Uzun siyah saçlarını toplamış, gözlüklü, açık mavi hırka içinde, mavi çizgili beyaz gömleği var. İki eli, önünde açık olan laptopun üzerinde.
Alacakaranlık açık bir ortamda bedeni siyah olarak görünen bir kadın ayakta ellerini iki yana açmış. Sarı renkli görünen gökyüzünde uçuşan bir kuş sürüsü görünüyor.
YAZAN: Sultan Çamur KARATAŞ

Son günlerde sıklıkla Stockholm sendromu sözünü duyuyoruz. “Kadına yönelik şiddetle mücadele” eğitimlerinin içinde yer alan bir konu olarak ele aldığımız bir belirti. Bazen “celladına âşık olmak” olarak da adlandırılıyor. Bu yazıda, belirtinin nedenlerine ve boyutlarına bakmak istiyorum.
Wikipedia’da Stockholm sendromunu aramak için Google’a ilk yazdığımda “kötülüğe bağlanmak” tanımı karşıma çıkıyor ve şöyle devam ediyor: “Stockholm sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati, aşk ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan bir terimdir.”
Evrim ağacı sitesinde Stockholm Sendromu, “Hayatta kalmak için bağlanmak.” olarak ele alınıyor.
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç'in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olaydan alır. Banka soygunu ve başka istekleri için içeridekileri rehin alan soyguncu polise direnir. Altıncı gün, polis içeriye girer ve soyguncu silahını atarak teslim olur. Bu sırada, şaşırtıcı bir şekilde rehineler kendilerini soyguncunun önüne atarak siper ederler ve polisin soyguncuyu vurmasını önlemeye çalışırlar, aynı anda "Sakın ona ateş etmeyin!" diye bağırırlar. Rehinelerden bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunur, nişanlısını terk ederek soyguncunun hapisten çıkmasını bekler.” Rehinelerden birinin, kuşatma boyunca bir noktada kaçma şansı olduğu halde, kendi tercihiyle kaçmadığı öğrenilir. İlginç olan, bu olayların yaşanıp bitmesinden sonra bile rehinelerin soyguncuyu hep desteklemiş olmalarıdır. Rehineler, mahkemede soyguncuya karşı ifade vermekten kaçınırlar; hatta aralarında para toplayıp, onun mahkeme masraflarını karşılamasına yardımcı olurlar. Sık sık onu hapishanede ziyaret ederler. Soygundan yıllar sonra, History Channel üzerinden yayınlanan bir belgesele konuşan bir rehine, şöyle der: “Soyguncu beni öldürmeyeceğini, sadece bacağımdan vuracağını söyledi. Ne kadar nazik ve düşünceli bir insan olduğunu düşündüm.”
Bu sendrom başka olaylarda da karşımıza çıkıyor.
Patty Hearst Olayı
Banka olayından bir sene sonra ABD’de zengin bir ailenin kızı olan Patty Hearst, kendilerine Simbiyonez Özgürlük Ordusu diyen bir grup tarafından kaçırıldı. Grup üyeleri, kadını ışık geçirmez, ufak bir dolapta kilitli tuttular, sürekli ölümle tehdit ettiler ve ona defalarca tecavüz ettiler. Sadece birkaç gün "ödül" adı altında dolabın kapısı biraz açık bırakılarak, kadının hava almasına izin verildi. Patty Hearst, bu şekilde, o dolapta, iki ay boyunca yaşadı.
Olayın üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra Patty Hearst, San Francisco’da elinde tüfekle bir bankayı soymaya çalışırken yakalandı. Tania takma adını almış ve kendisini kaçıran örgütün silahlı bir militanı olmuştu. Tutuklandığında, bu ilginç dönüşümü şöyle ifade etmişti: “Ben bir şehir gerillasıyım. Herkes bilsin ki yüzüm gülüyor, kendimi bu şekilde özgür ve güçlü hissediyorum. Dışarıdaki tüm kardeşlerime selamlarımı ve sevgilerimi yolluyorum.”
Jaycee Lee Dugard Olayı
1991’de birkaç görgü tanığı, küçük bir kızın bir çift tarafından kaçırıldığını gördüklerini söyleyerek polise başvurdu. Gerçekten de 11 yaşındaki Jaycee Lee Dugard kaybolmuştu. 2009 yılında 29 yaşındayken kendi başına California Polis Merkezi'ne gidip kendini tanıtana kadar, polis Jaycee’yi bulamamıştı ve kendisinden haber alınamamıştı. Anlattığı kadarıyla bir karı-koca tarafından kaçırılmış, 18 yıl boyunca esir tutulmuştu. Cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalmıştı. Bu sürede, iki çocuk doğurmuştu. İlk baştaki tutsaklık döneminden sonra Jaycee, defalarca kaçma fırsatı bulmasına rağmen, bilerek kaçmamıştı. Hatta rehineliği boyunca uzunca bir süre, internet bağlantısı olan bir bilgisayara ve telefona erişimi vardı. Jaycee, bu çifte “bağlılık hissettiğini” ifade ediyordu.
Natascha Kampush Olayı
2006 yılında, 18 yaşındaki Viyanalı Natascha Kampush, Wolfgang Priklopil tarafından kaçırılarak bir hücrede esir tutuldu. Başlarda penceresiz bir hücrede tutuluyordu. Ancak zamanla adam, evin içine girmesine izin verdi. Evde temizlik ve yemekle uğraşmaya başladı. Birkaç yıl sonra da bahçeye çıkmaya başladı. Bir süre sonra adam, onu arkadaşlarıyla tanıştırmıştı! Sekiz yıl boyunca Natascha aç bırakılmış, ciddi düzeyde fiziksel şiddete uğramış, tehdit edilmiş ve tecavüze uğramıştı. Buna rağmen kaçmamıştı. Sekiz yıl sonra Natascha, bir gün kaçtı. Kendisini kaçıran adam bunu öğrenince, bir trenin önüne atlayarak intihar etti. Haberi alan Natascha yıkıldı, etrafındakiler onu teselli etmekte zorlandılar. Esir edildiği süre içinde Natascha'yı görmüş olan adamın arkadaşları, kadının çok mutlu ve neşeli bir karakteri olduğunu ifade ediyorlardı. Daha sonra kendisiyle yapılan bir röportajda, Natascha şöyle diyordu: “Evet, çok farklı bir hayat yaşadım; ama bir açıdan da bana faydaları oldu. Örneğin sigaraya ya da alkole hiç başlamamış oldum, hiç kötü arkadaşlarım olmadı.” Olaydan sonra Natascha, sekiz yıl esir tutulduğu eve kendi isteğiyle yerleşti ve yanında her zaman Wolfgang'ın bir fotoğrafını taşıdı.
İlk başlarda Stockholm Sendromu, rehinelerin kendilerini esir tutanlara karşı geliştirdikleri, sağduyuya aykırı olarak nitelendirilen sempatik duygulara işaret etmek için kullanılmıştır. Sonrasında ise yeni vakaların tespit edilmesiyle, anlamı zamanla genişlemiştir. Toplama kampındaki mahkûmlarda askerlere ve gardiyanlara karşı, tarikat/kült üyelerinde önderlerine karşı, seks işçilerinde kendilerini pazarlayanlara karşı, ensest mağdurlarında ebeveyne karşı, şiddete uğrayan kadınlarda kocalarına karşı gözlenen tuhaf ve anlaması güç bağlılık, Stockholm Sendromu'na dahil edilmiştir.
Anlamaya çalışalım. Nasıl olur da bir insan, kendisi için yüksek derecede tehdit oluşturan ve kendine zarar veren birine karşı duygusal bağlılık hisseder? Nasıl olur da onu korumaya çalışır, eksikliğini özlemle hisseder ve onun ardından yas tutar? Dahası, nasıl olur da bir terör esiri, zaman içinde kendisini esir edenlerden biri haline gelir?
Acaba bu, hayatta kalmak için bir strateji olarak mı kullanılıyor?
Yoksa olayın yarattığı travmaya karşı bir baş etme yolu mu?
Otorite olana biat ederek onun yarattığı şiddetin artmasını kontrol etmek için bir yol mu?
Seçenekleri tükenen birey kendisine farklı bir seçenek yaratmış olur. Savaşamaz, kaçamaz; ancak bakış açısını ve davranışını değiştirir. Hem fiziksel, hem de zihinsel yönden, gücünün yetmediğine karşı boyun eğme ve bu boyunduruk altına girmeyi gururuna yedirebilmek, mantıksallaştırabilmek için korkuyu sevgiye dönüştürüp geçici bir huzur sağlamak. Belki de korkudan ölmeyi engellemek için kullanılıyor.
Bu durum travmatik bağlanma olarak da görülebilir. Travmatik bağlanma, kişinin güvenlik duygusunu kaybettiği ortamda kendisi için tehlikeli durumu yaratan kişi de dahil, bağlandığında daha güvenli hissetmesini sağlayacak kişi veya kurumlara bağlanmasıdır. Kaotik ve güvensiz ortamlarda güvenlik duygusunu kaybeden insanların, güçlü gördükleri kişilere yönelmesi durumudur. Bu durumda birey, o denli travmatik bir deneyim yaşamaktadır ki, içinde bulunduğu yoğun stresi azaltabilecek tek durum, kendisini istismar edenle geliştirdiği olumlu bağdır.
Kadına yönelik şiddet vakalarında sıklıkla gördüğüm, travmatik bağlanma nasıl oluşur ve güçlenir?
İstismarcı, şiddet içerikli davranma ile iyi davranma arasında gidip gelerek, değişen tutarsız davranışlarla, travmatik bağlanmayı arttırır. Kötü davranır, üzer, acıtır... Mağdur kendini kötü, aşağılanmış, incinmiş, berbat hisseder, sonra aniden iyi davranmaya başlar, güzel, tatlı sözler söyler.
Mağduru, destek alabileceği diğer insanlardan izole ederek bağlanmayı arttırır.
Mağdurun özellikle tecavüz, ensest, seks işçiliğiyle ilgili utanç, damgalanma ve dışlanma korkularını güçlendirir bu da travmatik bağlanmayı güçlendirir. Mağdur travma sonrası stres bozukluğu semptomları yaşadığında bağlanma artar.
Artık mağdurun değerlendirme yeteneği çarpıtılmış olur ve ufak bir iyiliğe karşı bile çok yoğun minnet duyguları geliştirir. Şiddeti ve şiddet tehdidini inkâr eder. Olayı aklayacak biçimde mantıksallaştırmaya girişir. İstismarcıya ve kendine olan öfkesini reddeder. Durumdan ve istismardan ötürü kendini suçlar ve olumlu davranarak istismarı önleyebilecek güce sahip olduğuna yönelik bir inanç geliştirir. Eğer olumsuz bir düşünceye sahip olursa istismarcının bunu anlayıp daha şiddetli öç alacağı düşüncesine kapılır.
Kendisine şiddet uygulayan eşini sevdiğini söyleyen kadınlar, tacize ve istismara uğrayan çocuklar, ağır ekonomik ve hak ihlaline uğramasına rağmen totaliter bir yönetimi destekleyen kesimler bu duruma örnektir.
En çok ilgimi çeken çalışmalardan biri, son zamanlarda Türkiye’de bu sendromun sıklıkla konuşulur olmasının da nedeni “Toplumsal Ölçekli Stockholm Sendromu”.
Dee Graham, Stockholm sendromu ifadesini sadece bireysel travmaya karşı geliştirilen bir psikolojik tepki türü olarak sınırlamaz. Ezilen bir grubun ya da kitlenin travmatik bir duruma karşı verdiği tepkiyi de kapsadığını belirterek, “Toplumsal Ölçekli Stockholm Sendromu” ifadesini kullanır. Graham’a göre mağdur/ezilen durumunda olan topluluk, kendilerini tehditle, şiddet yoluyla ve özgürlüklerini kısıtlamakla yoğun strese sokan kişilerin bakış açısını benimseyebilir. Bu durumda artık kendi bakış açılarına göre bir "mağdur/ezilen" durumunda değildirler. İçinde bulundukları durum, bir anda meşru ve doğru bir duruma, kendilerini ezen insan da aslında yanlış anlaşılmış bir kişiye, hatta bir tür kahramana dönüşür.
Ezilenler, bir yandan bu güç sahibi kişi ya da kişilerin gazabından korkarlar, bir yandan da bu hiyerarşik ve güce dayalı ilişkiyi zihinlerinde normalleştirerek bilişsel açıdan çelişkilerini azaltırlar.
Bir de konunun şöyle bir yönü var: Söz konusu banka soygununa bir daha bakacak olursak, mağdurların suçlunun yanında yer almasının sebebi, polisin suçluya ve rehinelere karşı gösterdiği saldırgan tavırdır. Mağdurun suçlunun tarafını tutmasına yol açacak “tehlikeli” şahısların var olması. Suçlu, üçüncü tarafı, mağdurun gözünde kendisinden daha tehlikeli hale getirerek tercih edilmeyi sağlar. Bu saptama da Türkiye’deki “dış güçler” tartışmasını açıklamaya uygundur diye düşünüyorum.
Sonuç olarak akıl ve duygu çarpıtmalarına kapılmamanın ve sağlıklı değerlendirmeler yapabilmenin yolu, yine dayanışmadan geçiyor. Biz dayanışma içinde olduğumuz sürece sağlığımızı korumak ve insana yakışır bir yaşam sürmemiz için umut var. Umutlu kalın.
15 Haziran 2023
Kaynaklar
https://tr.wikipedia.org/wiki/Stockholm_sendromu
https://evrimagaci.org/stockholm-sendromu-hayatta-kalmak-icin-baglanmak-7517
L. A. Cordon. (2019). Popular Psychology: An Encyclopedia. ISBN: 978-0-313-32457-4. Yayınevi: Greenwood Press.
L. R. G. Dee, et al. (1995). Loving To Survive. ISBN: 9780814730591. Yayınevi: New York University Press.

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.