YAZAN: Yayla BOZTAŞ
En sevdiğim anlar sabahın erken saatleridir. Yürüyüşler, güneşin bunaltmayan, okşayan ılıklığı. Denizin uykulu hali. Günün koşturmasıyla kirlenmeyen güzel duyumlar.
Sahile ineceğim. Sebze pazarının içinden geçiyorum, sağım solum, önüm arkam, sebze meyve. Şeftalinin alı, üzümün karası, eriğin moru, domatesin kırmızısı ve alabildiğine yeşillik. Adeta doğa sergisi.
Maydanoz, reyhan, nane “Ben daha güzel kokuyorum.” yarışında. Kokmayanlar yeşiliyle öne çıkma derdinde. Satıcıların her biri Pavarotti sanki. Karakaşlar, gülen bir yüz ve kocaman bir gövde arıyorum o sesin yanında. Ah Pavarotti ah, bütün pazarcılar seni taklit ediyor. Pazar değil de senin oynadığın operalardan birinin içindeyim sanki.
Pazar rengi, kokusu müziğiyle geride kaldı. Sahilde boş bir masa bulursam şanslıyım. Simit, peynir, çay keyfi yapacağım bugün.
Başardım. Çayım önümde. Gözlerim denizde, gelip geçen insanlarda. Tam karşımda mavi brandalarla örtülmüş ağlarının üzerine oturmuş balıkçılar. Denizi arkalarına almış ters çevirdikleri kasaların üzerindeki balıklarını satmaya çalışıyorlar. Herhalde pek ucuz değiller ki soranlar almadan yoluna devam ediyor. Yüzlerinde “Bu kadar da olur mu?” der gibi bir dudak büküş.
Çevrede görünümün değişmez figürleri kediler. Çiçeğe konan arılar gibi dolanıp duruyorlar. Burunlarında balığın dayanılmaz kokusu, içlerinde ise her an bir tekme yeme korkusu.
Her zamanki gibi onlara bir şeyler verme isteği geçiyor içimden. Simidin yumuşak yerinden atıyorum önlerine. Koklayıp ters ters yüzüme bakıyorlar. Sanki başıyla balıkları gösteriyor o güzel alaca kedi. Benim ki de saçmalık. Bütün güzelliğiyle sergilenen balık varken… Kedi içinden,
“Şaşkın kadına bak tutmuş da önüme simit atıyor. E tabii tok açın halinden ne anlar?” diyordur mutlaka. Şimdi bütün bu balıkları alıp kedilere dağıtamamak nasıl bir çaresizlik.
Çok oldu denize karşı oturmamış, gelene geçene bakmamıştım.
Deniz, “Ne zamandır gelmedin, özlemişiz seni.” diyor sanki. Yanıtımı duyuyor mu bilmem?
“Seni, mavini, kokunu, bardakta dönen kaşığın sesini ben de özledim bilemezsin sevgili deniz.” diyorum, gülüşüyoruz.
Sıra geldi karıncalara… Önümden devamlı gidip gelen çanta, file, poşet, valiz taşıyan karıncalara. Telefonla konuşarak, asık yüzle, gülerek, yanındakinin beline sarılarak, elinden tutarak, tek başına, yalnız kendisi varmış gibi başka bir şey görmeyen; genç, yaşlı, çocuk, bebek karıncalar... Yavaş, hızlı, topal, dimdik, kambur, taşıdıklarından omuzları çökmüş, gençliğin diriliğini yitirmiş, gözlerinin pırıltısı sönmüş karıncalar. Karıncalara benzettiğim insanlar ya da insanlara benzeyen karıncalar…
Yaşlı bir dişi karınca geçiyor önümden, yorgun. Denize karşı oturacak bir yer arıyor. “Buyurun, oturabilirsiniz.” diyerek masadaki boş sandalyeyi gösteriyorum, büyük bir sevinçle bin bir teşekkür edip yerleşiyor yanıma. Canım ya, benim olmayan masada, benim olmayan boş sandalyeye oturdu diye bana minnettar. Nasıl bir duygu?
Elindeki poşetten sapsarı, üzümlü kocaman bir kurabiye çıkarıyor. Anne kurabiyesi denenlerden. Yemeye başlıyor. Ağzına gelirken titriyor elleri. Dizleri de. İştahı bir çocuğun ki gibi. Belki de bu kurabiye beş altı yaşlarına götürmüştür onu. Tepsiden kurabiyeleri çıkartırken annesine yardım ettiği gelmiştir aklına. O unutulmaz koku bir de. Hem o zaman elleri de titremiyordur.
Sihirli pat patlarıyla bir kayık yaklaşıyor kıyıya. Yeni balıklar ayıklanıyor kovanın içinde, atıklar kediciklerin önüne. Telaşlı bir kapışma. Kediler adına seviniyorum. İçim rahatlıyor.
Masadaki kadın oturduğundan beri ilk kez dönüp yüzüme bakıyor,
“Ben sizi rahatsız etmiyorum değil mi?” derken
“Keyfini çıkarın günün, her şeyin bizim olduğunu sanan biz insanlar bari bir masayı paylaşalım.” diyorum.
Teşekkür edip önüne dönüyor. Kurabiyesinden ısırıp çayından uzun bir yudum alıyor keyifle…
En sevdiğim anlar sabahın erken saatleridir. Yürüyüşler, güneşin bunaltmayan, okşayan ılıklığı. Denizin uykulu hali. Günün koşturmasıyla kirlenmeyen güzel duyumlar.
Sahile ineceğim. Sebze pazarının içinden geçiyorum, sağım solum, önüm arkam, sebze meyve. Şeftalinin alı, üzümün karası, eriğin moru, domatesin kırmızısı ve alabildiğine yeşillik. Adeta doğa sergisi.
Maydanoz, reyhan, nane “Ben daha güzel kokuyorum.” yarışında. Kokmayanlar yeşiliyle öne çıkma derdinde. Satıcıların her biri Pavarotti sanki. Karakaşlar, gülen bir yüz ve kocaman bir gövde arıyorum o sesin yanında. Ah Pavarotti ah, bütün pazarcılar seni taklit ediyor. Pazar değil de senin oynadığın operalardan birinin içindeyim sanki.
Pazar rengi, kokusu müziğiyle geride kaldı. Sahilde boş bir masa bulursam şanslıyım. Simit, peynir, çay keyfi yapacağım bugün.
Başardım. Çayım önümde. Gözlerim denizde, gelip geçen insanlarda. Tam karşımda mavi brandalarla örtülmüş ağlarının üzerine oturmuş balıkçılar. Denizi arkalarına almış ters çevirdikleri kasaların üzerindeki balıklarını satmaya çalışıyorlar. Herhalde pek ucuz değiller ki soranlar almadan yoluna devam ediyor. Yüzlerinde “Bu kadar da olur mu?” der gibi bir dudak büküş.
Çevrede görünümün değişmez figürleri kediler. Çiçeğe konan arılar gibi dolanıp duruyorlar. Burunlarında balığın dayanılmaz kokusu, içlerinde ise her an bir tekme yeme korkusu.
Her zamanki gibi onlara bir şeyler verme isteği geçiyor içimden. Simidin yumuşak yerinden atıyorum önlerine. Koklayıp ters ters yüzüme bakıyorlar. Sanki başıyla balıkları gösteriyor o güzel alaca kedi. Benim ki de saçmalık. Bütün güzelliğiyle sergilenen balık varken… Kedi içinden,
“Şaşkın kadına bak tutmuş da önüme simit atıyor. E tabii tok açın halinden ne anlar?” diyordur mutlaka. Şimdi bütün bu balıkları alıp kedilere dağıtamamak nasıl bir çaresizlik.
Çok oldu denize karşı oturmamış, gelene geçene bakmamıştım.
Deniz, “Ne zamandır gelmedin, özlemişiz seni.” diyor sanki. Yanıtımı duyuyor mu bilmem?
“Seni, mavini, kokunu, bardakta dönen kaşığın sesini ben de özledim bilemezsin sevgili deniz.” diyorum, gülüşüyoruz.
Sıra geldi karıncalara… Önümden devamlı gidip gelen çanta, file, poşet, valiz taşıyan karıncalara. Telefonla konuşarak, asık yüzle, gülerek, yanındakinin beline sarılarak, elinden tutarak, tek başına, yalnız kendisi varmış gibi başka bir şey görmeyen; genç, yaşlı, çocuk, bebek karıncalar... Yavaş, hızlı, topal, dimdik, kambur, taşıdıklarından omuzları çökmüş, gençliğin diriliğini yitirmiş, gözlerinin pırıltısı sönmüş karıncalar. Karıncalara benzettiğim insanlar ya da insanlara benzeyen karıncalar…
Yaşlı bir dişi karınca geçiyor önümden, yorgun. Denize karşı oturacak bir yer arıyor. “Buyurun, oturabilirsiniz.” diyerek masadaki boş sandalyeyi gösteriyorum, büyük bir sevinçle bin bir teşekkür edip yerleşiyor yanıma. Canım ya, benim olmayan masada, benim olmayan boş sandalyeye oturdu diye bana minnettar. Nasıl bir duygu?
Elindeki poşetten sapsarı, üzümlü kocaman bir kurabiye çıkarıyor. Anne kurabiyesi denenlerden. Yemeye başlıyor. Ağzına gelirken titriyor elleri. Dizleri de. İştahı bir çocuğun ki gibi. Belki de bu kurabiye beş altı yaşlarına götürmüştür onu. Tepsiden kurabiyeleri çıkartırken annesine yardım ettiği gelmiştir aklına. O unutulmaz koku bir de. Hem o zaman elleri de titremiyordur.
Sihirli pat patlarıyla bir kayık yaklaşıyor kıyıya. Yeni balıklar ayıklanıyor kovanın içinde, atıklar kediciklerin önüne. Telaşlı bir kapışma. Kediler adına seviniyorum. İçim rahatlıyor.
Masadaki kadın oturduğundan beri ilk kez dönüp yüzüme bakıyor,
“Ben sizi rahatsız etmiyorum değil mi?” derken
“Keyfini çıkarın günün, her şeyin bizim olduğunu sanan biz insanlar bari bir masayı paylaşalım.” diyorum.
Teşekkür edip önüne dönüyor. Kurabiyesinden ısırıp çayından uzun bir yudum alıyor keyifle…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.