haline getirilmiş dağ gibi görünüyorlar. Etrafında kargalar, sansarlar, çekirgeler, ağustos böcekleri, ellerinde meşaleler ile tomrukları tutuşturmaya çalışıyor. Melike; “durun ne yapıyorsunuz? Onlar tutuşursa dünya da yanar, tüm canlılar hep birlikte yok oluruz, ne kadar nankörsünüz, gözü dönmüş yaratıklar yaşam kaynağınız olan doğayı ne hale getirdiniz!” diye var gücüyle bağırarak, dizlerine vurarak, sesini duyurmaya çalışırken homurtuların geldiği tarafa başını çeviriyor. Üç goril devasa, simsiyah bir varilin çevresinde oturmuşlar el kol işaretiyle varil benim, diğeri hayır benim, üçüncü goril en fazla benim maymunlarım çalışıyor varil benim hakkım diye çekiştirirken varil devriliyor, içindeki zift her yere dağılıyor. Çekirgelerin ve ağustos böceklerinin acı çığlıklarını duyan Melike sağ tarafına döndüğünde tutuşan tomrukları görüyor ve “bittik vallahi bittik, kimse yokkk muuu? Durdurun şu vahşeti, yok oluyoruz” diyerek derenin kenarında olduğu aklına geliyor, masanın üzerindeki piknik sepetinden bardağını ve termosunu çıkararak dereden su alıp yangını söndüreceğini düşünürken derenin kuruduğunu görüyor, “hah şu orta yerinde biraz birikinti kalmış.” bardağı ve termosu daldırıyor, yarısına kadar dolan bardak ve termosla nefes nefese tutuşan tomruklara doğru koşuyor, o koştukça alevler yükselmeye başlıyor. “Ahhhh dizlerim tutmuyor, yetişemeyeceğim yeryüzü yanıyor ve ben bir şey yapamıyorum, bittim tükendim.” derken ayaklarının altında sıcak bir kıpırdanma hissediyor, aşağıya bakınca karınca sürülerinin, solucanların, bok böceklerinin, kertenkelelerin su bidonlarını sürükleyerek ateş alan tomruklara doğru gittiklerini, yukarıda ise milyonlarca sayıda ki arının, şen şakrak cıvıltılarıyla kuşların ve rengârenk kelebeklerin kanatlarıyla su taşıyarak onlara destek olduğunu görünce sevinç çığlıkları atıyor, bu sırada Selma’lar da gelmiş, eşi ve çocuklarıyla birlikte su mataralarıyla onlara katılmış hep beraber gittikçe büyüyen alevlere doğru yol alırken ellerinde sönmüş meşaleleri ile sansarlar, kargalar, çekirgeler ve ağustos böceklerinin alevlerden yanarak can veren arkadaşlarını arkalarında bırakarak kaçmaya çalıştıklarını gördüler. Ana karınca yanlarına yaklaşıp “heyyy yaratıklar kaçmayın, dönün arkanıza bakın, hiç mi utanmanız yok sizin vicdansızlar yaşadığınız dünya yok oluyor nereye kadar kaçacaksınız? En öndeki Sansar utana sıkıla “ama bizim suçumuz yok. Tilkinin verdiği emirleri yerine getirdik, söylediklerini yaparsak bolluk ve refah içinde yaşayacağımızı, konforlu yuvalarımız olacağını, avlanmamıza gerek kalmadan oturduğumuz yerden karnımızı doyuracağımızı duyunca istediği her şeyi yaptık” dedi. Ana karınca “bu söyledikleriniz sizi masum yapmıyor, bilmiyorsanız yapacaklarınızın doğrumu yanlış mı olduğunu bilge zebraya, tecrübeli eşeğe, özgür güvercine sorabilirdiniz, bak yüz binlerce arkadaşınız öldü, yangını söndüremezsek havadaki oksijen tükenecek, nefes alamayacak ve hep birlikte yok olacağız”

Sansar, karga, çekirge ve ağustos böceği sürüleri bu konuşma karşısında utançlarından kıpkırmızı kesilerek, birbirleriyle fısıldaşıp sıraya dizildiler, Karga “ne olur bizi affedin, aptallığımıza doymayalım, özür diliyoruz, yer yarılsa yerin dibine girseydik, karar verdik biz de sizinle geliyoruz. Gorillerin devirdiği zift varillerinin altında gizli bir su deposu var, biz orayı biliyoruz hadi hadi acele edelim ateşi söndürüp dünyamızı kurtarabiliriz”. Hep birlikte varillerin yanına gittiler, su deposundan çektikleri suları ve ellerindeki, kanatlarındaki, bidon ve mataralardaki suları yanan tomrukların üzerine boşaltınca yangının söndüğünü gördü ve sevinçten birbirlerine sarılarak kucaklaştılar…

Melike elleri yüzü simsiyah olmuş Selma’ya dönerek “tam zamanında yetiştiniz, çocukların, sen ve Aydın beyin yardımlarınızla”, eliyle etrafındaki hayvan sürülerini göstererek “buradaki iyiliksever dostlarla” dünyayı yok olmaktan kurtardık çok şükür, derken; hava birdenbire yeniden aydınlandı. Gökyüzü parlak masmavi renge büründü, hava tertemiz her yer leylak kokularıyla doldu, nereye baksa yemyeşil ağaçlar, renk renk çiçekler görüyordu. Derenin şırıltısını duyuyor, burnunun ucuna konmuş kelebeği kovalamaya çalışırken, Selma’nın kızı “Melike teyzeeeee hişşş, hadi uyan artık bak biz geldik, sesimizi duymadın, annem sofrayı hazırladı bileeee”… Gözlerini açan Melike gördüklerinin rüya olmasına şükretti. “Ahhh can dostlarım hoş geldiniz, sizleri beklerken sıcaktan bunaldım şuracıkta biraz kestireyim derken amma uyumuşum, kâbus gibi bir rüya gördüm neyse ki sadece bir rüyaydı, gerçekte olmasını dilemeyeceğim bir rüya… Selma “hayır olsun kız ne gördün, istemeye gelen yakışıklıyı mı reddettin, hah hah ha.” “Aydın abi karın benimle uğraşmasa olmuyor, rüyamdaki yakışıklı dünya zengini sonradan görme bir tilkiydi, ne yani teklifini kabul mü etseydim, tü tü tü” diyerek masaya vurdu. Bunu duyan Selma’nın çocukları birbirlerine dirsekleriyle dürtükleyerek kıs kıs gülüştüler. Selma her zaman ki hünerlerini sergilemiş; kuru köftesinden havuç salatasına kadar her şeyi düşünmüş, Melike’nin en sevdiği patlıcanlı tepsi böreğini ve ıslak keki de unutmamıştı. Keyifle karınlarını doyurdular, ip atlayıp yakan top oynayarak vakit geçirdiler.

Hava kararmaya başlayınca getirdikleri malzemeleri toparlayıp arabanın bagajına yerleştirdiler, Aydın; Melike’ye “karanlıkta bisikletinle dönmek zor olur hadi katlayıp arabanın üzerine bağlayalım birlikte dönelim” dedi, çocuklar ve Selma da bu teklife tempo tutarak destek oldu gördüğü rüya üzerine onlarla gitmesinin doğru olacağını düşündü ve birlikte yola koyuldular.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.