YAZAN: Emine KAMÇI
Küçük odanın penceresi açık. Çocukluğumun ve genç kızlığımın küçük odası.
İçeriye dolan serin rüzgâr, odanın her köşesini gezindikten sonra koridora yollanıyor yaramaz bir çocuk gibi. Bana çağrıştırdıklarından habersiz, bir içeri, bir dışarı dolanıp duruyor evin her yerinde.
Hemen pencerenin dışındaki küçük bahçe, benim ve kardeşlerimin oyun alanıydı genellikle. Bazen evde kimseler yokken bütün arkadaşlarımı, bir bir duvardan atlatıp ardından da kendimi bırakıvermek suretiyle bahçeye doluştuğumuzu anımsıyorum.
Fakat o günlerde bu bahçe, bol güneş alan, rengarenk çiçeklerin duvar diplerine, pencere önlerine sıralandığı şirin bir yerdi. Oysa bahçe duvarının yükseltilmesiyle, tamamen değilse de kısmen bir gölge düşmüştü bu renkliliğe.
Bu günlerde az da olsa, yine güneş doğuyor bu bahçeye; eskisi kadar olmasa da yine çiçek var ama sanki bir şeyler eksilmiş. Sanırım bahçeye çöken kasvet, yüreklerimizi de örtmüş ister istemez.
Evet, yüreklerimiz örtülmüş örtülmesine de asıl gölge, gözlerimdekiydi bana kalırsa. Bu gölge ki onca renk cümbüşünü alıp götürmüştü ta ötelere. İşte şimdi bana kalan yalnızca düşlerimdi; bir de onlardaki pırıltılar. Gölgeler, isteseler de dokunamaz, yok edemezdi onları.
Bir kumrunun ötüşüyle düşüncelerimden sıyrılıp ayağa kalktım. Aklıma, bir zamanlar annemin bulgur taneleriyle bu kuşları beslediği geldi ve hemen mutfağa koşup bir avuç bulgurla geri döndüm. Vakit kaybetmeden bahçe kapısını açtım; elimdeki bulgur taneciklerini karşıya, çiçeklere doğru fırlattım. Gözümdeki gölge yüzünden kumruların gelip gelmediklerini görmedim ama geleceklerinden emindim.
Çiçekliğin önünde dikilip durmaktayken ansızın beyaz bir imgenin canlandığını duyumsadın.
“Zavallı tavşancık;” diye mırıldanırken buldum kendimi.
Bu eve yeni taşındığımız yıllardı. Küçük bir kızdım; yine şimdiki gibi hayvanları çok seviyordum. Bu kez de iki beyaz tavşan beslemeye karar vermiştik ev halkı olarak. O iki şirin minik tavşanı memleketten getirmiştik. Bahçedeki çiçeklerin yanı sıra onlar da bu bahçenin birer süsüydü o günlerde.
Yine bir sabah iki yavru tavşanı gezinmeleri için bahçeye çıkarmış, biz de ailecek kahvaltıya oturmuştuk. Yemeğin sonrasında iki kardeşim hemen bahçeye çıkmış, ardından da ağlayarak koşa koşa içeriye dönmüşlerdi. Bizse ne olduğunu anlamadan şaşkınlıkla onlara bakakalmıştık. Çünkü kardeşlerim yalnızca ağlıyor, ağızlarından tek söz çıkmıyordu. Sonunda ne olup bittiğini anlamak için annem bahçeye gittiğinde bulmacayı çözmüştü. Tavşanlardan biri çiçek saksılarının bibinde hareketsiz bir şekilde yatıyor, başındaysa kocaman bir kedi dikiliyordu. Annemi görür görmez oradan uzaklaşmıştı ama olanlar da olmuştu. Tavşanın cansız bedenini ortadan kaldırıp diğer yavruyu da içeri almıştık. Minik tavşanı kucaktan kucağa dolaştırırken hayvancığın titremekte olduğunu fark ettik. Öyle ki hıçkırarak ağladığını sanmıştık.
Yavru tavşan aylar sonra büyüyüp yetişkin bir hale gelince kapıları, eşyaları kemirmeye başlamıştı. Bu durumun önünü alamayınca biz de onu hayvanat bahçesine götürmek zorunda kalmıştık.
Bir rüzgârın esintisi yine beni nerelere savurmuştu? Belki de şöyle mi demeliydim: Rüzgâr odama dolarken geçmişin o rengârenk güzelliklerini, dahası zenginliklerini beraberinde taşımıştı.
10 Ekim 2024
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.