YAZAN: Yayla Boztaş Karsan
‘Dedemin Adamları’na bilet aldım. Filmin başlama saatini bekliyorum. Bütün gelen giden, yiyen içen, konuşan gülen insanların karşısında yalnızım.
Bir insan seli devamlı deviniyor. Gürültüleri önlerinde gelen yeni yetmeler. Tazecik, özenli, kimisi büyümüşlüğe özentili… Neşe içinde önümden rüzgârda uçuşan yapraklar gibi geçiyorlar.
Orta yaşı epeyce geçmiş ama kendilerine orta yaşlılığı yaklaştırmayan birkaç kadın ünlü bir köftecinin kocaman masasına oturmuş, arkadaşlarını bekliyorlar. Bakımlı olmaya özenmiş, kendilerini beğenmek, beğendirmek için ne gerekirse yapmış -çoğu sarışın- kadınlar; kısa aralarla gelip arkadaşlarına katılıyor. Hepsi gülücük içinde, sevecen çok mutlu kucaklaşıyorlar. Hınzırlığım tutuyor, Şimdi tutkuyla kucaklaşan bu insanlar acaba birbirinden ayrılınca neler geçirir usundan. Kıskançlık, çekememe kirletir mi sevgilerini? Diye düşünmeden edemiyorum.
Hemen yan çaprazımdaki masada genç bir çift. Tam görüş açımda. Tavırlarından, konuşma sırasındaki tutukluklarından ilk kez buluştukları izlenimini ediniyorum. Kız mahcup gibi ama değil. Delikanlı daha tutuk. Hem ölçülü hem de kızı güldürmeye çalışır bir hali var. Kızın mimiklerinde kendini olduğundan farklı gösteren bir tavır ulaşıyor beynime. Sanki bu masum görünüşün altında biraz bilmişlik var gibi… Gene de birbirlerinden çekinerek konuşan, çerçevelenmiş bir birliktelik.
Çok genç, şık, bakımlı yalnız genç anneler. Elinden tuttukları güzel giyimli çocuklarıyla sahneme giriyorlar. Çocukların elinde pahalı, marka oyuncaklar. Annelerindeki güven ve rahat para harcama, ister istemez şu an yanlarında olmayan, işyerindeki babayı düşürüyor aklıma. Bu saatte çocuğuyla buraya gelebilen anne; iyi kazanan bir erkeğin iyi harcayan, herhangi bir işte çalışmayan, eşidir diye düşünmeden edemiyorum. Belki de zamanında çocuklarımla, böylesine rahat gezip onların istediklerini alamayan, çalışan anne günlerine gidiyor düşüncelerim. Yanılmış olma payımı bir kenarda saklamayı da ihmal etmiyorum, kıskançlığımdan utanmamak için.
Bazı masalarda anne, baba, çocuk yemek yiyorlar. Hemen yanımdakinde oldukça rahatsız edici sorunlu bir durum var. Masanın merkezi çocuk. Elindeki tablette gözü… O küçük ekranında oynarken annesi ağzına yemek veriyor. Annenin gözü yemek taşıyan çatalda, çocuğunki oyunda… Gözünü oyunundan hiç ayırmadan ağzına konan lokmayı sanki yalnızca bir refleksle çiğniyor. Yüzünde hiçbir ifade yok. Zevk almak, beğenmek iştah duymak asla yok. Babaya bakıyorum, sakin yemeğini yiyor. Bu yapılanı onaylamamasını istiyorum. O da tepkisiz. Ortadaki yanlışın tek ayrımında olan ben miyim? İşte konunun can alıcı en dramatik anı. Baba teneke kutudaki içeceğin pipetini yüzünü oyundan ayırmayan çocuğun dudaklarının arasına sokmaya çalışıyor. Yaşasın çocukta mimik var, pipetten sıvı çekmek için emme hareketi yapıyor… Hiç konuşmasız, tatsız tuzsuz bir birliktelik… Çocuklarını gezdiren anneler daha sevimli mi ne?
Yaşlı bir karı koca. Böyle bir yere ilk kez geldikleri, hareketlerinden, çevreye yabansı bakışlarından, kadının başörtüsünden, adamın köylü kasketinden belli. Ne güzel; adam, yıllardır kendine yemek pişiren, yıpranmış, yorgun karısını belki de kuru fasulye, pilav yediği kasaba aşçısından sonra ilk kez almış böyle bir yere getirmiş. Onlara bakarken yüreğimden geçen sıcacık duygular içimi ısıtıyor, görmüyorlar, ama bakışımı önüme aldığımda, mutlu, yürek dolusu gülümsüyorum.
Masanın birinde bir delikanlı gencecik bir kızın elini tutmuş ama o el delikanlının elinin yanında durmak istemiyor gibi. O buranın eli değil, başka bir yerlerden gelmiş, burada olmaması gerektiğini düşünen birinin eli. Parmaklar çekingen, bir kurtulsa kaçıp gidecek gibi. Masalarımız çok yakın, başını iyice kıza eğen delikanlının “Neden? Neden yanımda hiç gülmeden böyle duruyorsun?” dediğini duyuyorum. Kızın yüzünde aşırı bir ürkeklik, neredeyse bir korku var. Bu incecik, ezik kızı; rahat, öz güvenli, neşeli ve umursamaz yaşıtlarıyla kıyaslamadan edemiyorum.
Yiyeceğin her çeşidi; Köfte, pizza, pide, tavuk, balık, mantı, tatlı, pasta, kahve, yazmakla bitmeyecek çeşitlilik. Şık giysilerle dolu ışıl ışıl vitrinler. Özenli dekorlar, yazılar, reklamlar, panolar, yanıp sönen rengârenk ışıklar. Gündüz ama gece, ya da gece ama gündüz. Zaman algımı yitiriyorum neredeyse.
Buradaki insanların, yemek, tüketmek, satın almak dışında düşündüğü hiçbir şey yok. Tek amaç tüketmek, yalnızca tüketmek... Hiç kimsenin, dayatılanı yapmaktan başka kendiliğinden bir şey yapma düşüncesi yok. Hepsi kendilerine sunulanlardan payına düşeni alma yarışında. Ben de mi öyleyim?
Elektronik eşya mağazasından ses yayıcılarla kampanya müjdesinin çığırtkanlığını yapan delikanlının sesi kısa aralarla insanları mağazaya çağırıyor. Yemek artıklarına koşan karıncalar gibi bir insan seli sese yöneliyor.
Gözlerimi kapayıp hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum. Tek bir sözcüğünü anlamadığım bir gürültüyle kuşatılmışım. Anlamlı bir tümce duymak için duyularımı zorluyorum.
Gürültülü ritminden başka bir duyum bırakmayan, ruhuma ulaşamayan müzik, yan masadaki orta yaşı bir türlü geçememiş sarışın kadınların kahkahaları, çocuk çığlıkları, işliğine müşteri çekmek için devamlı aynı tümceleri yineleyen papyonlu garsonların yapmacık, “Buyurun efendim’leri” Sahi neden garsonlar hep papyon takar?
Filmin başlama saatine az kaldı. Sonunda sinema salonuna giriyorum. Duygularımı eşeleyecek olumlu dürtülerle; girdiğim zamankinden farklı çıkarsam ne mutlu bana…
‘Dedemin Adamları’na bilet aldım. Filmin başlama saatini bekliyorum. Bütün gelen giden, yiyen içen, konuşan gülen insanların karşısında yalnızım.
Bir insan seli devamlı deviniyor. Gürültüleri önlerinde gelen yeni yetmeler. Tazecik, özenli, kimisi büyümüşlüğe özentili… Neşe içinde önümden rüzgârda uçuşan yapraklar gibi geçiyorlar.
Orta yaşı epeyce geçmiş ama kendilerine orta yaşlılığı yaklaştırmayan birkaç kadın ünlü bir köftecinin kocaman masasına oturmuş, arkadaşlarını bekliyorlar. Bakımlı olmaya özenmiş, kendilerini beğenmek, beğendirmek için ne gerekirse yapmış -çoğu sarışın- kadınlar; kısa aralarla gelip arkadaşlarına katılıyor. Hepsi gülücük içinde, sevecen çok mutlu kucaklaşıyorlar. Hınzırlığım tutuyor, Şimdi tutkuyla kucaklaşan bu insanlar acaba birbirinden ayrılınca neler geçirir usundan. Kıskançlık, çekememe kirletir mi sevgilerini? Diye düşünmeden edemiyorum.
Hemen yan çaprazımdaki masada genç bir çift. Tam görüş açımda. Tavırlarından, konuşma sırasındaki tutukluklarından ilk kez buluştukları izlenimini ediniyorum. Kız mahcup gibi ama değil. Delikanlı daha tutuk. Hem ölçülü hem de kızı güldürmeye çalışır bir hali var. Kızın mimiklerinde kendini olduğundan farklı gösteren bir tavır ulaşıyor beynime. Sanki bu masum görünüşün altında biraz bilmişlik var gibi… Gene de birbirlerinden çekinerek konuşan, çerçevelenmiş bir birliktelik.
Çok genç, şık, bakımlı yalnız genç anneler. Elinden tuttukları güzel giyimli çocuklarıyla sahneme giriyorlar. Çocukların elinde pahalı, marka oyuncaklar. Annelerindeki güven ve rahat para harcama, ister istemez şu an yanlarında olmayan, işyerindeki babayı düşürüyor aklıma. Bu saatte çocuğuyla buraya gelebilen anne; iyi kazanan bir erkeğin iyi harcayan, herhangi bir işte çalışmayan, eşidir diye düşünmeden edemiyorum. Belki de zamanında çocuklarımla, böylesine rahat gezip onların istediklerini alamayan, çalışan anne günlerine gidiyor düşüncelerim. Yanılmış olma payımı bir kenarda saklamayı da ihmal etmiyorum, kıskançlığımdan utanmamak için.
Bazı masalarda anne, baba, çocuk yemek yiyorlar. Hemen yanımdakinde oldukça rahatsız edici sorunlu bir durum var. Masanın merkezi çocuk. Elindeki tablette gözü… O küçük ekranında oynarken annesi ağzına yemek veriyor. Annenin gözü yemek taşıyan çatalda, çocuğunki oyunda… Gözünü oyunundan hiç ayırmadan ağzına konan lokmayı sanki yalnızca bir refleksle çiğniyor. Yüzünde hiçbir ifade yok. Zevk almak, beğenmek iştah duymak asla yok. Babaya bakıyorum, sakin yemeğini yiyor. Bu yapılanı onaylamamasını istiyorum. O da tepkisiz. Ortadaki yanlışın tek ayrımında olan ben miyim? İşte konunun can alıcı en dramatik anı. Baba teneke kutudaki içeceğin pipetini yüzünü oyundan ayırmayan çocuğun dudaklarının arasına sokmaya çalışıyor. Yaşasın çocukta mimik var, pipetten sıvı çekmek için emme hareketi yapıyor… Hiç konuşmasız, tatsız tuzsuz bir birliktelik… Çocuklarını gezdiren anneler daha sevimli mi ne?
Yaşlı bir karı koca. Böyle bir yere ilk kez geldikleri, hareketlerinden, çevreye yabansı bakışlarından, kadının başörtüsünden, adamın köylü kasketinden belli. Ne güzel; adam, yıllardır kendine yemek pişiren, yıpranmış, yorgun karısını belki de kuru fasulye, pilav yediği kasaba aşçısından sonra ilk kez almış böyle bir yere getirmiş. Onlara bakarken yüreğimden geçen sıcacık duygular içimi ısıtıyor, görmüyorlar, ama bakışımı önüme aldığımda, mutlu, yürek dolusu gülümsüyorum.
Masanın birinde bir delikanlı gencecik bir kızın elini tutmuş ama o el delikanlının elinin yanında durmak istemiyor gibi. O buranın eli değil, başka bir yerlerden gelmiş, burada olmaması gerektiğini düşünen birinin eli. Parmaklar çekingen, bir kurtulsa kaçıp gidecek gibi. Masalarımız çok yakın, başını iyice kıza eğen delikanlının “Neden? Neden yanımda hiç gülmeden böyle duruyorsun?” dediğini duyuyorum. Kızın yüzünde aşırı bir ürkeklik, neredeyse bir korku var. Bu incecik, ezik kızı; rahat, öz güvenli, neşeli ve umursamaz yaşıtlarıyla kıyaslamadan edemiyorum.
Yiyeceğin her çeşidi; Köfte, pizza, pide, tavuk, balık, mantı, tatlı, pasta, kahve, yazmakla bitmeyecek çeşitlilik. Şık giysilerle dolu ışıl ışıl vitrinler. Özenli dekorlar, yazılar, reklamlar, panolar, yanıp sönen rengârenk ışıklar. Gündüz ama gece, ya da gece ama gündüz. Zaman algımı yitiriyorum neredeyse.
Buradaki insanların, yemek, tüketmek, satın almak dışında düşündüğü hiçbir şey yok. Tek amaç tüketmek, yalnızca tüketmek... Hiç kimsenin, dayatılanı yapmaktan başka kendiliğinden bir şey yapma düşüncesi yok. Hepsi kendilerine sunulanlardan payına düşeni alma yarışında. Ben de mi öyleyim?
Elektronik eşya mağazasından ses yayıcılarla kampanya müjdesinin çığırtkanlığını yapan delikanlının sesi kısa aralarla insanları mağazaya çağırıyor. Yemek artıklarına koşan karıncalar gibi bir insan seli sese yöneliyor.
Gözlerimi kapayıp hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum. Tek bir sözcüğünü anlamadığım bir gürültüyle kuşatılmışım. Anlamlı bir tümce duymak için duyularımı zorluyorum.
Gürültülü ritminden başka bir duyum bırakmayan, ruhuma ulaşamayan müzik, yan masadaki orta yaşı bir türlü geçememiş sarışın kadınların kahkahaları, çocuk çığlıkları, işliğine müşteri çekmek için devamlı aynı tümceleri yineleyen papyonlu garsonların yapmacık, “Buyurun efendim’leri” Sahi neden garsonlar hep papyon takar?
Filmin başlama saatine az kaldı. Sonunda sinema salonuna giriyorum. Duygularımı eşeleyecek olumlu dürtülerle; girdiğim zamankinden farklı çıkarsam ne mutlu bana…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.