YAZAN: Harika KÜLÇÜR
Belki istediniz
Zamanı değildi belki
Yaya geçitlerinde beklediniz
Saçak altlarında düşlediniz
Yağmur dindi
Kırmızı oldu ışıklar
Sardunyalara su verir misiniz?
-Bölüm 1-
Bakalım, diye düşündü, bu çocuk nasıl çıkacak? Geçmiş deneyimleri çok olmasa da aşk konusunda az buçuk bir şeyler öğrenmişti. İçi kıpır kıpır değildi. Eski buluşmaları neydi öyle? Karşılaştırdı ister istemez. Bora ile ilk tanıştığında kuşlar çırpınmıştı yüreğinde. Kabına sığmamıştı. Evren kalbinde gümbür gümbür atmıştı. Sonra… Sonrası malum. Sıkılmışlardı. Monotonlaşmıştı ilişki.
Ders bitimi kantinde buluşup bir kahve içtikten sonra bahçeye çıkıyorlar; orada da arkadaşlarla sohbet derken ikisi de yurtlarının yolunu tutuyorlardı. Ders kolikti Bora. Günlük çalışıyordu. Sinema, tiyatro alışkanlığı yoktu. Kendisini sorguladığında sürekli, “Eee Hukuk Fakültesi. Böyle çalışmadan bitmez” deyip kestirip atmıştı. Amaaaan kurtulmuştu. Gezmek, keyif almak gerekti hayattan. Hem sevgilisi azıcık da olsun görmeliydi. Onun gibiler için, bir yerden bir yere gitmek zordu. Ülke koşulları ağırdı. Gerçi fiziksel engeli olmayanlar yönünden de durum farklı sayılmazdı. İnsanlar duyarsızdı. Yollar, sokaklar hallaç pamuğu gibiydi. Hoş, duyarlı olduklarında da abartıyorlardı. Çekiştire çekiştire yardım etmeye çalışıyorlar, bunu yaparlarken de “Sahipsiz misin?” diye sorguluyorlardı. Bunlar gibilerinden illallah demişti. Yollar düzgün olsa, trafikte araçlar yayalara öncelik verse ne iyi olacaktı. İngiltere’ye gittiğinde görmüştü. Arabalar, yayayı gördüklerinde zınk diye duruyordu. İç geçirdi.
Silkindi düşüncelerinden. “Aman sende be,” dedi kendi kendine. O mu düzeltecekti dünyayı? Yuvarlana yuvarlana yaşıyorlardı işte. İyi ki annemler gibi değilim, dedi gülümseyerek. “Ne öyle mıy mıy. Bir şey yapacakları zaman kırk saat düşünüyorlar. Olursa olur, olmazsa olmaz. Bir iki görüşürüm, kafama yatmazsa boşver gitsin” dedi.
Annesinin gözyaşlarını yakalıyordu ara sıra mutfakta. Babası yeniden evleneli yıllar olmuştu. Ancak, hâlâ yastaydı kadıncağız. Hele o Ahmet Kaya şarkıları. Yüreğine fenalıklar bastırıyordu. Sabah gözünü açar açmaz bu tür müzikler kulaklarına doluyordu. Annesinin acıdan zevk aldığını düşünüyordu. Zaman hızla akıyor, annesi gibiler onu durdurduklarını zannediyorlardı. Nafile bir ümit.
Kalkıp hazırlanmaya başladı. Evde kimse yoktu. Annesi çarşıya gitmişti. Kardeşi ise okuldaydı. Üzerine turuncu gömlek, lacivert pantolon giydi. Saçlarını acele acele taradı. Aynaya baktı. Gördüğü kadarıyla beğendi görünüşünü. Renkleri, cisimleri seçebiliyordu ya, çok şükürdü. Renkler umuttu. Bayramdı. Sevinç toplarıydı. Telefonundan saate baktı. Buluşma zamanına az kalmıştı. Aldı bastonunu, evden çıktı.
Kararlaştırdıkları yer, genel olarak arkadaşlarıyla buluşma yeriydi. Normalde insanlar AVM önü der geçerlerdi. Oysa onlar telefonda uzun uzun konuşmuşlardı. “Alışveriş merkezi önündeki otobüs durağının sağına doğru yürü. Elli adım sonra havuz var. Fıskiye sesinden anlarsın. İşte o havuzu yirmi adım geçince dalları çok sarkık bir ağaç göreceksin. Orada bekleyelim birbirimizi.” Fıskiyelerin orada niye buluşmuyoruz, dediğinde; müstakbel sevgilisi, “Birbirimizi sesten duyamayız” diye cevap vermişti bezginlikle. Bu ne biçim görme engelliydi? Ya kafası iyi çalışmıyor ya bağımsız hareket etmeyi yeni öğreniyor, diye söylenmişti. Yine hata mı yapıyordu? Kuşlar da sökün etmemişti kalbine.
Zamane tanışma usulünü kullanmışlar, internette on gün yazışmışlardı. Teyzesinin arkadaşının tanıdığıydı Ali. İki görme engelliyi uygun bulmuşlardı birbirlerine. Görmüyorlardı ya, münasiptiler işte. Yeterli ve geçerli tek koşul toplum gözünde. Bu kısır anlayışa çok kızıyordu. Teyzesine tepkisini göstermişti. “Ne kaybedeceksin, bak bakalım, beğenmezsen istemiyorum dersin olur biter” demişti cilveli sesiyle. Ardından meşhur kahkahasını patlatmıştı. Gülüşü çağlayanlar gibi akardı. Nerede olursa olsun kendisine ilgiyle baktıranlardandı. Erkek işlerinden çok iyi anlardı. Üç koca boşamış, sevgilisiz hiç kalmamıştı. Kıramamıştı onu.
Bir bildiği vardır deyip bekliyordu on dakikadır. Sıkılmaya başlamıştı. Kadın kısmı ilk buluşmada bekletilir miydi? Sinir olmuştu. Koca çınarın hışırtısı ruhunu okşamaktaydı. Yaprakların esintisiyle dalgalanıyordu içi. Başka zaman olsa buranın adı huzurdu. Şimdiyse duygular ardarda koşuyordu. Sık sık telefona gidiyordu eli. Sessizde mi kalmış diye birkaç kere kontrol etmişti. Arasa mıydı acaba? Martılar o anda çığlık atınca yanıt olarak kabul edip telefonu götürdü kulağına. Ses yoktu. Uzun uzun çalmış açılmamıştı. Gitmeli miydi artık? Az daha bekledi. Saati tekrar kontrol etti. Yirmi dakika olmuştu.
Balık baştan kokmuştu işte. Yaşadığı hayal kırıklığını umursamazlığıyla bastırmaya çalışarak otobüs durağına doğru yürüdü. Çelişkileri grileştirmişti etrafını. Niyeydi bu iç sıkıntısı? Akşam girerdi nete. Pek yüz vermediği Sinan ile yazışırdı. Anneannesinin sözlerini anımsadı. Gülümsedi hüzünle. “Elini sallasan ellisi güzel kuşum. Bak annen babana takılıp kaldı da ne oldu? Yazdan yaza gelir görür sizi. Üzülme, hayatta bir sürü mevsim vardır. Durmadan ak, sular seller gibi.”
Esintiyi duydu saçlarında. Kalbindeki çalkantı biraz olsun duruldu.
-Bölüm 2-
Nihayet bitti diye içinden geçirerek aceleyle kapattı bilgisayarını Ali. Artık rahattı. Başladığı işi bitirme gibi bir huyu vardı. Erteleyemezdi. Kafası ferah oldu mu diğer şeylere motivasyonu artıyordu. Ödev de bittiğine göre hazırlanıp çıkmalıydı. Müjde ile tanışacaklardı. Heyecanlıydı. Sesi ne sıcaktı. Ağustos gibi. Güneşlendi yüreği. Yakmasa bari diye kendi kendine söylendi. Bir de cırcırböceği gibi olursa vay ki ne vaydı.
Saatine baktı. Çabuk hareket etmezse kızı kaçıracaktı. Hazırlanıp çıktı. Tam evlerinin dış kapısını kapatıyordu ki telaşla geri döndü. Unutmuştu onca zahmetle aldığı hediyesini. Kendinden iki yaş küçük kardeşini kandırıp çarşıya götürmesi epey zor olmuştu. “Yeni tanıştığın kıza armağan mı alınır?” diye sorduğunda kardeşi, gururla, “En başta hedefi vurmayı bileceksin” demişti. Satın aldıkları armağan kızların tam sevebileceği şeydi. Üzerinde kelebekler uçuşan bir müzik kutusu. Romantizm buydu. Halinden memnun yürüdü.
Otobüs uzun süre gelmedi. Bindiğinde hayli geç kaldığının ayırdına varmıştı. Yapacak bir şey yok, diye içinden geçirdi. Ödevi tamamlamıştı ya. Müjde herhalde beklerdi. Bunları düşünürken birilerinin kendisini iteklercesine oturtmaya çalıştığını fark etti. Bunu yaparlarken konuşmamaları daha iç acıtıcıydı. Panikle, sağ olun oturmayacağım, dedi. Ahh bu toplum, nasıl da abartırdı her şeyi. Görme engelliydi. Herhangi bir nesne değil. Oturmak isteyip istemediğini sorup rahat bırakmalıydılar. Böyle insanlardan çocukluğundan beri yaka silkiyordu. İneceği yerin ismini otobüsün sesli sisteminden duyunca apar topar attı kendini aşağı. Duraktan sağa doğru yürümeye başladı. Adımlarını saydı, fıskiye sesini duydu. Yürüdü biraz daha. Ağaç da buralarda olmalı. Serinlik… Nihayet gelmişti. O koca çınarın gölgesindeydi. Etrafı dinledi. Uzaktan gelen vapur düdüğünü işitti. Çocuk bağrışmaları, uzaktan gelen pamuk şekercinin tiz sesi, inşaata ait insanı gıcık eden kaynak makinesinin gürültüsü. Cebinden telefonu çıkardı. Acaba neredeydi Müjde? Şimdi aradığında zilden anlardı. Ulaşılamıyor, dedi telefondaki ses. Beklemeye koyuldu. Geç kalmıştı tabii. Kızmış gitmiş miydi acaba? Bu sorularla boğuşurken on dakika kadar geçti. Tekrar aradı. Yok, ulaşılamıyordu. Neden sonra, simit ister misin, diye sordu yakınından bir ses. “Hayır istemiyorum. Yalnız, buralarda bekleyen bir kız gördün mü?’ diye sordu. “Şu bastonlu kız mı? Beş altı metre sağındaydı. Onu mu bekliyordun? Bilseydim söylerdim” dedi hayıflanarak simitçi. İfadesi samimiydi. Ruhunun temizliğini hissettiriyordu kelimeleriyle. Kahretsin, diye içerleyip yumruğunu sıktı Ali. Simitçi yine, “Şöyle birlikte azıcık durdunuz, sonra da kız çekti gitti. Tüh, bilemedim ki” diye sürdürdü konuşmasını. Ses tonu yardım edememenin burukluğundaydı. Selam verip ayrıldı Ali.
Telefon işe yaramamıştı. Teknoloji de bir yere kadardı. Bunları düşüne düşüne durağa doğru ilerledi. Hediye paketi elinde fazlalıktı. Vapur düdüğü selamladı kıyıyı. Pamuk şekercinin sesi uzaklaştı. İnşaatın kaynak makinesi de sustu. Şimdi, “akşam ola hayrolaydı...”
Ağustos 2018
İzmir
Belki istediniz
Zamanı değildi belki
Yaya geçitlerinde beklediniz
Saçak altlarında düşlediniz
Yağmur dindi
Kırmızı oldu ışıklar
Sardunyalara su verir misiniz?
-Bölüm 1-
Bakalım, diye düşündü, bu çocuk nasıl çıkacak? Geçmiş deneyimleri çok olmasa da aşk konusunda az buçuk bir şeyler öğrenmişti. İçi kıpır kıpır değildi. Eski buluşmaları neydi öyle? Karşılaştırdı ister istemez. Bora ile ilk tanıştığında kuşlar çırpınmıştı yüreğinde. Kabına sığmamıştı. Evren kalbinde gümbür gümbür atmıştı. Sonra… Sonrası malum. Sıkılmışlardı. Monotonlaşmıştı ilişki.
Ders bitimi kantinde buluşup bir kahve içtikten sonra bahçeye çıkıyorlar; orada da arkadaşlarla sohbet derken ikisi de yurtlarının yolunu tutuyorlardı. Ders kolikti Bora. Günlük çalışıyordu. Sinema, tiyatro alışkanlığı yoktu. Kendisini sorguladığında sürekli, “Eee Hukuk Fakültesi. Böyle çalışmadan bitmez” deyip kestirip atmıştı. Amaaaan kurtulmuştu. Gezmek, keyif almak gerekti hayattan. Hem sevgilisi azıcık da olsun görmeliydi. Onun gibiler için, bir yerden bir yere gitmek zordu. Ülke koşulları ağırdı. Gerçi fiziksel engeli olmayanlar yönünden de durum farklı sayılmazdı. İnsanlar duyarsızdı. Yollar, sokaklar hallaç pamuğu gibiydi. Hoş, duyarlı olduklarında da abartıyorlardı. Çekiştire çekiştire yardım etmeye çalışıyorlar, bunu yaparlarken de “Sahipsiz misin?” diye sorguluyorlardı. Bunlar gibilerinden illallah demişti. Yollar düzgün olsa, trafikte araçlar yayalara öncelik verse ne iyi olacaktı. İngiltere’ye gittiğinde görmüştü. Arabalar, yayayı gördüklerinde zınk diye duruyordu. İç geçirdi.
Silkindi düşüncelerinden. “Aman sende be,” dedi kendi kendine. O mu düzeltecekti dünyayı? Yuvarlana yuvarlana yaşıyorlardı işte. İyi ki annemler gibi değilim, dedi gülümseyerek. “Ne öyle mıy mıy. Bir şey yapacakları zaman kırk saat düşünüyorlar. Olursa olur, olmazsa olmaz. Bir iki görüşürüm, kafama yatmazsa boşver gitsin” dedi.
Annesinin gözyaşlarını yakalıyordu ara sıra mutfakta. Babası yeniden evleneli yıllar olmuştu. Ancak, hâlâ yastaydı kadıncağız. Hele o Ahmet Kaya şarkıları. Yüreğine fenalıklar bastırıyordu. Sabah gözünü açar açmaz bu tür müzikler kulaklarına doluyordu. Annesinin acıdan zevk aldığını düşünüyordu. Zaman hızla akıyor, annesi gibiler onu durdurduklarını zannediyorlardı. Nafile bir ümit.
Kalkıp hazırlanmaya başladı. Evde kimse yoktu. Annesi çarşıya gitmişti. Kardeşi ise okuldaydı. Üzerine turuncu gömlek, lacivert pantolon giydi. Saçlarını acele acele taradı. Aynaya baktı. Gördüğü kadarıyla beğendi görünüşünü. Renkleri, cisimleri seçebiliyordu ya, çok şükürdü. Renkler umuttu. Bayramdı. Sevinç toplarıydı. Telefonundan saate baktı. Buluşma zamanına az kalmıştı. Aldı bastonunu, evden çıktı.
Kararlaştırdıkları yer, genel olarak arkadaşlarıyla buluşma yeriydi. Normalde insanlar AVM önü der geçerlerdi. Oysa onlar telefonda uzun uzun konuşmuşlardı. “Alışveriş merkezi önündeki otobüs durağının sağına doğru yürü. Elli adım sonra havuz var. Fıskiye sesinden anlarsın. İşte o havuzu yirmi adım geçince dalları çok sarkık bir ağaç göreceksin. Orada bekleyelim birbirimizi.” Fıskiyelerin orada niye buluşmuyoruz, dediğinde; müstakbel sevgilisi, “Birbirimizi sesten duyamayız” diye cevap vermişti bezginlikle. Bu ne biçim görme engelliydi? Ya kafası iyi çalışmıyor ya bağımsız hareket etmeyi yeni öğreniyor, diye söylenmişti. Yine hata mı yapıyordu? Kuşlar da sökün etmemişti kalbine.
Zamane tanışma usulünü kullanmışlar, internette on gün yazışmışlardı. Teyzesinin arkadaşının tanıdığıydı Ali. İki görme engelliyi uygun bulmuşlardı birbirlerine. Görmüyorlardı ya, münasiptiler işte. Yeterli ve geçerli tek koşul toplum gözünde. Bu kısır anlayışa çok kızıyordu. Teyzesine tepkisini göstermişti. “Ne kaybedeceksin, bak bakalım, beğenmezsen istemiyorum dersin olur biter” demişti cilveli sesiyle. Ardından meşhur kahkahasını patlatmıştı. Gülüşü çağlayanlar gibi akardı. Nerede olursa olsun kendisine ilgiyle baktıranlardandı. Erkek işlerinden çok iyi anlardı. Üç koca boşamış, sevgilisiz hiç kalmamıştı. Kıramamıştı onu.
Bir bildiği vardır deyip bekliyordu on dakikadır. Sıkılmaya başlamıştı. Kadın kısmı ilk buluşmada bekletilir miydi? Sinir olmuştu. Koca çınarın hışırtısı ruhunu okşamaktaydı. Yaprakların esintisiyle dalgalanıyordu içi. Başka zaman olsa buranın adı huzurdu. Şimdiyse duygular ardarda koşuyordu. Sık sık telefona gidiyordu eli. Sessizde mi kalmış diye birkaç kere kontrol etmişti. Arasa mıydı acaba? Martılar o anda çığlık atınca yanıt olarak kabul edip telefonu götürdü kulağına. Ses yoktu. Uzun uzun çalmış açılmamıştı. Gitmeli miydi artık? Az daha bekledi. Saati tekrar kontrol etti. Yirmi dakika olmuştu.
Balık baştan kokmuştu işte. Yaşadığı hayal kırıklığını umursamazlığıyla bastırmaya çalışarak otobüs durağına doğru yürüdü. Çelişkileri grileştirmişti etrafını. Niyeydi bu iç sıkıntısı? Akşam girerdi nete. Pek yüz vermediği Sinan ile yazışırdı. Anneannesinin sözlerini anımsadı. Gülümsedi hüzünle. “Elini sallasan ellisi güzel kuşum. Bak annen babana takılıp kaldı da ne oldu? Yazdan yaza gelir görür sizi. Üzülme, hayatta bir sürü mevsim vardır. Durmadan ak, sular seller gibi.”
Esintiyi duydu saçlarında. Kalbindeki çalkantı biraz olsun duruldu.
-Bölüm 2-
Nihayet bitti diye içinden geçirerek aceleyle kapattı bilgisayarını Ali. Artık rahattı. Başladığı işi bitirme gibi bir huyu vardı. Erteleyemezdi. Kafası ferah oldu mu diğer şeylere motivasyonu artıyordu. Ödev de bittiğine göre hazırlanıp çıkmalıydı. Müjde ile tanışacaklardı. Heyecanlıydı. Sesi ne sıcaktı. Ağustos gibi. Güneşlendi yüreği. Yakmasa bari diye kendi kendine söylendi. Bir de cırcırböceği gibi olursa vay ki ne vaydı.
Saatine baktı. Çabuk hareket etmezse kızı kaçıracaktı. Hazırlanıp çıktı. Tam evlerinin dış kapısını kapatıyordu ki telaşla geri döndü. Unutmuştu onca zahmetle aldığı hediyesini. Kendinden iki yaş küçük kardeşini kandırıp çarşıya götürmesi epey zor olmuştu. “Yeni tanıştığın kıza armağan mı alınır?” diye sorduğunda kardeşi, gururla, “En başta hedefi vurmayı bileceksin” demişti. Satın aldıkları armağan kızların tam sevebileceği şeydi. Üzerinde kelebekler uçuşan bir müzik kutusu. Romantizm buydu. Halinden memnun yürüdü.
Otobüs uzun süre gelmedi. Bindiğinde hayli geç kaldığının ayırdına varmıştı. Yapacak bir şey yok, diye içinden geçirdi. Ödevi tamamlamıştı ya. Müjde herhalde beklerdi. Bunları düşünürken birilerinin kendisini iteklercesine oturtmaya çalıştığını fark etti. Bunu yaparlarken konuşmamaları daha iç acıtıcıydı. Panikle, sağ olun oturmayacağım, dedi. Ahh bu toplum, nasıl da abartırdı her şeyi. Görme engelliydi. Herhangi bir nesne değil. Oturmak isteyip istemediğini sorup rahat bırakmalıydılar. Böyle insanlardan çocukluğundan beri yaka silkiyordu. İneceği yerin ismini otobüsün sesli sisteminden duyunca apar topar attı kendini aşağı. Duraktan sağa doğru yürümeye başladı. Adımlarını saydı, fıskiye sesini duydu. Yürüdü biraz daha. Ağaç da buralarda olmalı. Serinlik… Nihayet gelmişti. O koca çınarın gölgesindeydi. Etrafı dinledi. Uzaktan gelen vapur düdüğünü işitti. Çocuk bağrışmaları, uzaktan gelen pamuk şekercinin tiz sesi, inşaata ait insanı gıcık eden kaynak makinesinin gürültüsü. Cebinden telefonu çıkardı. Acaba neredeydi Müjde? Şimdi aradığında zilden anlardı. Ulaşılamıyor, dedi telefondaki ses. Beklemeye koyuldu. Geç kalmıştı tabii. Kızmış gitmiş miydi acaba? Bu sorularla boğuşurken on dakika kadar geçti. Tekrar aradı. Yok, ulaşılamıyordu. Neden sonra, simit ister misin, diye sordu yakınından bir ses. “Hayır istemiyorum. Yalnız, buralarda bekleyen bir kız gördün mü?’ diye sordu. “Şu bastonlu kız mı? Beş altı metre sağındaydı. Onu mu bekliyordun? Bilseydim söylerdim” dedi hayıflanarak simitçi. İfadesi samimiydi. Ruhunun temizliğini hissettiriyordu kelimeleriyle. Kahretsin, diye içerleyip yumruğunu sıktı Ali. Simitçi yine, “Şöyle birlikte azıcık durdunuz, sonra da kız çekti gitti. Tüh, bilemedim ki” diye sürdürdü konuşmasını. Ses tonu yardım edememenin burukluğundaydı. Selam verip ayrıldı Ali.
Telefon işe yaramamıştı. Teknoloji de bir yere kadardı. Bunları düşüne düşüne durağa doğru ilerledi. Hediye paketi elinde fazlalıktı. Vapur düdüğü selamladı kıyıyı. Pamuk şekercinin sesi uzaklaştı. İnşaatın kaynak makinesi de sustu. Şimdi, “akşam ola hayrolaydı...”
Ağustos 2018
İzmir
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.