yaylaboztas@yahoo.com
Kısa ve beyaz saçları, kolyesi ve mavi gözleriyle uzaklara bakıyor.
Siyah-beyaz bir fotoğrafta, bir kadın dikiş makinesi kullanarak kumaş dikiyor. Beyaz bir gömlek giymiş ve saçları arkadan toplanmış. Çalışma masasında bir dikiş makinesi, bir masa lambası ve çeşitli dikiş malzemeleri bulunuyor. Arka planda bir manken ve askıda asılı kıyafetler var.

Bugün, dikiş makinemi sokağa bakan pencerenin önüne yerleştirdim.



Annem söylenmeye başladı. Sokağa bakmaya dalarsam dikişleri yetiştiremezmişim. Hem burası karşı evin üst katından ayna gibi görünüyormuş. Ayna gibi görünse ne olacak sanki. Bakanlar bütün gün makinenin başında oturan geçkin bir kız görecekler…



Makinenin pedalını çevirmeye öyle alıştım ki gece yatağımda ayaklarımı durduramıyorum. Biriyle basarken öbürü kalkıyor kendiliğinden. İyi ki evli değilim! Gece boyunca ayakları oynayan bir kadını kim ne yapsın?



Kardeşim Naci’nin okul masrafları, evin geçimi; babamdan kalan üç aylığı silip süpürüyor. Annem durup durup “İyi ki lise yerine kız sanata verdim seni. Bak sayemde bir işin oldu.” diyor. Ben de boşuna “Sayende elimiz para gördü.” demesini bekliyorum.



Benim görgüm kumaşlardan öteye geçemiyor artık. Bu konuda her şeyi sorabilirler bana. Bir makara kaç metre kumaşı diker? Hangi kumaşlar eli yormaz?  Hangi marka tela daha iyi yapışır?



Pamuklu, pazen, basma uyumlu halk insanına benzer. Beni üzmezler dikerken. Bir de kadifeyi severim. Adı gibiyumuşak, insanın elini okşar, soylu ama hoşgörülüdür… İpeği, taftayı sevmem, kaprisli, kendini beğenmiş kadınlar gibidirler.Naylonsa, sonradan görmenin tekidir. 



İşimi aksatmıyorum ama gözüm sokağa kayıyor. Annem görse “Ben sana demiştim, bak gözünü alamıyorsun sokaktan” diye başlar gene. Başlasın… Kullanılmayan halılar, atılamayan eskiler, demiri paslanmış ütü tahtası ve ben… O yüklük gibi sıkış tepiş, küf kokan odada çok bile kaldım!​



Mutfaktan yaprak sarmasının kokusu geliyor. Naci çok sever. Annemin oğluna düşkünlüğü sayesinde güzel yemekler yiyorum. Ama azarın bini bir para. “Çok yeme Semahat, bütüngün oturuyorsun, iyice kilo aldın Semahat, evde kalacaksın Semahat.”



Beni ne kadar incittiğini bir bilse. Ben niçin oturuyorum?Hayatım makine başında benim isteğimle mi geçiyor? Her şey yolunda da bir benim şişmanlığım mı dert, yoksa geleceksiz,bir makineye bağlamam mı? Bazen anneler kızlarının düşmanı oluyor sanki. Naci Okulu bitirip memur olsun, annemi onabırakıp gitmezsem…



Annem geçen gün “Yandaki komşunun bir tanıdığı varmış. Oğlu elli yaşına gelmiş, kız beğendirememişler ona. Birazcık titizmiş, annesine seni söylemişler. ‘Bir gelip kızınızı görebilir miyiz?’ diye soruyorlarmış. Ne zaman gelsinlerSemahat?” demez mi?



Önce annesi görecek; olur derse, ön elemeyi geçersem,titiz beyimiz görecek. Beğenmezse katla Semahat’ı, koy bohçaya. Başka gün açar, serersin bir başkasının önüne.



Sokağa çıkmıyorum. Öyle bir yapıştı ki üstüme görevim.Aynalara bakmıyorum. Şişman mıyım, çirkin miyim, benibeğenirler mi, ben onları beğenir miyim hiç aklımdan geçmiyor?



Naci bana kütüphaneden kitap getiriyor. Nefes aldığım tek an… Annemden gizli okuyorum. Bir gece yakalandım.  Işığımı kapatmaya kalktı, tartıştık. Nerden aklıma geldiyse, “Manastırdaki kötü rahibelere benziyorsun.” dedim, “Ben senin için söylüyorum, gözlerine yazık,” diyerek kendini haklı çıkarmaya çalıştı. Nedense dikiş dikerken gözlerime yazık değil…



Annem konu komşuya oturmaya gidince ben de biraz bahçeye çıkıyorum. Küçücük de olsa sevimlidir bizim bahçemiz. Birkaç meyve ağacı, kuytularda menekşe, duvara sarılı hanımeli, yasemin... Makinenin soğuk demirinden sonra çiçeklerin tenimi okşayan yapraklarına sürerim ellerimi. İçim ılık ılık olur. Bütün sıkıntılarımı unuturum. Zaten mevsimleri de bahçem anlatır bana. İlkbaharı çiçeklenen erikten, sonbaharı çatlayan narlardan anlarım. 



Bana beni, en çok turunç ağaççığı anlatır. Zamanında portakal diye dikilmiş… Büyüyüp meyve verene kadar anlamamış babam. Sonra da kesmeye kıyamamış. Her baharportakalla çiçeğe duran, kokusu, yaprağıyla aynı olan bu ağaççığı kendime benzetirim. Kimsenin el uzatmadığı meyveleri dökülür gider. Yaşama coşkuyla başlayıp bir kenarda unutulmak nasıl bir duygu? Farkımız; ben artık çiçeğe durmuyorum, daha çabuk unutturdum kendimi…



Bugün bahçede gezinirken kaç zamandır kiralık yazan karşımızdaki evin camlarının silindiğini gördüm. Demek tutuldu. Şimdi annem camın önünde olmama daha da kızacak. O evin üçüncü katından bizim burası onun deyişiyle ayna gibigörünüyor ya…



Yanımdaki kumaşlar biriktikçe annem seviniyor, oysa ben... Bir tahterevallinin iki ucundayız annemle. Ama o hep tepede. Ben hep yere vurup orada kalıyorum, bunalmışlıklarımın ağırlığıyla.



Cuma günü annem, yanında epey yaşlıca bir kadınla ansızın odama girdi. Kırışık tenine yakışmayan parlak mavi gözlü, beyaz saçlı, başı hafif öne eğik, çok zor yürüyen bir kadın. Önce annemin söylediği, titiz oğluna köle arayan kadınsanıp ciddileştim, kapıya bakan yüzümü yeniden makineye çevirdim.



Yumuşacık bir sesin “Merhaba kızım”ı annemin sesine karıştı.



“Müjgân Hanım karşıdaki eve taşındı, sana dikiş getirdi, diker mi diyor?”



Kadına döndüm. Yumuşak sesi, gülen gözleri içimi ısıttı. Kalkıp eline eğildim.



“Tabii, buyurun.” 



Kocasına pijama, kendine de bir elbise ve bluz diktirecekmiş. Kumaşları önüme uzattı.  Ölçüsünü alıp provaiçin gün verdim.



“Kızım, merdiven inerken zorlanıyorum, zahmet olur muprovaya sen bize gelsen.” Düşünmeden “Olur.” dedim. Sevdim Müjgân Hanım’ı, yumuşak sesini, anneme hiç benzemeyen sevecenliğini.



Geç saatlere kadar çalıştım. Annem, Naci, bütün mahalle, bütün kent uyuyor. Sokaklarda yaşam yok artık. Uyku tutmadı beni. Çay demledim. Annem görse “Gecenin yarısında çay mı olurmuş, midene yazık, hem iyice uykunu kaçıracaksın” derdi hemen. Zaten benim okuyan gözlerime, çay içen mideme yazık… 



Çayımı elime alıp sessizce bahçeye çıktım. Köşedeki tahta masaya oturdum. Serin bir sessizlik. Baharın ve gecenin kokusu birbirine karışarak içime doldu. Ağaçtan bir yaprak, sonra bir çiçek düştü önüme. Limon mu turunç mu ayıramadım. Çayım çiçek koktu.



Arkama yaslanıp tam gözümü yumacakken MüjgânHanım’ın penceresinde kırmızı bir nokta gördüm. Pencereye dayanmış sigara içen biri var. Gecenin karanlığında ayırt edilemeyen bir gölge. Sigara ateşi yıldız ışıklarına karışıyor, sönükleşip canlanarak yanıyor. Gözümü pencereden ayırmadan çayımı yudumluyorum… Müjgân Hanım, eşi ve kendinden bahsetmişti yalnızca. Yaşlı adam sigara tiryakisimiydi? Gece yarısı bu yaşta, yoo olmaz. Belki de oğulları…



Artık her gece aynı saatte, kırmızı noktaya bakıyorum.Kırmızı nokta sönünce ben biraz daha oturup içeri giriyorum. Karşımdaki de benim bahçeye çıkmamı bekliyor, bana bir işaret veriyor sanki. Ya da ben öyle olmasını istiyorum… Hergece aksatmadan gerçekleştiriyoruz bu buluşmayı. Bahçeye çıkmayı iple çekiyorum. Eskisi gibi yalnız duyumsamıyorum kendimi…



Bu gece düşüme girdi tanımadığım arkadaşım…



Ben kumaş mağazasında sırada bekliyorum. Her gelen benim önüme geçiyor, beni arkaya itiyorlar. Hep sıranın en sonundayım.  Tezgâhtaki adam birden arkasına dönüp rafları gösteriyor. “Boşuna beklemeyin hanımlar, kumaşlarımız bitti.” diyor. Biraz önce kumaşlarla dolu raflar kimsesiz bir evin dolapları gibi bomboş…



Kadınlar karşı koymaya kalkınca adam ellerini çırpıyor, bütün kadınlar havalanan tüyler gibi döne döne yükseliyor,kapıdan uçup gidiyor. Ama ben havalanmıyor ve uçmuyorum. Adamın kolu olduğu yerden bana kadar uzanıyor. Çok güzelelleri var. Tutup önüne çekiyor beni. Raflar yeniden kumaşlarla dolu… Tezgâhın üzerine koyduğu kumaş toplarını çevirerek açıyor. O kadar çabuk yapıyor ki anında kendimi rengârenk kumaşların içinde buluyorum. Yeşil, pembe, mor, mavi, sarı… Makinemin yanında biriken kumaşlar da burada. Gökkuşağının bütün renkleri ayaklarımın altında şimdi. Adam, sihirbaz gibi elinin bir hareketiyle bütün kumaşları havada uçuşturuyor. Birbirine dolaşan renkler köpük gibi beyaz bulutlara dönüşüyor. Bir de bakıyorum ben bulutların üzerinde oturuyorum.  Aşağılar kapkaranlık, bahçemde ağaçlarım; uzaktan belli belirsiz nokta, kırmızı bir ateş… Meğer adam benim gece arkadaşımmış…



Uyandım, yatağımdayım bulutlarda değil. Perdemdensızan ay ışığının soğuk aydınlığında, uzakta yıldız dolu bir gökyüzü ve yalnızlığım var. Güldüm kendime… Tam evde kalmış kız düşü. Bulutlardan inmem zor olacak… Kim bilir kumaşçı adam yarın beni istemeye gelir!



Anneme anlattım düşümü… Aman ne sevindi. Bir yorumlar sorma gitsin. Sanırsın düğün alayı kapıda. Kısmetim açılacakmış, bulutlara ermişim. Çok hayırlı bir düşmüş. Bütün gün gitti geldi, yorumlarına yorum ekledi, heyecanlandı. Benden korkmasa gidip mahalledeki komşularına daanlatacak.



Müjgân Hanım’a provaya gidecek günü iple çekiyor, her gece bakıştığımız ateşin sahibini tanımak istiyorum artık. Acaba o da beni bekliyor mudur?



Prova günü güzelce giyindim, dolapta sakladığım kokumu süründüm, saçlarımı taradım. Aynaya baktım. Hiç de çirkin değilmişim… Dikişleri alıp gittim.



Kapıyı Müjgân Hanım açtı. Beni sıcacık karşıladı. Yaşına uygun eşyalarla döşenmiş derli toplu bir salona geçtik. Yaşlı eşi, köşedeki koltukta gazetelere gömülmüş oturuyordu.Gözlüğünün üstünden bana baktı “Hoş geldin kızım,” deyip yeniden gazetesine döndü.



Duvarda kenarları yaldız çerçeveli antika bir ayna. Aynanın kenarına takılı birkaç fotoğraf. Koltuk kolçaklarında dantel örtüler. Köşede çaprazlama konmuş, aynalı ceviz büfe, sahipleri kadar yaşlı. Karşı duvarda evlilik fotoğrafları. İkiside incecik, fidan gibi. Telli duvak, ipek mendil, siyah papyon… Yanda sehpanın üstünde; mezuniyet giysisi, yana yatık kepiyle yakışıklı bir delikanlının fotoğrafı. Eski, siyah beyaz bir fotoğraf. Bu delikanlı şimdi büyümüş koca adam olmuştur… Belki de…



Gözlerim penceredeki ateşin sahibini arıyor. Belli etmeden evde başka birisinin varlığını bulmaya çalışıyorum. Bu iki yaşlıya ait olmayan birkaç eşya… Masa üstünde bilimsel bir kitap, pipo, bir sigara paketi, yabancı dilde bir dergi, notlar alınmış bir ajanda... Peki, nerede bunların oğulları?



Oğulları varmış, her gece pencerede sigara içiyormuş düşüncesi bu aptal kafama nerden takıldı ki? Fotoğraftaki genç belli ki kolejde okumuş. Lisan bilen, şimdi iyi bir mevkideolan, ailesinin yaşına göre yetişkin, olgun biri. Belki de evli. Ama neden her gece, ben bahçeye çıkınca bana işaret gönderiyor, kim bilir belki gündüz de gözetliyordur beni. Peki,sen ona denk misin? Terzi bir kız ve o… Nasıl derler, kısmet işte… O ev bir yıl boş kaldı. Belki de onu bekliyor muşum? Sonra düşüm… Ben evlenmeye bu kadar mı düşkünüm? Annem görücü gelecek deyince neden sinirleniyorum peki?



Müjgân Hanım, “Odaya geçelim kızım.” deyip önümden yürüyor. Yine sağa sola bakınarak arkasından gidiyorum. Girdiğimiz koridora üç kapı açılıyor. Kapıların birinden gece arkadaşımın çıkmasını bekliyorum… En baştakine giriyoruz, kapıyı kapatıyor yaşlı kadın. Küçük bir oturma odası, salonda sehpanın üstündeki delikanlı şimdi duvarda kocaman.



Yaşlı kadın, düğmelerini zorlukla açıp gömleğini çıkartıyor. Buruşuk bir derinin altındaki kemikleri çok belirgin. Giyinik halinden çok daha yaşlı… Teyellenmiş bluzunu giydiriyorum, gerekli değişiklikleri iğnelerken kadın sesini iyice alçaltarak fısıldar gibi konuşuyor:



“Kızım inşallah sigara kokmuyorumdur… Bırakmıştım ama oğlumu kaybettiğimde yeniden başladım. Fehmi Bey bilmiyor. Ondan gizli içiyorum. Bilse çok kızar çünkü astımım var. Gündüzleri içemiyorum, ancak geceleri o uyuyunca pencereye çıkıp…”



15 Haziran 2012 



5



 

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.