YAZAN: Yayla BOZTAŞ
Arabamızın kaportasına anneleri tarafından koruma amaçlı bırakılan dört kedi yavrusunun bakımını üstlenmek zorunda kalınca hayvanların ne kadar mükemmel canlılar olduğuna bir kez daha tanık oldum.
Onları; bırakıldıkları, karanlık tozlu kara kutudan büyük bir uğraş sonunda ölmeden becerip çıkarmamız sonunda ne kadar küçük, yalnız ve korunaksız olduklarını gördüm. Dört tane küçücük can, sekiz tane kulak, dört çift korkuyla bakan mavi gözler, on altı tane küçücük pati.
Çok büyük sorumluluktu. Yine de çok sevindim. Onları hayvan seven birine, bana gönderen ilahi rastlantıya binlerce şükrettim. Bir aylık, annesiz yavruların birbirlerini emmeye çalışması, acı acı miyavlamaları, çaresizlikleri karşısında ben de çaresizdim. Ama süt tozundan yapılan mamaları, biberonları, günde dört kez emzirilmeleri, onların sesini azaltırken benim ümidimi arttırdı. Yaşatacaktım bu öksüzleri. Bir yandan da onları bir daha bulamayan annelerinin çaresiz aranmaları içimi acıtıyordu. Beslerken aslında insan yavrusundan pek de farklı olmadıklarını fark ettim. Acıkan, annelerinin memesini arayan küçücük canlar. Yetimler, ailesizler… Ben onlara benzemeyen ama süt verdiği için sevilen, ardından koşulan, elbisesine tırmanılarak göğsüne kadar çıkılan kocaman bir anneydim.
Bir aylık yavruların kumu eşeleyip ihtiyaçlarını görmesini, sonra örtmesini ben öğretmedim. Yemekten sonra yalanmalarını da. Çocuk bahçesinde alt alta üst üste oynayan çocuklar gibi oynamalarını, korkunca tüylerini kabartıp korktukları şeye tıslamalarını da.
İnsanlar; hayvanları izlemeli, doğayı, ağaçları, çayırı çimeni, akan dereleri, kupkuru dallardan neşeyle fışkıran tomurcukları… Tomurcuktan çiçeğe çiçekten meyveye dönen oluşumu izlemeli. Çevrelerinde olup bitenin ayrımına varmalı. Saygı duymalı bütün canlılara. Hele kendisinden başkalarına yaşam hakkı vermeyen o kibirli, narsist, bencil insanlar, elinizden teknoloji, para ve bazı kolaylıklar alındığında dibine su dökülmeyen ağaçlar, annesiz yavrular gibi olacağınızı bir düşünebilseniz…Bu muhteşem doğayı, onun bize sunduklarını, doğanın bize değil bizim doğaya muhtaç olduğumuzu bir düşünseniz.
Yakılan ormanlarda kül olan ağaçların, yerde yatan kuru dalların, kaskatı kalmış hayvanların cesetlerini düşünüp ağaca, hayvan ve doğaya yazıklanmayan insanlarla aynı coğrafyada yaşamak çok incitici. Aynı familyanın canlısı olarak insan diye adlandırılmak çok üzücü.
Bilmediğim, hissetmediğim, ders aldığım dört tane yüz gramlık canlılar bana bir kez daha öğretti, bildiklerimi iyice pekiştirdi. Bütün canlılar kutsaldır. Bu yaşamda hepsine gereksinim vardır.
Ne mutlu içinde her canlı için sevgi taşıyana. Sevgili Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi;
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey”
Sevgiyle, vicdanla kalın.
Arabamızın kaportasına anneleri tarafından koruma amaçlı bırakılan dört kedi yavrusunun bakımını üstlenmek zorunda kalınca hayvanların ne kadar mükemmel canlılar olduğuna bir kez daha tanık oldum.
Onları; bırakıldıkları, karanlık tozlu kara kutudan büyük bir uğraş sonunda ölmeden becerip çıkarmamız sonunda ne kadar küçük, yalnız ve korunaksız olduklarını gördüm. Dört tane küçücük can, sekiz tane kulak, dört çift korkuyla bakan mavi gözler, on altı tane küçücük pati.
Çok büyük sorumluluktu. Yine de çok sevindim. Onları hayvan seven birine, bana gönderen ilahi rastlantıya binlerce şükrettim. Bir aylık, annesiz yavruların birbirlerini emmeye çalışması, acı acı miyavlamaları, çaresizlikleri karşısında ben de çaresizdim. Ama süt tozundan yapılan mamaları, biberonları, günde dört kez emzirilmeleri, onların sesini azaltırken benim ümidimi arttırdı. Yaşatacaktım bu öksüzleri. Bir yandan da onları bir daha bulamayan annelerinin çaresiz aranmaları içimi acıtıyordu. Beslerken aslında insan yavrusundan pek de farklı olmadıklarını fark ettim. Acıkan, annelerinin memesini arayan küçücük canlar. Yetimler, ailesizler… Ben onlara benzemeyen ama süt verdiği için sevilen, ardından koşulan, elbisesine tırmanılarak göğsüne kadar çıkılan kocaman bir anneydim.
Bir aylık yavruların kumu eşeleyip ihtiyaçlarını görmesini, sonra örtmesini ben öğretmedim. Yemekten sonra yalanmalarını da. Çocuk bahçesinde alt alta üst üste oynayan çocuklar gibi oynamalarını, korkunca tüylerini kabartıp korktukları şeye tıslamalarını da.
İnsanlar; hayvanları izlemeli, doğayı, ağaçları, çayırı çimeni, akan dereleri, kupkuru dallardan neşeyle fışkıran tomurcukları… Tomurcuktan çiçeğe çiçekten meyveye dönen oluşumu izlemeli. Çevrelerinde olup bitenin ayrımına varmalı. Saygı duymalı bütün canlılara. Hele kendisinden başkalarına yaşam hakkı vermeyen o kibirli, narsist, bencil insanlar, elinizden teknoloji, para ve bazı kolaylıklar alındığında dibine su dökülmeyen ağaçlar, annesiz yavrular gibi olacağınızı bir düşünebilseniz…Bu muhteşem doğayı, onun bize sunduklarını, doğanın bize değil bizim doğaya muhtaç olduğumuzu bir düşünseniz.
Yakılan ormanlarda kül olan ağaçların, yerde yatan kuru dalların, kaskatı kalmış hayvanların cesetlerini düşünüp ağaca, hayvan ve doğaya yazıklanmayan insanlarla aynı coğrafyada yaşamak çok incitici. Aynı familyanın canlısı olarak insan diye adlandırılmak çok üzücü.
Bilmediğim, hissetmediğim, ders aldığım dört tane yüz gramlık canlılar bana bir kez daha öğretti, bildiklerimi iyice pekiştirdi. Bütün canlılar kutsaldır. Bu yaşamda hepsine gereksinim vardır.
Ne mutlu içinde her canlı için sevgi taşıyana. Sevgili Sait Faik Abasıyanık’ın dediği gibi;
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey”
Sevgiyle, vicdanla kalın.
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.