YAZAN: Emine KAMÇI
Mutfakta oturmuş, öğlen yemeğimi yiyordum. Evde benden başka kimse yoktu. Böyle yalnız olduğum anlarda, mutfakta genellikle radyo dinlerim. Böyle olunca da sanki yemeği daha iyi özümsediğimi düşünürüm.
Yine radyomu açmış, iştahla yemek yiyordum. Radyodaki konu ilgimi çekmişti.
Osmanlıların hayvan sevgisinden söz ediliyordu. Ben de hayvanları çok sevdiğim için, iyice kulak kabarttım. Hayvanların ne şekilde avlanacağına ilişkin ferman bile varmış söylediklerine göre. Örneğin, tüfekle kuş vurulması yasakmış.
Gerçekten de anlatılanlar, benim gibi bir hayvansever için harika şeylerdi. Konuşmanın sonunda da sokaklardaki başıboş hayvanların durumunu kastederek, ne günlere kaldığımızı söylüyordu spiker.
Evet, yukarıda da belirttiğim gibi, ben de hayvanlara değer verir, onlara göz göre göre zarar gelsin istemem. Ama burada bir çelişki var. Hayvanları gözlerinden sakınan padişahlar, bir tavuk boğazlar gibi, kardeşlerini bile boğdurmaktan çekinmiyorlardı.
Bu ne çelişki Tanrım, dünyamız çelişkilerle dolu; tarihimiz çelişkilerle dolu; daha doğrusu çelişki yaşayanlarla dolu.
Aslında öyle çok uzaklara da gitmeye gerek yok. Şu bulunduğumuz yüzyıl Türkiye’sinde bile söz konusu değil mi ki bunlar?
Dış güçlerle baş edemeyip, işbirlikçi haline gelenleri yok saymışız ve kan dökerek, can vererek bin bir mücadeleyle cumhuriyeti kurmuşuz, “artık biz bağımsızız” demişiz; her gün ayrı bir yenilik getirmişiz, yeni yeni kanunlar yapmışız. Dahası, peçenin ardındaki kadını oradan alıp, eğitmişiz ve “Sen erkekle eşitsin” dedikten sonra, siyasete sokmuşuz.
Buraya kadar her şey yolunda, her şey umut verici görünüyor. Ya sonra: Yüzlerini ve kafalarını aydınlattığımız bu kadınları yeniden geri itelemişiz. Nasıl mı? Evlerine geri sokarak ve bir sürüdeki koyun örneği, yeniden baş eğdirerek, “Şimdi sen koyunu oyna” demişiz. Bir işe de gitse, uzaya da çıksa, hep koyunu oynamış. Küçücük bir kız gibi, öğütlere kulak versin istenmiş. “Şu yiyecek acıdır yeme; bu tatlıdır bunu ye. Ya da şu çocuk yaramaz, onunla oynama; bu çocuk tembel, bundan uzak dur; dahası, bu giysiyi sakın giyme, sana yakışmaz!” Daha da neler neler. Bunu hepimiz yapmışız; okumuşu, okumamışı, kültürlüsü, cahili, hep kadına böyle yapmış.
Bu ne çelişki sayın hocam! Bu ne çelişki doktor bey; siz mühendis beyler; siz büyük iş adamları ve siz ağabeylerimiz, babalarımız ve kocalarımız! Koyun gütmeyi madem bu kadar çok seviyordunuz, neden dağlarda çobanlık yapmadınız da şehirlerde bunca çile çektiniz?
Mutfakta oturmuş, öğlen yemeğimi yiyordum. Evde benden başka kimse yoktu. Böyle yalnız olduğum anlarda, mutfakta genellikle radyo dinlerim. Böyle olunca da sanki yemeği daha iyi özümsediğimi düşünürüm.
Yine radyomu açmış, iştahla yemek yiyordum. Radyodaki konu ilgimi çekmişti.
Osmanlıların hayvan sevgisinden söz ediliyordu. Ben de hayvanları çok sevdiğim için, iyice kulak kabarttım. Hayvanların ne şekilde avlanacağına ilişkin ferman bile varmış söylediklerine göre. Örneğin, tüfekle kuş vurulması yasakmış.
Gerçekten de anlatılanlar, benim gibi bir hayvansever için harika şeylerdi. Konuşmanın sonunda da sokaklardaki başıboş hayvanların durumunu kastederek, ne günlere kaldığımızı söylüyordu spiker.
Evet, yukarıda da belirttiğim gibi, ben de hayvanlara değer verir, onlara göz göre göre zarar gelsin istemem. Ama burada bir çelişki var. Hayvanları gözlerinden sakınan padişahlar, bir tavuk boğazlar gibi, kardeşlerini bile boğdurmaktan çekinmiyorlardı.
Bu ne çelişki Tanrım, dünyamız çelişkilerle dolu; tarihimiz çelişkilerle dolu; daha doğrusu çelişki yaşayanlarla dolu.
Aslında öyle çok uzaklara da gitmeye gerek yok. Şu bulunduğumuz yüzyıl Türkiye’sinde bile söz konusu değil mi ki bunlar?
Dış güçlerle baş edemeyip, işbirlikçi haline gelenleri yok saymışız ve kan dökerek, can vererek bin bir mücadeleyle cumhuriyeti kurmuşuz, “artık biz bağımsızız” demişiz; her gün ayrı bir yenilik getirmişiz, yeni yeni kanunlar yapmışız. Dahası, peçenin ardındaki kadını oradan alıp, eğitmişiz ve “Sen erkekle eşitsin” dedikten sonra, siyasete sokmuşuz.
Buraya kadar her şey yolunda, her şey umut verici görünüyor. Ya sonra: Yüzlerini ve kafalarını aydınlattığımız bu kadınları yeniden geri itelemişiz. Nasıl mı? Evlerine geri sokarak ve bir sürüdeki koyun örneği, yeniden baş eğdirerek, “Şimdi sen koyunu oyna” demişiz. Bir işe de gitse, uzaya da çıksa, hep koyunu oynamış. Küçücük bir kız gibi, öğütlere kulak versin istenmiş. “Şu yiyecek acıdır yeme; bu tatlıdır bunu ye. Ya da şu çocuk yaramaz, onunla oynama; bu çocuk tembel, bundan uzak dur; dahası, bu giysiyi sakın giyme, sana yakışmaz!” Daha da neler neler. Bunu hepimiz yapmışız; okumuşu, okumamışı, kültürlüsü, cahili, hep kadına böyle yapmış.
Bu ne çelişki sayın hocam! Bu ne çelişki doktor bey; siz mühendis beyler; siz büyük iş adamları ve siz ağabeylerimiz, babalarımız ve kocalarımız! Koyun gütmeyi madem bu kadar çok seviyordunuz, neden dağlarda çobanlık yapmadınız da şehirlerde bunca çile çektiniz?
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.