Emekli oldu… Yıllardır yapamadığı şeyleri yapacağı, kendi dünyasını kuracağı bir yerdi aldığı bahçeli ev. Çiçek böcek merakı, kentin bıkkınlık veren arsız gürültüsünden kaçıştı…
Alım gücüne uygun evi merkeze uzak, alt yapısı tamamen oluşmamış bir semtte bulabildi….
İsteklerini gerçekleştirme konusunda kendine çok güveniyor ya çevre umurunda değil. Aklı fikri sardunya, menekşe, lavanta, olmazsa olmaz begonvilde… Şimdi bohçada sakladığı ne kadar dileği varsa dışarı çıkarma zamanı…
“Evim bahçeli, kapısından yalnızca ben gireceğim,” diye seviniyor. “Teras tam çardaklık. “Begonvili de üst kata kadar çıkarırım. Ağaç dikeceğim, sardunyalarım olacak renk. Mor menekşelerim… Yağmur yağarken toprağı koklayacağım.Yapraklardan süzülen su damlacıklarında yüzüme bakacağım.” Bu düşüncelerle içi içine sığmıyor taşınma hazırlıklarını yaparken... Bütün amacı az bir emekli maaşıyla yetinerek yaşayacağı sakin bir dünya kurmak
Büyük bir hevesle yerleşti evine. On beş gün sonra, hemen karşısına bir aile taşındı. “Başkalarını rahatsız ederiz çekincesi bulunmayan insanlar galiba… Göreceğiz! Ama benim huzurumu kaçıramazlar, ben kendimi mutlu olmaya adadım…”
Gün (ler) geçtikçe yeni gelenlerin evlerinde yaşanan her şey; kardeşlerin sürtüşmeleri, annenin çocuklarına sözünü geçirmek için abartılı tehditleri, azarları, bıkkınlık ünlemlerikomşu evlere ulaşmaya başladı.
Kentin gürültüsünden kaçarken başına gelenden şaşkın. “Büyük konuştum, gördün mü? Ama daha yeni taşındılar, sorunları vardır, düzelecektir elbette,” diyor.
Nadiren duyuyor gülüşmelerini, “oğlum, kızım,” gibi sözcükleri bağırarak da söyleseler gürültü saymıyor artık, aralarında ki sevgi sözcüklerinden mutluluk payı çıkarmaya çalışıyor...
Küçücük köpekleri bile, aileden geri kalmıyor, sokaktan geçen herkese tiz, hırçın sesiyle havlıyor, bahçeye yaklaşan kedileri parçalayacak gibi koşturuyor. Sahibi hiç esirgemediği öfkesiyle azarlayıp hatta tekmeleyince susuyor, kulaklarını kısarak bir köşeye siniyor. Onun adına da üzülüyor; mutsuz insanların mutsuz köpeği diye…
Bağrışmalar artarak sürüyor… Bıkkınlığını toprağa döküyor, toprak kahverengi, komşu kadının çığlıkları kara. Toprak yumuşacık, kadın kaskatı.
Durmadan çiçekler dikiyor, fideleri iştahla yeşeriyor, tomurcukları yokluyor “Ah işte bir tomurcuk, acaba ne renk, bir açsa da görsem?” “Allah belanı versin Semih.” “Ooh portakal çiçeğim ne güzel kokuyor” “Gözü kör olasıca soykalar, bıktım sizden…”
Bütün güzellemeleri, sevgi sözcükleri küfürlerin altında eziliyor; sevinci kuruyor sardunyanın yaprağıyla, coşkusu kül olup toprağa karışıyor. Kazdığı topraktan solucanlar bile kaçıyor derinlere, o kaçamıyor. Sözcükleri suskun…
Zaman zaman burada ev aldığı için pişmanlık duyup söyleniyor. Eşi ohlanıyor: “Bahçeli ev dedin de başka bir şey demedin, al sana bahçeli ev.”
Komşu evdeki Selime Hanım; altmış yaşlarında, esmer, oldukça kilolu, dudağından sigarası düşmeyen asık suratlı bir kadın. Her an nefessiz kalacakmış gibi hiç kesilmeyen öksürüğü, nikotinin, eksik dişlerinin bozduğu hırıltılı sesi, aksanlı konuşması devamlı kulaklarında…
Evleri çok yakın. Kadın, sabahları hantal bedenini zor taşıyan ayaklarını sürüyerek balkon yıkıyor. Evden çıkan kızına “Gelirken peynirle zeytin getir, bi de yufka; unutma ha! Unutursan akşama zıkkım yersiniz,” diye avaz avaz bağırıyor. Her tümcesinde öfke, azar…
Bahçesindeki ağaçlara kuşlar konmuyor artık… Gürültülü konuşmalar, kavgalar, küfürler; evinde, masasında, okumaya çalıştığı cümlelerde, söyleşilerinin içinde hep onlarla.
Evde Selime Hanım’dan başka, yirmi beşlerinde Kenan, on dokuzunda Bahar, ilkokula giden, hep önüne bakan, ezik Semih’çik var.
Anne, bağırarak otorite sağlamak istiyor ama ipin ucu kaçmış bir kere… Çocuklarından saygı görmeyince, daha da hırçınlaşıyor.
Herhalde devamlı işi olan, Bahar. Her gün aynı saatlerde, erkenden evden çıkıp gidiyor. İncecik bedeni, esmer biçimli yüzünde kara gözleri, evinden çıkınca kibarlaşan tavırlarıyla nasıl da güzel. Rastlaştıklarında “Nasılsınız?” derken başkalaşıyor. Annesiyle tartışan, bağıran hırçın kız yok. Onu görünce olumsuz düşüncelerini ince bir hüzün örtüyor.
Bazı akşamlar çok geç geliyor, “Bu saatte bu semte nasıl vasıta buluyor?” düşüncesiyle kendi adına ürküyor… Bazı geceler ışığı kapatılmış odaların perde aralığından özel bir arabayla bırakıldığını gören meraklı komşular, sonraki gün fiskos koltuklarına gömülüp çay içerken fısıldaşıyorlar.
Annesinin şimşekleri, devamlı bir işi olmayan, daha çok evde oturan oğlunun üstünde… Sanki Selime Hanım’ın yaşamında ters giden her şeyin nedeni o; garip bir günah keçisi… Duyduğu bağrışmaların sonunda, demir bahçe kapısının çarpılma sesinden Kenan’ın söylenerek öfkeyle çıkıp gittiğini anlıyor.
Alışverişe çıktığı bir gün, “Adana, İskender, tereyağlı döner, buyrun” diyen ses, Selime Hanım’ın evinden sokaklara taşan “Konuşma kız, kırarım bacaklarını, anan da kurtaramaz seni” ile aynı. Yanından geçerken kebapçının önünde çığırtkanlık yaparak müşteri çekmeye çalışan, komşunun oğluyla göz göze geliyor. Onu selamlarken gösterdiği saygı Bahar’ın kibarlığı gibi ev halinden farklı, bir o kadar da acıtıcı. Her ikisi de sanki gürültülü, rahatsızlık veren yaşamlarının ayrımındaymış gibi; “Biz aslında düşündüğünüz gibi değiliz”izlenimini vermek istiyorlar...
Bir sabah bahçeye çıktığında kadının kucağında kundakta bir bebek görüyor. Göz göze geliyorlar. Selime Hanım telaşla açıklama yapıyor… “İstanbul’daki oğlumun… O ne oldum delisi, şirret karısıyla kavga ettiler. Gelin, ‘Senin çocuğuna bakamam, al ne halin varsa gör’ diye bebeği hastanede bırakıp gitti. Oğlan da bana getirdi. Ne yapayım şuncacık sübyan ortada mı kalsaydı? Mecburen bakacağım. İşte böyle analar da var. Görüyor musun hocanım?”
Mantığı, küçücük bebeğini hastane odasında bırakıp giden anneyi kabullenemiyor. Yine de “Ne biçim anneymiş, yazıklar olsun” deyip kadının duygularına ortak olmaya çalışıyor.
Bebeğin gelişiyle Selime Hanım kadar, onun da zor günleribaşlıyor. Sanki öncesinde kolaymış gibi… Hiç bitmeyen ağlamalar evden sokaklara taşıyor. Bütün eski gürültüye, bağrışmalara bebeğin acı çığlıkları, onu oyalamaya çalışan, önce sevecen, başaramayınca sinirli, giderek bela okuyan, bıkkın bir kadın sesi eşlik ediyor.
Bir gün bahçede beyaz bir kuzu beliriyor. Birkaç gün içinde kadın, bebek, kuzu, köpek, bahçenin değişmez dörtlüsü oluyor. Küçük yavru Selime Hanım’ı anne yerine koymuş gibi peşinden bir an olsun ayrılmıyor. Kadının bebeği oyalamak için neredeyse hayvana değdirecek kadar yaklaştırıp “Bak mee!” diye seslenmesini bahçeden duyup gülümsüyor. Kuzu da bu oyundan mutlu, kadın ve bebekle uyum içinde; koşturup duruyor…
Ne yazık bu birliktelik hayvanın aleyhine bozuluyor.Koyunlaşıp ergen bir delikanlı olunca onu evin terasına atıyorlar. Sahibine, bahçede özgür koşuşturmaya alıştığı için demirlerle çevrili üçüncü kat terasında, gün boyunca yalnızlıktan acı acı “meee” diye bağırıp sağa sola koşmaya başlıyor. Yorulup sesi soluğu kesilene kadar… İşte meşhur tekerleme o zaman doğuyor. İşlerden, bebekten, canından bıkmış Selime Hanım, kuzunun hiç dinmeyen melemesine dayanamayıp öfkesinin iyice bozduğu sesiyle “Neeee?” diye yanıt vermeye başlamasın mı? “Meee” ve “Neee?”
Artık sakin yaşam düşüncesi kavgalar, bebek ağlaması, ergen bir koyun melemesi, onu azarlayan kadının hırçın sesinden oluşan bir kakafoniyle bozuluyor.
Bahar gelip hastalanan annesine iğne yapmasını isteyince bir hafta boyunca iğneleri yapmak üzere evlerine gidiyor. Kısacık sohbetlerde; kocasının küçük oğlana hamileyken onları bırakıp gittiğini, ondan bir daha hiç haber alamadıklarını, geçimlerini kızı Bahar’ın sağladığını, büyük oğlunun da ara sıra bulabildiği geçici işlerden eve bir şeyler getirdiğini anlatıyor kadın.
Yaptığı kekten sunmak için, açık kapılarının önüne gelip “merhaba” diye seslendiği gün görüyor Bahar’ın bebeği emzirdiğini… Ani bir hareketle memesinden ittiği bebek kucağından yere düşerek ağlamaya başlayınca Bahar’ı, aylardır sakladığı bu durumda gördüğü için çok üzülüyor, suçlanıyor…
Mutfaktan çıkan kadına tabağı uzatıp “Kek getirmiştim” diyerek çıkmak isterken Selime Hanım, ani bir hareketle kolundan tutup onu içeri çekip kapıyı kapatıyor. “Gel hocanımgel.” derken Bahar’a da “Al piçini, geç yukarı.” diye bağırıyor. Ağır, yorgun bedenini bir çuval gibi kanepeye atarak yanında yer gösteriyor.
“Artık deyiverecem, çok bunaldım, geberdim hocanım. Saklamaktan, kimselere anlatamamaktan, bi taraftan da anlayacaklar diye korkmaktan daraldım. Aylardır yutkundum yutamadım, içimdeki düğümler boğazıma dizildi. Çocuklara bağırdım, bebeği azarladım, köpeği tekmeledim, kuzuya hırslandım. Sonunda hasta oldum, biliyosun… Bu çocuk oğlumun dediğimde ben sana yalan söyledim. Bu bebek Bahar’ın hocanım, bu bebek Bahar’ın.
“…”
Bu benim kız Almanya ile iş yapan bir şirkette çalışıyor. Bizim geçimimiz onun elinden. Patron kızıma çok iyi davranıyor. ‘Seni pek beğeniyorum, annenle tanışmak istiyorum’ diyor. Hatta işi uzayınca birkaç kez eve de bıraktı. Bir keresinde bize yemeğe bile geldi. Görünüşü efendiden bir adam. Ondan sonrasını ben bilmiyorum, aralarında nişan mı ne yapmışlar? Almanya’da işlerim var halledip geleyim, evleneceğiz demiş. Sık sık Almanya’ya gidermiş zaten. Benim aptal kızım da ‘Nasıl olsa evleneceğiz’ diye o boku yedi heralde…
Ben öğrendiğimde dellendim. Yer yarılsa da yere geçsem dedim, kızın saçını başını yoldum, oğlanlardan sakladım, nereye kadar… Öğrenince, onlardan da bi güzel dayak yedi. Buraya taşındık, bizi burada kimseler tanımaz diye. Geçimimiz Bahar’a bağlı, işe devam etti. Adama bebeği söyleyince, ‘Tamam evleneceğiz ama önce boşanmam lazım, Almanya’da karım var’ demez mi?” Nerden bilelim sütü bozuk olduğunu. Madem evlisin ne demeye elalemin evladını kirletirsin değil mi ama?
Karnını sakladık, Allahtan küçüktü karnı… Evde doğurttuk. Sonra da bebek oğlumun dedik. Anlayacağın kuru derede sele gittik hocanım. Kime üzülsem ki, bebeğe mi, Bahar’a mı yoksa kendime mi?
İnsanlar başkasının ayıbından zevklenir oldu. Bizimezikliğimizden sevinç duymak nasıl bir şey ola ki? Ben anlamam sanırlar ama ağzımdan laf kapmak için çok uğraşır bu cibilliyetsiz komşular. “Can ne kadar da halasına benziyor, anası olsa bu kadar benzemez ha!” derken bir çakmaları var ki anlatamam. Başımızda erkeğimiz yok. Büyük oğlum İstanbul’da kendi derdinde, it kılı postal bağı… Bu oğlanın işi yok. Gadanı alayım, sen okumuş kadınsın, yüreği eğri değilsin, bizi dile düşürmezsin. Anlarsın beni. Sana açıldım, inan yüreğimin şişi indi, yüküm hafifledi biraz.”
Onun sırrını taşımak gibi ağır bir sorumluluk yüklenmiştibirkaç dakika içinde. Bir şeyler söyleme gereği duyarak sordu:
“Babalık davası açtınız mı?”
“Açacağız ama adam evli, hem kabul etmiyorum demiyor ki namussuz. Mezhebi geniş herif. ‘Boşanayım evleneceğiz’ diyor. Ne zaman? Bellisi mi var? Bak Can yaşına dayandı. Bahar bizim tek dalımız. O olmasa aç kalırız. Mecburen işine devam ediyor. Bari işinden olmasın diye de adamı ürkütmek istemiyoruz.”
Son cümle içini acıtıyor, Bahar’ın geleceği hazırlanmış gibi. Ürkmesin diye adamın üstüne gitmemek… Bahar evlenemezse ne olarak kalacak adamın yanında? İşinden olmaması için ne yapması gerekecek? Karın doyurmak için her şeye katlanan bir yaşamı mı olacak bu incecik, narin kızın?
“Olur böyle şeyler. Üzülme. Sen torununa bak, ne kadar da güzel,” derken omzunu sevgiyle okşarken bütün gün dönüp dolaşan hantal bedenine, eksik dişlerinin daha çok yaşlandırdığı yüzüne bakıyor.
Sonraki aylarda aynı gürültüler, kavgalar, haykırışlar sürerken kuzucuk kavurma, bebek çocuk olurken, küçük oğlan ortaokula başladı. Bahar, sabah gidip akşam dönmeye devam etti. Selime Hanım çocuk, süpürge, sigara, öksürükle yaşamayı sürdürdü.
İlişkileri, ara sıra yaptığı özel bir yemekten ikram edip yalnızca günaydın, nasılsınla kaldı. Paylaştıklarıyla ilgili hiçbir şey sormadı… Selime Hanım da konuyu bir daha açmadı.
İki aylığına hasta annesinin yanına gitti. Döndüğünde komşu ev boştu…Selime Hanım ve çocukları; kırılgan duruşu, kara gözleri, küçücük kadın bedeniyle Bahar; başını önünden hiç kaldırmayan Semih; kavruk, delikanlılığına sığamayan Kenan yoktu.…
Tek bir yeşilin, yabani otun bile olmadığı bahçe, demiri paslanmış, kanadı kırılmış bahçe kapısı, kirli pencere camları öylece bekliyordu. Bütün çığlıklar, bağrışmalar kesilmiş… Gürültüsünden bunaldığı ev bu kez sessizliğiyle ürkütüyordu onu.… Gölgesiz ağaç, küllenmiş ateş, suyu kesilmiş bir değirmen gibi… Suskun, yabancı…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.