YAZAN: Yayla BOZTAŞ
Unutmak, çoğu kez üzüldüğümüz bir özelliğimizdir. Unutkanlıklarımıza kızarız. Kendimizinkini bağışlasak da bir başkasının unutkanlığı içimize dert, yüreğimize eziklik olur.
Doğum gününün, evlilik yıl dönümünün, giderek eşiyle ilk tanıştığı günün hatırlanmasını ister çoğu insan. Unutulursa kırılır, küser. Birkaç gün inik kaşlar, gülmeyen bir yüzle; iğneleyici bakar karşısındakine. Suçlanan kişinin yediği, içtiği tatsızlaşır, suçluluk duyar. Daha uç örneklerde kişinin ne ruhsuzluğu, duygusuzluğu kalır ne de görgüsüzlüğü…
Aslında yaşanılan anlar içinde anneniz, babanız, eşiniz ya da çocuğunuz sizinle olumlu, yakın sevecen ilişkiler içindeyse bu unutuşları o kadar umursamamak gerekir diye düşünürüm ben. Çoğu kez hiç anımsanmayan bu özel günlerim için tavrım, küskünlüğüm olmaz, belki içimden küçücük bir burukluk geçer gider o kadar. Yani bu unutuşları destekleyen kabalıklar, duygusuz ve iteleyen davranışlar yoksa unutulmuş olmak önemli değildir.
Bir de aksi var. Yıl boyu içinde sevgisiz, iletişimsiz, kuru ve duyarsız bir birlikteliğin yılda bir kez bir armağanla taçlandırması bana bir rüşvet gibi gelir. “Al da sus. Bak sana önem veriyorum unutmadım, güzel bir armağan aldım. Bir sene idare et,” mi demek ister o insan bilemem?
Unutmak sözcük olarak olumsuz tını yüklenir. Kırgınlık, öfke, üzüntü çağrıştırır ilk anda… Ama unutmak bende her zaman olumsuz bir çağrışım bırakmıyor…
Bizi bırakıp giden, artık dünya üzerinde aynı havayı soluyamayacağımız yakınlarımız. Annem, babam, ablalarım, arkadaşlarım. İçimde anıları dün gibi, çok canlı, ama acılarına zaman küller serpiyor. Ruhumun duyarlı anları o külleri üflediğinde gözümü yaşartan, sızlatan duyguları yaşarım, düşünürüm sonra, ya duyduğum bu acıları hiç unutmasaydım…
Bana ışıkla bakan gözleri bir daha göremeyişimin acısı, ilk günkü gibi içimde hep yaşasaydı, teninin son okşayışımdaki sıcaklığına bir daha dokunamayacağımın hüznünü hiç unutmasaydım.
Beni kucaklarken içime çektiğim kokusunu hep duymak isteyip duyamasaydım. Bana verdiği armağana bakarken ilk günkü duygularımı anımsayıp yokluğundan kahrolsaydım. Onu anımsamak için hayal gücümü deliler gibi zorlasaydım.
Kulağıma düşen sesin, bir ezginin, sitemin, seslenişin tınısını unutmamak için kendimi zorlasaydım.
Sevdiğiniz kişiyi kaybettiğinizde duyduğunuz acı ilk günkü gibi içinizde yaşasaydı unutmak isteyip unutamasaydınız nasıl yaşardınız?
Annemin apak tenini, babamın ellerini, kalem tutuşunu, dans eder gibi ahenkle kâğıt üstüne dökülen harflerini, gülüşünü; fötr şapkasını aynada düzeltmesini unutamam ama yokluğunun verdiği acıyı unuturum. İçimde kalan ayrıntıları andığımda gülümserim, içimi çekerim, onun için güzel sözler söylerim. En fazla gözüm yaşarır, içim burulur. Ya ilk günün isyanı, “artık yaşayamam” haykırışları, içimi kaplayan kimsesizlik hep sürseydi. Ya unutamasaydım.
Ya da terk edildiğinizde. Hiç ummadığınız bir anda; size onca sevgi sözleri, kucak dolusu gülücükler, okşayışlar armağan eden kişinin arkasına bakmadan köşede kaybolduğu an içinizde yıkılan duvarlar, yüreğinize dolan yalnızlık hep öyle kalsaydı nasıl yaşardınız?
Çok değer verdiğiniz birinden beklemediğiniz bir davranış, dost sandığınız birinin ikiyüzlülüğü unutulmadığında onun hiçliğini, ona nasıl inandığınızı düşünüp günlerinizi karartmanız, pişmanlıklar, nasıl olurlar, kendinizi suçlayan düşünceler içinde yaşamanız ne denli can sıkıcı olurdu.
Çöpe atılması gereken böyle bir eski dost unutulmalıdır, başından dost sözcüğünü kaldırarak. O yalnızca eski olmalıdır. Çöpteki eski…
Üzülmeden kabullenerek, unutmanın tadına vararak…
Unutmak, çoğu kez üzüldüğümüz bir özelliğimizdir. Unutkanlıklarımıza kızarız. Kendimizinkini bağışlasak da bir başkasının unutkanlığı içimize dert, yüreğimize eziklik olur.
Doğum gününün, evlilik yıl dönümünün, giderek eşiyle ilk tanıştığı günün hatırlanmasını ister çoğu insan. Unutulursa kırılır, küser. Birkaç gün inik kaşlar, gülmeyen bir yüzle; iğneleyici bakar karşısındakine. Suçlanan kişinin yediği, içtiği tatsızlaşır, suçluluk duyar. Daha uç örneklerde kişinin ne ruhsuzluğu, duygusuzluğu kalır ne de görgüsüzlüğü…
Aslında yaşanılan anlar içinde anneniz, babanız, eşiniz ya da çocuğunuz sizinle olumlu, yakın sevecen ilişkiler içindeyse bu unutuşları o kadar umursamamak gerekir diye düşünürüm ben. Çoğu kez hiç anımsanmayan bu özel günlerim için tavrım, küskünlüğüm olmaz, belki içimden küçücük bir burukluk geçer gider o kadar. Yani bu unutuşları destekleyen kabalıklar, duygusuz ve iteleyen davranışlar yoksa unutulmuş olmak önemli değildir.
Bir de aksi var. Yıl boyu içinde sevgisiz, iletişimsiz, kuru ve duyarsız bir birlikteliğin yılda bir kez bir armağanla taçlandırması bana bir rüşvet gibi gelir. “Al da sus. Bak sana önem veriyorum unutmadım, güzel bir armağan aldım. Bir sene idare et,” mi demek ister o insan bilemem?
Unutmak sözcük olarak olumsuz tını yüklenir. Kırgınlık, öfke, üzüntü çağrıştırır ilk anda… Ama unutmak bende her zaman olumsuz bir çağrışım bırakmıyor…
Bizi bırakıp giden, artık dünya üzerinde aynı havayı soluyamayacağımız yakınlarımız. Annem, babam, ablalarım, arkadaşlarım. İçimde anıları dün gibi, çok canlı, ama acılarına zaman küller serpiyor. Ruhumun duyarlı anları o külleri üflediğinde gözümü yaşartan, sızlatan duyguları yaşarım, düşünürüm sonra, ya duyduğum bu acıları hiç unutmasaydım…
Bana ışıkla bakan gözleri bir daha göremeyişimin acısı, ilk günkü gibi içimde hep yaşasaydı, teninin son okşayışımdaki sıcaklığına bir daha dokunamayacağımın hüznünü hiç unutmasaydım.
Beni kucaklarken içime çektiğim kokusunu hep duymak isteyip duyamasaydım. Bana verdiği armağana bakarken ilk günkü duygularımı anımsayıp yokluğundan kahrolsaydım. Onu anımsamak için hayal gücümü deliler gibi zorlasaydım.
Kulağıma düşen sesin, bir ezginin, sitemin, seslenişin tınısını unutmamak için kendimi zorlasaydım.
Sevdiğiniz kişiyi kaybettiğinizde duyduğunuz acı ilk günkü gibi içinizde yaşasaydı unutmak isteyip unutamasaydınız nasıl yaşardınız?
Annemin apak tenini, babamın ellerini, kalem tutuşunu, dans eder gibi ahenkle kâğıt üstüne dökülen harflerini, gülüşünü; fötr şapkasını aynada düzeltmesini unutamam ama yokluğunun verdiği acıyı unuturum. İçimde kalan ayrıntıları andığımda gülümserim, içimi çekerim, onun için güzel sözler söylerim. En fazla gözüm yaşarır, içim burulur. Ya ilk günün isyanı, “artık yaşayamam” haykırışları, içimi kaplayan kimsesizlik hep sürseydi. Ya unutamasaydım.
Ya da terk edildiğinizde. Hiç ummadığınız bir anda; size onca sevgi sözleri, kucak dolusu gülücükler, okşayışlar armağan eden kişinin arkasına bakmadan köşede kaybolduğu an içinizde yıkılan duvarlar, yüreğinize dolan yalnızlık hep öyle kalsaydı nasıl yaşardınız?
Çok değer verdiğiniz birinden beklemediğiniz bir davranış, dost sandığınız birinin ikiyüzlülüğü unutulmadığında onun hiçliğini, ona nasıl inandığınızı düşünüp günlerinizi karartmanız, pişmanlıklar, nasıl olurlar, kendinizi suçlayan düşünceler içinde yaşamanız ne denli can sıkıcı olurdu.
Çöpe atılması gereken böyle bir eski dost unutulmalıdır, başından dost sözcüğünü kaldırarak. O yalnızca eski olmalıdır. Çöpteki eski…
Üzülmeden kabullenerek, unutmanın tadına vararak…
Yorumlar
Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.