Yazan: Yayla BOZTAŞ
Hepsi birbirine benzeyen 15 katlı apartmanların arasından mavi bir çizgi deniz ve deniz gören site diye yazıyor reklamlarında. Son teknolojiye göre hazırlanmış akıllı evler…Onlar akıllı ama içinde oturanların ne kadar akıllı olduğu şüpheli.
Birbirinin aynı, ahşap, metal, cam yığınları, aşırı abartılmış gökyüzüne kafa tutan upuzun evler. Kendilerine yabancı…
Üst üste geçirilmiş sefer tasları gibi. Ancak bir kişinin sığacağı balkonlar, ferforje parmaklıklar. Arabaları oyuncak gibi gören ev sahipleri. Asansörden asansöre ayıp olmasın diye selamlaşan, selamlaştığı kişinin kaçıncı katta oturduğunu bilmeyen aynı kuleye hapsedimiş yabancılar…
Güldüm düşündüklerim için. Çocukken de böyle abuk sabuk benzetmeler yapar annemi güldürürdüm. O da benim gibi apartmanları sevmezdi. Ev dediğin bahçeli olmalı, çıkınca kapıdan, değmeli ayağın toprağa. Ah o bahçeli evimiz, şimdi senin yerine de bir apartman dikmişlerdir… Hiçbir şey gelmiyor elimden seni gözümde canlandırmaktan başka.
Sanki içeri girmemizi bekliyormuş gibi anahtar kilide sokulunca hiç direnmeden açılan kapımız. Taşlıkta bir sevinç, bahçedeki genç ağacın yapraklarında yanakları allaşan ergenlik mahcubiyeti. Tam uçmaya kalkışıp sonra yerinden ırgalanmayan küçücük kumru, yuva yapmak için saçağın altına çöp taşıyan kırlangıcın kanadı beni selamlıyor, ağzındaki çöp düşmesin diye suskun. “Bu kanat selamıyla yetin” der gibi.
Alt tarafı altı basamak merdiven ama bir an önce içeri girmeme engel sanki. İki zıplamayla kapının önündeyim. Ayakkabıları koyduğumuz dolabın önündeki basma örtünün çiçeklerinden mi geliyor bu koku?
Kapının kolunu çevirip içeri giriyorum, mutfaktan gelen ikinci bir koku bastırıyor basma perdenin çiçek kokularını. Yarım ay şeklinde kavrulmuş soğanlar, koca köfteler ve patatesle sobanın üzerindeki bakır tavada kucak kucağa. Sobanın sıcağı, köftelerin cızırtısı doldurmuş yüksek tavanlı mutfağı… Çaydanlıkta kaynayan su hoş geldin diyor bana. Sobanın fırınından bir koku karışıyor bu güzel ortama. Karışımdan ayıramıyorum neyin kokusu olduğunu. Dayanamayıp açtığımda tepsiden bana bakıyor turuncu kızıl kabaklar. Kabuğuyla pişiriliyor, bir parça kabuk kırıp kaşık yerine kullanılarak yediğimiz kabak tatlısı. Kendi tadıyla, şeker koymadan katkısız bugünün organik denileni… Bu güzel kabağın fırına girmeden önce bahçedeki çadıra benzeyen kocaman yapraklı hali geliyor aklıma. Yaprakları kaldırıp altında saklanan salyangozcuklar var mı diye baktığımı anımsıyorum içim buruk.
Yeşil gri kabaklar küçük bir top gibi henüz. Gölüntülenmemişler küçük bebekler gibiler…
Annemin elbisesi dolabın perdesindeki basmadan. Yoksa perde mi annemin elbisesinden. Hiçbir şeyin atılmadığı, tüketimin gerektiği kadar yapıldığı, güzel, doyumlu yıllar. Küçücük parçaların birbirine ulanıp kocamanlaştırıldığı, artmış pilavdan çorba, makarnadan börek yapıldığı, dışarıdan yalnızca üretemediğimiz ürünlerin alındığı bir dönem. Poşet, naylon yerine gazeteden yapılmış kese kağıtları, pamuk ipliğinden dokunmuş fileler. İkide bir komşuda pişen bize de düşen ikramlar. Asla boş gönderilmeyen tabaklar.
Şimdilerde nerede bu güzellikler? Bu kadar çabuk nasıl yitirdik bunca güzelliği? Şanslı çocuklarmışız ama ne yazık o zaman bunun ayrımında değildik. Hep yenilik arayanlar buldukları yenilikten memnun mu?
Hayvanların bizim bir parçamız olduğunu bilen merhametli insanlar nerede? Önüne gelen yetkili sokak hayvanlarının insanlara zararlı olacağını bağırıyor avaz avaz ve onları yok etmenin çaresini arıyor. Vicdansız görevliler de aşkla bu işi yerine getiriyor. Bizim gibi düşünen binlerce insan da “Önce sokaklardaki asıl tehlikeleri yok edin. Kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, trafik canavarları, dolandırıcılar, gaspçılar…” Daha neler neler… Ne dersiniz kulak verirler mi söylediklerimize? Vicdan can çekişmiyor, öldü, yedi kat derine gömüldü ne yazık.
Hepimize vicdanı bol bir ülkede insan gibi yaşamayı dilemek kaldı.
Hepsi birbirine benzeyen 15 katlı apartmanların arasından mavi bir çizgi deniz ve deniz gören site diye yazıyor reklamlarında. Son teknolojiye göre hazırlanmış akıllı evler…Onlar akıllı ama içinde oturanların ne kadar akıllı olduğu şüpheli.
Birbirinin aynı, ahşap, metal, cam yığınları, aşırı abartılmış gökyüzüne kafa tutan upuzun evler. Kendilerine yabancı…
Üst üste geçirilmiş sefer tasları gibi. Ancak bir kişinin sığacağı balkonlar, ferforje parmaklıklar. Arabaları oyuncak gibi gören ev sahipleri. Asansörden asansöre ayıp olmasın diye selamlaşan, selamlaştığı kişinin kaçıncı katta oturduğunu bilmeyen aynı kuleye hapsedimiş yabancılar…
Güldüm düşündüklerim için. Çocukken de böyle abuk sabuk benzetmeler yapar annemi güldürürdüm. O da benim gibi apartmanları sevmezdi. Ev dediğin bahçeli olmalı, çıkınca kapıdan, değmeli ayağın toprağa. Ah o bahçeli evimiz, şimdi senin yerine de bir apartman dikmişlerdir… Hiçbir şey gelmiyor elimden seni gözümde canlandırmaktan başka.
Sanki içeri girmemizi bekliyormuş gibi anahtar kilide sokulunca hiç direnmeden açılan kapımız. Taşlıkta bir sevinç, bahçedeki genç ağacın yapraklarında yanakları allaşan ergenlik mahcubiyeti. Tam uçmaya kalkışıp sonra yerinden ırgalanmayan küçücük kumru, yuva yapmak için saçağın altına çöp taşıyan kırlangıcın kanadı beni selamlıyor, ağzındaki çöp düşmesin diye suskun. “Bu kanat selamıyla yetin” der gibi.
Alt tarafı altı basamak merdiven ama bir an önce içeri girmeme engel sanki. İki zıplamayla kapının önündeyim. Ayakkabıları koyduğumuz dolabın önündeki basma örtünün çiçeklerinden mi geliyor bu koku?
Kapının kolunu çevirip içeri giriyorum, mutfaktan gelen ikinci bir koku bastırıyor basma perdenin çiçek kokularını. Yarım ay şeklinde kavrulmuş soğanlar, koca köfteler ve patatesle sobanın üzerindeki bakır tavada kucak kucağa. Sobanın sıcağı, köftelerin cızırtısı doldurmuş yüksek tavanlı mutfağı… Çaydanlıkta kaynayan su hoş geldin diyor bana. Sobanın fırınından bir koku karışıyor bu güzel ortama. Karışımdan ayıramıyorum neyin kokusu olduğunu. Dayanamayıp açtığımda tepsiden bana bakıyor turuncu kızıl kabaklar. Kabuğuyla pişiriliyor, bir parça kabuk kırıp kaşık yerine kullanılarak yediğimiz kabak tatlısı. Kendi tadıyla, şeker koymadan katkısız bugünün organik denileni… Bu güzel kabağın fırına girmeden önce bahçedeki çadıra benzeyen kocaman yapraklı hali geliyor aklıma. Yaprakları kaldırıp altında saklanan salyangozcuklar var mı diye baktığımı anımsıyorum içim buruk.
Yeşil gri kabaklar küçük bir top gibi henüz. Gölüntülenmemişler küçük bebekler gibiler…
Annemin elbisesi dolabın perdesindeki basmadan. Yoksa perde mi annemin elbisesinden. Hiçbir şeyin atılmadığı, tüketimin gerektiği kadar yapıldığı, güzel, doyumlu yıllar. Küçücük parçaların birbirine ulanıp kocamanlaştırıldığı, artmış pilavdan çorba, makarnadan börek yapıldığı, dışarıdan yalnızca üretemediğimiz ürünlerin alındığı bir dönem. Poşet, naylon yerine gazeteden yapılmış kese kağıtları, pamuk ipliğinden dokunmuş fileler. İkide bir komşuda pişen bize de düşen ikramlar. Asla boş gönderilmeyen tabaklar.
Şimdilerde nerede bu güzellikler? Bu kadar çabuk nasıl yitirdik bunca güzelliği? Şanslı çocuklarmışız ama ne yazık o zaman bunun ayrımında değildik. Hep yenilik arayanlar buldukları yenilikten memnun mu?
Hayvanların bizim bir parçamız olduğunu bilen merhametli insanlar nerede? Önüne gelen yetkili sokak hayvanlarının insanlara zararlı olacağını bağırıyor avaz avaz ve onları yok etmenin çaresini arıyor. Vicdansız görevliler de aşkla bu işi yerine getiriyor. Bizim gibi düşünen binlerce insan da “Önce sokaklardaki asıl tehlikeleri yok edin. Kadın cinayetleri, çocuk tacizleri, trafik canavarları, dolandırıcılar, gaspçılar…” Daha neler neler… Ne dersiniz kulak verirler mi söylediklerimize? Vicdan can çekişmiyor, öldü, yedi kat derine gömüldü ne yazık.
Hepimize vicdanı bol bir ülkede insan gibi yaşamayı dilemek kaldı.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.