YAZAN: Yayla BOZTAŞ
İkisi de birbirini tanımıyordu.
Babaları keçi alışverişi yaparken tanışmışlar kasabanın pazarında, sonra kahve arkadaşı olmuşlar, ahbaplık yaparken de çocuklarına hiç sormadan birbirinin dünürü olmaya karar vermişlerdi, Selim, köyünün kıvırcık saçlı, kara gözlü yakışıklı delikanlısı, Neriman da kendi köyünün sarı saçlı, mavi gözlü güzel kızı…
Babasının sözüyle tanımadığı biriyle evlendirileceği için isteksizdi Neriman. Üstelik istemem deme hakkı da yoktu, ama içindeki isteksizlik Selim’i görünce silindi gitti.
Böylesine kalabalık bir eve gelin geleceğini hiç düşünmemişti. Evde bir yığın insan. Yaşlı, genç, çocuk, bebek hepsi bir arada… Ahırda iki inek, üç beş keçi, kıranda iki tarla… Çorbaya dalan kaşık çok, çalışan az… Yine de Selim’e duyduğu sevgi bütün olumsuzlukların üstünü örtmüştü.
Orman işletmesinde çalışan Selim, ailenin geçimini sağlayan maaşlı tek kişiydi. Kesilip kamyonlara yüklenen ağaçları depoya götürür, gün boyunca birçok sefer yaptıktan sonra akşama eve, kirli, yorgun dönerdi.
Kocasını akşamdan akşama görüyordu Neriman. Avluda saçlarının arasına dolan çam iğnelerini, hızar talaşlarını temizlerken teninin kokusuna karışan zift, sakız, yeşil yaprak kokusunu istekle içine çekerdi.
Diğer kardeşleri bulabildikleri gündelik işlerde çalışır, getirdiklerini annelerine verirlerdi. Evdeki bütün işlerde iki gelin görevliydi. Genç bedenlerin gücünden yararlanan kaynanaları onlara emirler yağdırıyor, yorgunluklarını göz ardı ediyordu. Evdeki yoksulluk, huzursuzluk genç evlilerin birbirlerine duyduğu sevgiyi tıkıyordu yüreklerine. Neriman, akşam olmasını iple çekiyor, kocası gelmeden kendini çok yalnız hissediyordu.
Allahtan akşamları çekilip yatacakları bir odacık düşüyordu onlara. O kalabalık evde, birbirine yakın elverişsiz odalarda, bütün gün birbirini özleyen bedenleri seslerin kesilmesini beklerdi…
O, kocasını üzmemek için şikâyet etmiyordu. Oysa Selim onun bunalmışlığının farkındaydı. Bir gece, saçlarını okşarken, “Bu böyle olmayacak.” dedi. “İstanbul’a gideceğim. Daha önce gidip fabrikaya giren bir arkadaşım ne zamandır “Gel burada işe gir, köyden sana hayır yok derdi. Haklıymış. Gider bir yıla varmaz seni de aldırırım. Bir yıl nedir ki? Hemen geçer! Kar yağar, erir; dallar tomurcuklanır, çiçeklenir; meyveler olgunlaşır, yeniden kar başlamadan İstanbul’dasın. Kurtaracağım seni bu darlıktan göreceksin” dedi…
O gece kocasından ayrılacağı için ağlarken bir yandan da karnındaki bebeği İstanbul’da büyüteceğini düşünüp sevinmişti Neriman.
Ayrılırken karısını kucaklayıp “Dayan Neriman’ım, bir yıl sonra İstanbul seni bekliyor, özlemlerini biriktir ki kavuşmamız güzel olsun,” dedi.
Selim gittikten altı ay sonra bir kızları oldu. Babası “Adı Hasret olsun.” dedi. Neriman, kıvırcık saçları, kara gözleriyle kocasının yerine koydu kızını; tekrar buluşacakları günü iple çekerek sarıldı, öptü, kokladı, kendini avuttu.
Gideli iki yılı dolmak üzereydi. Gelen mektupları açar açmaz, önce onu ne zaman aldıracak diye satırlara acele bir göz atıyor, sonra yeni baştan okuyordu.
“Kamyonun ön camına resmini taktım, uzun yolda giderken bana bakıp gülüyorsun ya bütün yalnızlığım uçup gidiyor,” diye yazıyordu. Tekrar tekrar okuyup hemen cevap veriyordu kocasına, Hasret’in elini kâğıda bastırıp çiziyor, saçından birkaç tel koyuyordu zarfın içine…
Son mektubunda “Az kaldı,” diyordu. “Bu ay sonunda zam yapacaklar, sonra gelip seni ve kızımı alacağım, ev aramaya başladım bile. Özle beni.”
Kaynatası, o gün oturduğu sekide dizlerini dövmeye başladığında gene kaynanasıyla sürtüşüyor sandı. Adam, elindeki gazeteyi önüne atıp “Al oku,” dedi gelinine.
Önce fotoğrafı gördü Neriman, sonra altındaki yazıyı…
“İstanbul’da A…Fabrikasında şoför olarak çalışan Selim Çelik yol kenarında kamyonunun patlayan lastiğini değiştirirken ters yönden gelen özel bir aracın altında kalarak can vermiştir. Otomobilin altında metrelerce sürüklenen…”
Ayıldığında kadının biri soğan, bir diğeri yanmış bez koklatıyordu ona. Bütün komşular avluda toplanmış, Selim’e ağıtlar yakıyorlardı. Kaynanası dizlerini dövüyor, Hasret kalabalığın ortasında, korkmuş, sümükleri yaşlarına karışmış, iç çeke çeke ağlıyordu.
Üç gün sonra kocasının cenazesi geldi. Biriktir dediği iki yıllık özlemini tabutuna sürdü.
Cenazeyle gelen İstanbul’daki arkadaşı Selim’e çarpan adamın tutuklandığını, dava sonunda yüklüce bir kan parası ödeyeceğini, bu konularla kendisinin ilgileneceğini, ölenin karısı olarak ona bir belge vermesi gerektiğini söyledi.
Para umurunda değildi. Hasret babasını bilmeden, o özlemlerine sarılarak bir başına yaşayıp gidecekti. Ya Selim… Onun güzel düşleri uyanamadığı bir uykuda tutuklu kalmıştı.
Neriman, kızını alıp baba evine gitmek isteyince kaynanası, “Olmaz, kocan öleli daha iki ay oldu, bizi el âleme rezil mi edeceksin? Otur oturduğun yerde,” diyordu azarlayarak. Susup kalıyordu Neriman, çaresiz… İlk zamanlar onu azarlayan kadın bir gün yanına geldi, yumuşak bir sesle, “Bak gelinim, Selim’im gitti. Geri gelmez. Seni bu eve gelinimiz diye aldık. Bırakıp gitmene gönlümüz dayanmaz, buna töremiz de he demez zaten. Sen artık bu evin malısın. Başkasına varmana da rıza göstermeyiz. Biz düşündük de seni Salih’le evlendirmeye karar verdik,” dedi.
Gelin geldiğinde on dördüne yeni basmış Salih’in karısı olmak… Olacak şey miydi bu?
“Nasıl böyle düşünüyorsunuz? Ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum. Salih de istemez? Baba evine gidersem rezil olacaktınız konu komşuya… Peki, şimdi rezil olmayacak mısınız?”
Çok mücadele etti, ama yenemedi kaynanasının kara inadını. Belli ki kadının oğlundan kalacak kan parasındaydı gözü. Neriman, parayı paylaşmayı, hatta tamamını bırakmayı önerdi razı olmadılar. Yasal başvuru yapıp parayı ellerinden almasından korkuyorlardı belki de. İşin en acıtan yönü kendi babasının da bu çözüme olur demesiydi. Yine de karşı koyunca,
“Gidersen sana Hasret’i vermeyiz. O oğlumuzdan bize hatıra. Sen bilirsin gelin!” diye dikildiler karşısına. Hasret onu yaşama bağlayan kızı, tek varlığı, babasının armağanı… Onu bırakmak mı? Asla.
Ağladı, uyumadı, yemeden içmeden kesildi. Kendini öldürmek istedi. Kızı düştü aklına, yapamadı.
“Kocamın acısını çekmeye bırakmadılar beni. Hadi bu kadının gözü parada, babam bu evliliği nasıl onayladı, aklım almadı. Demek ki dul kalmış kızını, çocuğuyla evine kabul etmekten kolaydı verdiği karar,” diye düşündü, üzüntüsü büyüdü günden güne.
Salih’le evlendikten bir ay sonra Selim’in’ kan parası geldi. Kaynanası çok rahatladı. Eski evin yanında ev yapmak için yer, bir de inek verdi yeni evlilere. Para yüzünü yumuşatmıştı o aksi kadının. “Sen oğlumla otur, gelinim olarak kal başka bir şey istemem,” diyordu sanki… Salih köyde güzel bir bakkaliye açtı. Ailenin yoksulluğu bitti…
Neriman alışamadı yeni kocasına. Salih de ona… Sofraya oturup yüzüne bakmadan, başı yerde hiç konuşmadan yiyordu yemeğini. Karısı küçük kızıyla yatıyor, o yan odada divanda…
Bir şeyden habersiz Hasret ona baba dedikçe, damarlarında kanı donuyordu Neriman’ın. Kızı tıpkı babasına benziyordu, kıvırcık saçlı, kara gözlü. Salih de ağabeyine… Neriman onun bu benzerliğinden acı duyuyor, göz göze gelmemek için bakışlarını kaçırıyordu Salih’ten.
Hasret dört yaşına basmıştı. Salih bakkaliyeden, akşamları eli kolu dolu geliyor, kendine doğru baba diyerek koşan kızı, elindekileri yere koyup sevgiyle kucaklıyordu. Neriman getirdiklerini içeri götürürken yengesinin yüzüne bakamadan yalnızca suçlu suçlu “Sağ ol” diyordu Salih. Epey zaman sonra bir gece düşünde Selim’i gördü Neriman.
Üstünde yere kadar uzanan beyaz bir gömlekle, iş dönüşü eline su döktüğü avluda duruyordu kocası. Kıvırcık saçları omuzlarında. Çok genç, kardeşinin yaşında. Yüzü bembeyaz, göz çukurlarında süt rengi boşluklar. Tenini koklayıp ona sarılırken ağlayarak… “Gözlerine ne oldu?” dedi.
“Üzülme Neriman’ım, Hasret’i, seni göreyim diye gözlerimi Salih’e verdim. Artık ondan kaçma, gözlerine bak, beni gör,” derken bir yıldızın kayması gibi aniden yok oldu Selim…
Bağırarak uyandı, yatağın içinde oturup ağlamaya başladı. Yan odadan hıçkırıklarını duyup telaşla yanına koşan Salih’in yüzünde Selim’in parlak yıldızlar gibi sıcacık gözleri sevgiyle ona bakıyordu.
4
İkisi de birbirini tanımıyordu.
Babaları keçi alışverişi yaparken tanışmışlar kasabanın pazarında, sonra kahve arkadaşı olmuşlar, ahbaplık yaparken de çocuklarına hiç sormadan birbirinin dünürü olmaya karar vermişlerdi, Selim, köyünün kıvırcık saçlı, kara gözlü yakışıklı delikanlısı, Neriman da kendi köyünün sarı saçlı, mavi gözlü güzel kızı…
Babasının sözüyle tanımadığı biriyle evlendirileceği için isteksizdi Neriman. Üstelik istemem deme hakkı da yoktu, ama içindeki isteksizlik Selim’i görünce silindi gitti.
Böylesine kalabalık bir eve gelin geleceğini hiç düşünmemişti. Evde bir yığın insan. Yaşlı, genç, çocuk, bebek hepsi bir arada… Ahırda iki inek, üç beş keçi, kıranda iki tarla… Çorbaya dalan kaşık çok, çalışan az… Yine de Selim’e duyduğu sevgi bütün olumsuzlukların üstünü örtmüştü.
Orman işletmesinde çalışan Selim, ailenin geçimini sağlayan maaşlı tek kişiydi. Kesilip kamyonlara yüklenen ağaçları depoya götürür, gün boyunca birçok sefer yaptıktan sonra akşama eve, kirli, yorgun dönerdi.
Kocasını akşamdan akşama görüyordu Neriman. Avluda saçlarının arasına dolan çam iğnelerini, hızar talaşlarını temizlerken teninin kokusuna karışan zift, sakız, yeşil yaprak kokusunu istekle içine çekerdi.
Diğer kardeşleri bulabildikleri gündelik işlerde çalışır, getirdiklerini annelerine verirlerdi. Evdeki bütün işlerde iki gelin görevliydi. Genç bedenlerin gücünden yararlanan kaynanaları onlara emirler yağdırıyor, yorgunluklarını göz ardı ediyordu. Evdeki yoksulluk, huzursuzluk genç evlilerin birbirlerine duyduğu sevgiyi tıkıyordu yüreklerine. Neriman, akşam olmasını iple çekiyor, kocası gelmeden kendini çok yalnız hissediyordu.
Allahtan akşamları çekilip yatacakları bir odacık düşüyordu onlara. O kalabalık evde, birbirine yakın elverişsiz odalarda, bütün gün birbirini özleyen bedenleri seslerin kesilmesini beklerdi…
O, kocasını üzmemek için şikâyet etmiyordu. Oysa Selim onun bunalmışlığının farkındaydı. Bir gece, saçlarını okşarken, “Bu böyle olmayacak.” dedi. “İstanbul’a gideceğim. Daha önce gidip fabrikaya giren bir arkadaşım ne zamandır “Gel burada işe gir, köyden sana hayır yok derdi. Haklıymış. Gider bir yıla varmaz seni de aldırırım. Bir yıl nedir ki? Hemen geçer! Kar yağar, erir; dallar tomurcuklanır, çiçeklenir; meyveler olgunlaşır, yeniden kar başlamadan İstanbul’dasın. Kurtaracağım seni bu darlıktan göreceksin” dedi…
O gece kocasından ayrılacağı için ağlarken bir yandan da karnındaki bebeği İstanbul’da büyüteceğini düşünüp sevinmişti Neriman.
Ayrılırken karısını kucaklayıp “Dayan Neriman’ım, bir yıl sonra İstanbul seni bekliyor, özlemlerini biriktir ki kavuşmamız güzel olsun,” dedi.
Selim gittikten altı ay sonra bir kızları oldu. Babası “Adı Hasret olsun.” dedi. Neriman, kıvırcık saçları, kara gözleriyle kocasının yerine koydu kızını; tekrar buluşacakları günü iple çekerek sarıldı, öptü, kokladı, kendini avuttu.
Gideli iki yılı dolmak üzereydi. Gelen mektupları açar açmaz, önce onu ne zaman aldıracak diye satırlara acele bir göz atıyor, sonra yeni baştan okuyordu.
“Kamyonun ön camına resmini taktım, uzun yolda giderken bana bakıp gülüyorsun ya bütün yalnızlığım uçup gidiyor,” diye yazıyordu. Tekrar tekrar okuyup hemen cevap veriyordu kocasına, Hasret’in elini kâğıda bastırıp çiziyor, saçından birkaç tel koyuyordu zarfın içine…
Son mektubunda “Az kaldı,” diyordu. “Bu ay sonunda zam yapacaklar, sonra gelip seni ve kızımı alacağım, ev aramaya başladım bile. Özle beni.”
Kaynatası, o gün oturduğu sekide dizlerini dövmeye başladığında gene kaynanasıyla sürtüşüyor sandı. Adam, elindeki gazeteyi önüne atıp “Al oku,” dedi gelinine.
Önce fotoğrafı gördü Neriman, sonra altındaki yazıyı…
“İstanbul’da A…Fabrikasında şoför olarak çalışan Selim Çelik yol kenarında kamyonunun patlayan lastiğini değiştirirken ters yönden gelen özel bir aracın altında kalarak can vermiştir. Otomobilin altında metrelerce sürüklenen…”
Ayıldığında kadının biri soğan, bir diğeri yanmış bez koklatıyordu ona. Bütün komşular avluda toplanmış, Selim’e ağıtlar yakıyorlardı. Kaynanası dizlerini dövüyor, Hasret kalabalığın ortasında, korkmuş, sümükleri yaşlarına karışmış, iç çeke çeke ağlıyordu.
Üç gün sonra kocasının cenazesi geldi. Biriktir dediği iki yıllık özlemini tabutuna sürdü.
Cenazeyle gelen İstanbul’daki arkadaşı Selim’e çarpan adamın tutuklandığını, dava sonunda yüklüce bir kan parası ödeyeceğini, bu konularla kendisinin ilgileneceğini, ölenin karısı olarak ona bir belge vermesi gerektiğini söyledi.
Para umurunda değildi. Hasret babasını bilmeden, o özlemlerine sarılarak bir başına yaşayıp gidecekti. Ya Selim… Onun güzel düşleri uyanamadığı bir uykuda tutuklu kalmıştı.
Neriman, kızını alıp baba evine gitmek isteyince kaynanası, “Olmaz, kocan öleli daha iki ay oldu, bizi el âleme rezil mi edeceksin? Otur oturduğun yerde,” diyordu azarlayarak. Susup kalıyordu Neriman, çaresiz… İlk zamanlar onu azarlayan kadın bir gün yanına geldi, yumuşak bir sesle, “Bak gelinim, Selim’im gitti. Geri gelmez. Seni bu eve gelinimiz diye aldık. Bırakıp gitmene gönlümüz dayanmaz, buna töremiz de he demez zaten. Sen artık bu evin malısın. Başkasına varmana da rıza göstermeyiz. Biz düşündük de seni Salih’le evlendirmeye karar verdik,” dedi.
Gelin geldiğinde on dördüne yeni basmış Salih’in karısı olmak… Olacak şey miydi bu?
“Nasıl böyle düşünüyorsunuz? Ben böyle bir şeyi kabul etmiyorum. Salih de istemez? Baba evine gidersem rezil olacaktınız konu komşuya… Peki, şimdi rezil olmayacak mısınız?”
Çok mücadele etti, ama yenemedi kaynanasının kara inadını. Belli ki kadının oğlundan kalacak kan parasındaydı gözü. Neriman, parayı paylaşmayı, hatta tamamını bırakmayı önerdi razı olmadılar. Yasal başvuru yapıp parayı ellerinden almasından korkuyorlardı belki de. İşin en acıtan yönü kendi babasının da bu çözüme olur demesiydi. Yine de karşı koyunca,
“Gidersen sana Hasret’i vermeyiz. O oğlumuzdan bize hatıra. Sen bilirsin gelin!” diye dikildiler karşısına. Hasret onu yaşama bağlayan kızı, tek varlığı, babasının armağanı… Onu bırakmak mı? Asla.
Ağladı, uyumadı, yemeden içmeden kesildi. Kendini öldürmek istedi. Kızı düştü aklına, yapamadı.
“Kocamın acısını çekmeye bırakmadılar beni. Hadi bu kadının gözü parada, babam bu evliliği nasıl onayladı, aklım almadı. Demek ki dul kalmış kızını, çocuğuyla evine kabul etmekten kolaydı verdiği karar,” diye düşündü, üzüntüsü büyüdü günden güne.
Salih’le evlendikten bir ay sonra Selim’in’ kan parası geldi. Kaynanası çok rahatladı. Eski evin yanında ev yapmak için yer, bir de inek verdi yeni evlilere. Para yüzünü yumuşatmıştı o aksi kadının. “Sen oğlumla otur, gelinim olarak kal başka bir şey istemem,” diyordu sanki… Salih köyde güzel bir bakkaliye açtı. Ailenin yoksulluğu bitti…
Neriman alışamadı yeni kocasına. Salih de ona… Sofraya oturup yüzüne bakmadan, başı yerde hiç konuşmadan yiyordu yemeğini. Karısı küçük kızıyla yatıyor, o yan odada divanda…
Bir şeyden habersiz Hasret ona baba dedikçe, damarlarında kanı donuyordu Neriman’ın. Kızı tıpkı babasına benziyordu, kıvırcık saçlı, kara gözlü. Salih de ağabeyine… Neriman onun bu benzerliğinden acı duyuyor, göz göze gelmemek için bakışlarını kaçırıyordu Salih’ten.
Hasret dört yaşına basmıştı. Salih bakkaliyeden, akşamları eli kolu dolu geliyor, kendine doğru baba diyerek koşan kızı, elindekileri yere koyup sevgiyle kucaklıyordu. Neriman getirdiklerini içeri götürürken yengesinin yüzüne bakamadan yalnızca suçlu suçlu “Sağ ol” diyordu Salih. Epey zaman sonra bir gece düşünde Selim’i gördü Neriman.
Üstünde yere kadar uzanan beyaz bir gömlekle, iş dönüşü eline su döktüğü avluda duruyordu kocası. Kıvırcık saçları omuzlarında. Çok genç, kardeşinin yaşında. Yüzü bembeyaz, göz çukurlarında süt rengi boşluklar. Tenini koklayıp ona sarılırken ağlayarak… “Gözlerine ne oldu?” dedi.
“Üzülme Neriman’ım, Hasret’i, seni göreyim diye gözlerimi Salih’e verdim. Artık ondan kaçma, gözlerine bak, beni gör,” derken bir yıldızın kayması gibi aniden yok oldu Selim…
Bağırarak uyandı, yatağın içinde oturup ağlamaya başladı. Yan odadan hıçkırıklarını duyup telaşla yanına koşan Salih’in yüzünde Selim’in parlak yıldızlar gibi sıcacık gözleri sevgiyle ona bakıyordu.
4
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.