eminekamci@hotmail.com
Açık kahverengi saçlarını toplamış, üzerinde siyah montuyla, açık alanda, gülümsüyor.
Sadece kafası görünen Sarı beyaz bir kedi ahşap bir kapının kenarından kafasını uzatmış karşıya doğru bakıyor.

Saat 16 sıralarında yorgun argın eve geldim. Bu da yetmez gibi bahçeye çıktım; yerlere dökülen yaprakları toplayıp ardından da taşlığı bir güzel yıkadım. Bu arada bahçenin küçük sahipleri de çevremi sarmıştı. Hele bir tanesi vardı ki bahçeyi sahiplenmekle kalmamış, beni de kendine sahip seçmişti. Oysa benim resmi olarak bir tane kedim vardı. Onun da adı kuzu’ydu. Kuzu bahçeye çıkınca içeriye almak için ona seslendiğimde pencerenin önüne öteki geliyor, ellerimin altına girip kendisini sevdirmeye çalışıyordu. Ben de ona, “Sen Kuzu musun? Sen kedisin; senin adın Kedi!” diyordum.



Her neyse, bu küçük açlara, gidip evden makarna getirdim ve karınları iyice doydu.



Bahçeden mutfağa girdiğimde ben de açlıktan ölüyordum.



İlk işim, çabuk tarafından bir çay demlemek oldu. O an canım ne çektiyse masaya koydum. Çemen, dolma, salatalık, zeytin, reçel vs. bir de eve gelirken aldığım çiçek ekmeklerden birini masaya koydum. Çayımı doldurarak sonunda ben de sofraya kuruldum.



Fakat ne yaparsam yapayım, ne yersem yiyeyim bir türlü karnım doymuyordu. Neredeyse çiçek ekmek bitmek üzereyken bir kâse reçelin de dibi görünmüşken hala açlıktan kıvranıyordum.



Hani televizyondaki bir reklamda “Açken sen, sen değilsin; açlığını yok et!” diyordu ya; gerçekten de açken ben, ben değildim, açlığımı da yok edemiyordum. Uzun süre aç kalmam şekerimin düşmesine neden olmuştu ve ben ne kadar yedim, kaç bardak çay içtim, artık hesaplayamaz olmuştum.



Tanrım, açlık ne dayanılmaz şeydi. İşte bu yüzden aç kedilerin de neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyordum. Aç insanları da anlıyordum ama onlara uzanmaya gücüm yetmezdi. Bu küçük yaratıklar zararsızdı, minnet doluydu; azla yetiniyorlardı. O minik yürekler sevgime, sevgiyle karşılık veriyorlardı.



Aylar sonra bu Kedi adındaki kedi, hamile kaldı ve bir süre sonra da doğurdu. Başka bahçeye yavruladığından doğum anını görmedim. Fakat kendisini benim kedim sanan bu kedi, çok kötü bir şey yaptı. Daha yavruları memedeyken onları getirip bizim bahçeye attı. Kendisi de her gün yukarıdan onları izlemekle yetindi. Nasılsa karınlarını doyuran biri vardı. Arada kendisi de yavruların yemeklerinden gizli gizli nasipleniyordu.



Yavrular öyle küçüklerdi ki sanki iki minik yumaktılar. Sarı beyaz renklerini annelerinden almışlardı. Daha miyavlamasını bile beceremiyorlardı.



Günler geçti, yavrular büyümeye, serpilmeye başladı. Artık ufak tefek kemiklerden, Kuzu’nun mamasından yemeye bile başlamışlardı.



Böyle her şey yolundayken bir düşüncedir aldı beni. Yine ben gidersem onlar ne olacaktı? Zaten önceleri de hep bir yerlerden gitmemiş miydim? Hele şimdi bir evim yokken, bir kiracıyken, bu gitmeler hep olacaktı. Neden sanki bir yerlere, bir şeylere dahası birilerine bağlanıyor sonra da vazgeçmek, kopmak zorunda kalıyordum? İşte işin en zor yanı da buydu. Oysa bağlanmak, sevmek, o güzel anı yaşayabilmek ne doyulmaz bir hazdı. Demek yaşam böyle bir şeydi. Hem veriyor hem alıyor, var ediyor sonra da parçalayıp yok ediyordu.



O halde sorun yaşamda değil bende; bizdeydi. Aslında çözüm de bizde. Herkesi, her şeyi olduğu gibi kabullenişteydi çözüm.



Bahçenin yeni sahipleri büyüdükçe ortalığı da çok kirletiyorlardı. Zaten yeteri kadar gelişmişlerdi. Artık onları daha fazla sahiplenmeden bir şeyler yapmak gerekiyordu.



Sonunda kapı komşumla kararlaştırdığımız gibi onları alıp dışarı sokağa koyup apartmanın yanındaki garajda beslemeye devam edecektik.



Öyle de yaptık ama yavruları kapının önüne çıkarır çıkarmaz gerisin geri içeri dönüp doğruca bodruma kaçtılar. Yani sonuç olarak ne onlar benden vazgeçmiş ne de ben onları unutabilmiştim.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.