ebrubozcuk@hotmail.com
Açık sarı, yarı toplanmış dalgalı fönlü saçları ve makyajıyla, siyah kıyafeti ve yine siyah kolyesi ile gülümsüyor.
YAZAN: Ebru Bozcuk

Söze, mahallenin en güzel kızıydı diye başlamayı çok isterdim ama bu biraz abartıya kaçmak gibi olacaktı sanırım. Hoş güzellik kime göre, neye göre bir algıydı o da başka bir konu.

Gülbahar kendi halinde, annesi ile yaşayan bir mahalle kızıydı.

Güzel hayaller kurabilen, başından geçen onca badireye rağmen enseyi karartmayan, nohut oda bakla sofa evlerinde çiçekleriyle, kuşuyla konuşan, aldığı darbelere rağmen sevmekten vazgeçmeyen bir kadındı. Adı gibiydi anlayacağınız, içi dışı gülbahardı.

Evdeki radyo en kıymetlisiydi. Gözü gibi bakardı ona. Bir gün bozulacak ve tamir edilemeyecek diye ödü kopardı. Çünkü şarkılar onun en yakın yol arkadaşıydı ki hikâye boyunca buna şahit olacaksınız.

Babası Kamil Bey’i kaybettikten sonra, annesiyle bir başına hayatlarına devam ediyorlardı etmesine de annesi onun evlenmesine bir şekilde engel olmuştu hep. Kim bilir belki de annesi yalnız kalmaktan korkuyordu. Oysa Gülbahar'ın o koyu yalnızlığını kimseler anlayamıyordu.

Sabah kalkar kalkmaz ilk işi, önce radyoyu sonra camları açmaktı Gülbahar'ın. Kalbinin odalarını havalandırmayı hiç ihmal etmezdi.

Küçük mutfağı yine küçük bir balkona açılıyordu. O balkon GÜLBAHAR'ın dünyasıydı. Sardunyaları, fesleğeni, ortancaları onun en sadık dostlarıydı. Kimseye anlatamadığını onlara anlatır bazen de beraberce susarlardı.

Elbette talibi çıkmıştı ama ya Gülbahar beğenmemiş ya da annesi bir şekilde bahane bulmuştu.

Yalnızdı Gülbahar.

Her sabah olduğu gibi gülerek uyandı yine. Radyoyu açtı. Muazzez Abacı söylüyordu. "Yılları durduracak, güneşi doğduracak, dünyamı dolduracak bir sevgi istiyorum"

Gülbahar'ın ela gözlerinde puslu bir dalga oldu. Ama hemen balkondaki kuşlara bayat ekmekleri doğramaya koyuldu.

Güzel bir kahvaltı hazırladı. Güne umutla başlamayı ne güzel beceriyordu.

Annesiyle birlikte kahvaltı ederken gözleri annesinin gözlerine takıldı. Onun yaşlandığını hissetti. O yaşlanıyor da kendisi yaşlanmıyor muydu sanki?

45 yaşına gelmiş ve hala evlenememişti. Bir yuva kuramamıştı. Hoş, evlenen arkadaşlarından da bir tane bile mutlu olanı çıkmamıştı ama Gülbahar bunu başaracağına inanıyordu içten içe.

Radyoda Ferdi Özbeğen söylüyordu. "Ne söylesem, ne beklesem yaratandan ya da kaderimden. Ele geçmez istediğin, uğruna savaş vermediysen"

Gülbahar gülümsedi... Bazen şarkılar nasıl da zamanında cuk diye oturuyordu düşüncelerinin ortasına.

Annesi ona hep aşkı da, gezmeleri de, sevgiyi de, sarıp sarmalanmaları da evlenince bulacağını söylüyordu. Hoş, bunu kendisi dahi bulamamıştı ama işte öyle... Erol Evgin söylüyor. "İşte öyle bir şey"...

Zaman zaman içindeki asi kadın hortlamıyor değildi. Neden bütün bunları evlenince yaşıyorum, evlenmeden olmuyor mu ki diye sorardı kendi kendine... Ama olmuyordu işte bu mahallede. Kısılıp kalmış gibiydi sanki Gülbahar.

Ara sıra çeyiz sandığını açıp havalandırırdı. Düş kurma saatleri ilan ederdi o anları. Yine öyle yaptı. Özdemir Erdoğan söylüyordu. "Sevdim seni bir kere, başkasını sevemem".

Öylesine bir sevilmek bekliyordu Gülbahar işte. Umudunu hiç yitirmiyordu.

Sonra ayağa kalktı, bugün pazara gideyim dedi. Akşama kıymalı ıspanak pişireyim, yanına da yeni mayaladığım yoğurt, annem çok sever dedi... Sonra durdu. Ben neyi seviyorum diye bir soru çıkıverdi ağzından... Bunu bana hiç kimse sormuyor dedi...

Radyoda Yeni Türkü söylüyordu. "Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta. Burası gibi değil gideceğim memleket, rengi başka, tadı başka".

İyi geldi bu sözler ona. Kendi sevdiği şeyleri almak üzere pazara çıktı.

Gülbahar tam bir UMUT TACİRİYDİ... Çekmecelere lavanta keseleri koyar, bereket getirdiğine inandığı için evin muhtelif yerlerine çörek otu saklar, zeytin dalları takar, kısmet açtığına inandığı için her yerine gülyağı sürer, akşamları adaçayı yakıp üstüne gülümserdi. Allah vere eve bir narkotik polis gelse hali ne olurdu hiç bilmiyorum.

Aşkın gelmesini çaresizce bekliyordu Gülbahar... Yerle yeksan olmaya bile razıydı o aşk geldiğinde... Ahhh Gülbahar ahhh...

Radyoda Zeki Müren söylüyor. "Aşkı seninle tattı, hicranla yandı gönül"

Akşamüstlerini hiç sevmiyordu Gülbahar. Koyu bir yalnızlık çöküyordu üzerine. Yemekten sonra kahvelerini içtikten sonra annesi kendi odasına çekiliyor, dizilerini seyretmeye başlıyordu. Aslında o saatler ona aitti ama bir taraftan da yalnızlığı depreşiyordu.

O akşam canı hiç televizyon seyretmek istemedi. İnceden bir yağmur başlamıştı. Annesi çok hoşlanmasa da bir bira ve çerez koyup küçük balkonuna konuşlandı. Radyoda Zuhal Olcay söylüyordu. "Yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin".

Sustu Gülbahar hep yaptığı gibi. Soğuk bira ve yağmur içini ferahlatmıştı sanki biraz.

Birden aklına komşusu Feride abla geldi. Eski fotoğraflarına bakınca bir büyük indirmişcesine kahırlanan Feride abla gibi olmaktan çok korkuyordu. Ya da dayısının kızı Mücella abla gibi ya hiç çocuğum olmazsa diye geçirdi içinden. Tek başına yaşlanıp bu evde kalakalırsam diye düşündü sonra... Yok, bu böyle olmazdı. Bir şeyler yapmalıydı. Neyse ki Nilüfer imdadına yetişti. "Elem, acı ve keder bir günde hepsi geçer. Hayat dudaklarda mey, eğlen oyna durma hey"...

Günler birbirini öyle aynılıkta kovalıyordu ki Gülbahar bu işe çok şaşırıyordu. Hiç mi güzel bir şey olmaz yahu diye söylendi içten içe.

Yağmur dindi... Ferdi Özbeğen söylüyordu. "Gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar niye, sevmek için yaratılmış kalpler hep bomboş niye"...

Usulca masayı toplayıp yatağına gitti Gülbahar. Yarın daha güzel olabilir belki diye geçirdi içinden. Lavanta kokulu yastığına başını koydu. Bekleyerek geçmişti ömrü. Pazara gitmek için aybaşının gelmesini, sevdiği kanalı açmak için annesinin uyumasını, o çok beğendiği ayakkabıyı almak için indirimlerin başlamasını, (ki o zamanda 36 numarası kalmıyordu), aşık olmak için zamanı, mutlu olmak için evlenmeyi mi beklemeliydi?...

Oysa zaman akıp gidiyordu. Tüm bu düşüncelerden sıyrılmak için gözlerini sımsıkı kapattı. Bütün umudunu yarına bağladı yine. Böyle gitmezdi bu iş...

Rüyasında kendi evini gördü. Balkonunda sardunyaları, ocağın üstünde demlenen çayı, üzerinde uçuş uçuş beyaz bir elbise ve tam gözlerinin içine bakan, onu çok seven bir eş... Bu sefer radyo değil, o adam söylüyordu... "Günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim"

Gülümseyerek uyudu Gülbahar. Sabah oldu yine. Önce radyoyu, sonra camları açtı. Bugün çok güzel bir gün olacak dedi içinden. (Oysa bunu her sabah söylüyordu ama hiç bir şey olmuyordu).

Annesi sabah kahvesine gelen komşuları ve Müge Anlı'nın doludizgin giden bağrışlı, çağrışlı programıyla hayatına devam ediyordu. O, ununu eleyip duvara asmıştı. Ama Gülbahar öyle miydi?

Yıllar önce mahalleden sevdiği İsmail aklına geldi. Uzun bir süre onu oyalamış sonra sırf zengin diye kara kuru, nemrut suratlı o Safiye ile evlenip gitmişti buralardan.

Tam üstüne radyoda Ahmet Özhan söylüyor. "Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim"

Gülbahar annesine ve komşularına kahvelerini yaptıktan sonra kendi kahvesini alıp balkona çıktı. Çiçekleriyle beraber kahve içtiği bu saatler, onun için günün en güzel zamanıydı. Radyoda Bülent Ortaçgil söylüyor. "Yüzünü dökme küçük kız"... Ahhhh bu şarkılar da olmasa ne yapardı ki?

Hemen kalktı. Güzelce giyinip, hafif bir makyaj yaptı. Aynadaki suretine "seni çok seviyorum, sen bana yetersin" dedi.

Radyoda Ajda söylüyordu. "Hür doğdum hür yaşarım, kime ne kime ne. Zararım kendime, sana ne sana ne"

Sahile doğru yürüdü, usulca bir banka oturdu. Elele gezen sevgililere gözünün ucuyla baktı. Sonra "boşveeer" dedi içinden.

Birden telefonu çaldı. Mahalleden eski can arkadaşı Latife'ydi arayan. Yıllar önce Fethiye' ye yerleşmiş orada üç, beş masalı bir meyhane açmıştı. Tek başına hayatını kurmuş, cevval bir kadındı. O gittikten sonra çok ıssız kalmıştı.

" Nasılsın Gülbahar" diye neşeli bir ses tonuyla açtı Latife.

"İyiyim be Latife, senden ne haber, gelmiyor musun İstanbul 'a hiç" diye sordu Gülbahar.

"Ben değil, sen geliyorsun buraya. Bizim restoranda senin gibi şahane mezeler yapan birine ihtiyacım var. Her şeyi ayarladım ben, şahane olacak.... "

Gülbahar'ın gözleri ışıldadı birden. Latife, latife yapmıyordu değil mi? O an bu an mıydı ki?... Bu sefer annesine bile sormadan "Tamam, geliyorum" diye bir söz dökülüverdi ağzından. Artık bu aynılıktan çok usanmıştı. Gitmek lazımdı. O kuytu limanda her geçen gün çürüdüğünün farkındaydı.

"GELİYORUM" dedi heyecanla... Yerinden doğruldu, denizin kokusunu içine çekti. Bu sefer radyoda değildi söylenen şarkı, Gülbahar söylüyordu.

"Gidiyorum bütün aşklar yüreğimde, gidiyorum kokun hala üzerimde. Sana korkular bıraktım bir de yeni başlangıçlar. Bir kendim, bir ben gidiyorum"...

Kendine yenik düşmeyecekti artık Gülbahar... Başka pencereleri açmak, başka düşler kurmak, başka nefesler almak için gitti... Hem de ne gitmek... İçi dışı GÜLBAHAR gibi gitti...

16 Ağustos 2022

Yorumlar

Bu yazı için yorum mevcut değil.
Dilerseniz Buradan yeni yorum gönderebilirsiniz.